Babaannem'in anlatıklarını biz resmi tarihin hiç bir yerinde okumadık.Çünkü galip olan işgalci, sömürgeci Türk devleti istediği şekilde çarpıtarak, yazdığı paçavraydı. Bu tarih değil aksine Tarihi çarpıtmak, gerçekeri inkar ve imha imha etmek ve kendini kurtarmak için yazılan yalanlardır.
Gerçek bir yaşam öyküsüdür.
Tarihi, kim yaşıyor, kim yazıyor? Tarihi galip gelen eğemenler, yaptıkları haksızlıkları, zulmü, katlimları çarpıtarak yazarlar. Iyi ki Ninelerimiz, dedelerimiz yaşadıklarını bize aktardılar. Onlar bizim Kolektif Hafızamızdır.
Babaannem, Dersim'in Hozat kazasına bağlı Zankirek köyünde, Dörtçamal Ocağnna bağlı bir ailenin kızıdır. Genç yaşta dedemle evlenir, merkez köy olan TürkTaner köyünde yaşmını sürdürdüğü dönemde, ikinci çocuğu olan babamı 1937 Martinda dünyaya getirir. Hani derler ya kizil kiyamet tamda böyle bir dönem.Türk sömürgerci güçleri ise büyük bir işgal ve imha savaşı ile soykırım yapmaktadır.
Babaannem'in yüzü çizgi çizgiydi, tüm yaşadıkları yüzüne harita gibi işllenmişti.Her zaman hüzünlüydü. Kısa boylu, şalvarlı, başında gökkuşağını anımsatan puşusu ve üstüne ince beyaz tülpent örterdi. Yoksul az toprağı olan bir aile, amcalarım, halalarım ve kuzenlerimle her yaz tatilinde bir arada olmanın çocukluk mutluluklarını yaşardık. Babam memurdu, yaz tatilinde köye giderdik. bu özlem gidermek için büyük bir fırsattı. Doğa ile içiçe, koyun, kuzu, kedi , köpek sesleri, insan seseriyle birbirine karışırdı.
Köyde çok az bir kesim derme çatma türkçe bilirdi. Babaannem ise hiç bilmezdi. Beni ve tüm torunlarını, çok severdi. Yüreginde hepimize yetecek kadar sevgi ve şefkat vardı.
Ortak bir dilimiz yoktu, biz kürdçe konuşamazdık, O, ise bir tek kelime türkçe bilmezdi.
Onun sayesinde Kürdçe konuşmaya çalışıyorduk. Bizim konuşmalarımız köylüleri çok güldürüyordu. Çünkü yanlış telafuz ediyorduk, bize «tırke poçıkın » derlerdi. Biz çocuktuk fazla önemsemiyorduk. Daha sonraları, ögrendik ki türkler Kürdleri aşağılamak için, (kıro, kuyruklu kürd, vahşi dağlı, eşkıya) vs. diyorladı.
Babaannem, akşamları çocuklar uyduktan sonra tüm aile ferdleri birarada olduğu zamanlarda, 1938 Dersim soykırımını anlatırdı.
Eskiden radyo, televizyon,yok, geniş bir haber alma ağı olmadığından, herkes kendi yaşadıkları kadarını bilir ve anlatırdı.
Dünyanın her yerinde çocuklara uyumadan önce, binbir gece masalları anlatılır, masalda, kötülerin eline düşen çaresizleri, mutlaka kurtaran iyi insanlar, kahramanlar gelir, kötüler kaybeder iyiler kazanır. Ne yazık, bizim masal değil,gerçek yaşam hikayesidir. Bizim hikayede iyi insanlar ve kahramanlar yoktur. Kötüler ve sadece zalimler vardır, iyiler ölür veye yenilir kötüler ise kazanıyor. Bu bizim Atalarımız olan Ninelerimiz ve dedelerimizin, yazılmayan gerçek tarihleriydi. Bizim hikayelerde, zalimlerin elinden Kürdleri, masum kadın ve çocukları yaşlı, nine ve dedelerimizi kimse kurtarmaya gelmiyordu. Bizim hikayemizde masalların tersine kötüler kazanıyor, iyiler ise kaybediyordu.
Babaannem'in anlatıklarını biz resmi tarihin hiç bir yerinde okumadık.
Çünkü galip olan işgalci, sömürgeci Türk devleti istediği şekilde çarpıtarak, yazdığı paçavraydı. Bu tarih değil aksine Tarihi çarpıtmak, gerçekeri inkar ve imha imha etmek ve kendini kurtarmak için yazılan yalanlardır.
Babaanemin anlatıkları, Ailesinin türk devleti tarafindan götürüldüğünü öğrendiğinde, ve akabinde yaşadıklarından kısa ama, tüm tarihi özetleyen dehşet dolu, unutulmayan Dersim Soykırım'ından bir kesittir.
“Mevsimlerden yazdı, hava çok sıcaktı bir yandan güneşin kavurucu sıcaklığı, bir yandan ise işgalci türk askerleri her tarafı yakıyordu. Memleket alevler içindeydi. köyler yanıyor, insanlar öldürülüyor, evler talan ediliyordu, bir kısım insan ise zincirlenmiş bilinmeze götürülüyordu. Tam bir felaketin içindeydik. Hiçbir canlının kurtulma şansı yoktu. Kadın olmak çok zor, hele savaş zamanı daha zor, düşman zalimdir. Yürüyordum, deli gibi,önüme zulmün rüzgarlarını katmıştım. Dağ taş askerden geçilmiyordu. Dünya bize zifiri karanlktı, çünkü türkler kabusa çevirmişti yaşamı. Yürüyordum geçmişimi,özlemlerimi, hayallerimi, umutlarımı yüklenmiştim, dere tepe. demeden korku ve panik içinde ilerliyordum.
Kolaymı Annemi, kardeşlerimi ve köylülerimi devlet esir almıştı. Hergün kafileler halinde insanlarımızı, boyun ve ayak bileklerinden zincirle birbirine bağlanmış halde götüryorlardı. Korku, umutsuz bakışlar, yara bere içinde götürüyorlardı.Yorgunluktan bitap düşmüşler, elbiseler yırtık, ayaklar çıplak ve kan içinde, açlık, susuzluk, çaresizlik, imkansızlık korkunçtu. Bunu kelimelerle izah etmek imkansız, yasamayan bizim hallerimizden anlamaz.
Aşiretlerin ileri gelenlerinin, Kadınlarını küçük düşürmek, horlamak için saçlarını usturaya veriyorlardı, tecavüz, işkenceler tarifsizdi. Türk devletinin zulümü Dersim'i kuşatmıştı. Yoksul,savunmasız milleten ne istiyorlardı? bilmiyordum. Gördüklerim ve yaşadıklarım ailemin ve hepimizin başına gelecekleri biliyordum. Bu nedenle deliye dönmüştüm. Türkler çok zalimdin hiç acımaları yoktu.
Götürdükleri erkekleri toplu olarak katlediyorlardı. Kadınların ise başına gelmedik vahşet kalmıyordu. Yaşlılar, çucuklar zincirlerle birbirine bağlı halde, otomatik silahlarla, taranırlardı ve sonra tek tek süngülenirlerdi ki, hiç kimsenin sağ kalma ihtimali olmasın. En güzel genç kızlar ve kadınları ayrıyorladı. Bunlarla gönül eğlendirmek daha fazla eziyet etmek için. Bu ne biçim bir felaketti? Bütün bunlar kafamın içinde bir kaç saniyede geçmişti. Çünkü içindeydik yaşıyorduk. Genç gelindim, bir kadının tek başına bu kadar düşman askerleri arasında yollara düşmesi imkansızdı. Ama ben deli gibi fırlamıştım ve bir yaşında olan oğlumu belime bağladım ve köylülerin götürüldüğü, toplu olarak katledilecekleri yere doğru, derelerden, ormanlardan ve kayalarda gizlenerek ilerledim.
İçim acılarla kıvranıyordu, çevremdeki tüm ziyaretlere dönerek dualar ediyordum, ailemi sağ bulmak için. Köylüleri topladıkları yer vadiydi, ne kadar bağırsan, haykırsan kimse seni duymaz, çünkü sadece zalim celatların kuşatması vardı. Dağları duman havayı ise insanların yanık et kokuları sarmıştı.
Ağlıyamıyordum, çaresizdim. Uçaklar aralıksız uçuyor, bombalar atıyordu, atlı ve yaya askerler sürüler halinde, insanlara vahşet uyguluyorlardı.Vadiy'e vardığımda askerler ordan çekilmişti, ancak Piramit şeklinde insanlar üst üste yığılıydı. Kan ve barut kokusundan bayılacak gibi oldum. Bir ara suurumu kaybebettim; midem bulandı. Bu ne korkunç birşey, neden bunu bize reva görüyorlar, Tanrı'ya ve Xızır'a, Ziyaret'lere O gün isyan ettim. Neden bu masum insanları korumadınız, sizde zalimden güçlüden yanasınız dedim.
İnsan cesetleri bir tepe görünümündeydi. Hepsini üst üste atmışlardı, Korkunç bir manzara, dehşet vericiydi, kandan dere yatağı oluşmuştu. Kaç kişiydi bilmiyorum, piramit şeklinde onlarca insan cesedi üst üste atılmış, kurşun ve süngülerle delik deşik tanınmaz haldelerdi.,Hepsi kadın ve çocuklardan oluşuyordu.
Cesetleri tek tek kaldırıp aralarında yaşayan varmı diye kontrol ediyordum. Parçalanmış bedenleri, kurşunlar delip geçmiş; süngüler iç organları deşmişti. Bunu hangi zalim, hangi akıl nasıl insanlara yapar diyorum. Bir yandan ağıt yakıyorum, sessizce isimlerini sesleniyorum.
Bir ara bazi iniltiler duydum.
Önce inanamadım, ölüler arasında bir kaç ağır yaralı vardı,hepsinin durumu korkunçtu, hamile kadınların karınları deşilmiş, bebeler süngülenmişti. Yer kan ve ceset doluydu, döndüm gökyüzüne baktım, gökte kırmızıydı. Birden bir inilti daha duyuyorum onu ölülerin arasında bulup çıkarıyorum.
İşte bu benim Annem!
Süngü tam gögsünü parçalamış, çigerleri dışarı akmış, nefes alamıyor sadece horluyor.
Bu ne felaket, bir yandan bebeğim; bir yandan ağır yaralı annem.Annemi kayalık bir yere götürüp saklıyorum. Karanlık çöktüğünde köyden beni aramaya gelenleri görüyorum. Annemi gizlice getirip köyün yakınında magara gibi bir yere saklıyoruz. Çok kan kaybetmiş bitap haldedir. Köye, eve götüremiyoruz. Çünkü köy işgal altında, her taraf düşman korkuyoruz.Ve bir yandan ne zaman sra bize gelecek diye, kurbanlık kuzu gibi sıra bekliyoruz. Bu zulümü anlatacak kelime yok, tarifi imkansız, ancak yaşayanlar anlar.
Annemin durumu içleracısı halde, doktor yok, derman yok ilkel bir şekilde yaralarını sarıyoruz. Birşey yiyecek, içecek halde değil, sadece kuruyan dudaklarını suyla ıslatıyorum, çok acılar çekiyor. Akşamları yanına gidebiliyorduk gizlice.
Annemin yaraları iltihaplandı ve kurtlandı acılar içinde can verdi. İşte bu 1938'dir. Bu yara asla kapanmaz» derdi.
Annesini köyün tam karşısındaki en yüksek tepeye gömüyor.
Neden diye sorduğumda «acımız gözümüzün önünde olsun ki duşmanın ne kadar zalim olduğunu unutmayalım kızım» demişti ağlayarak.
Babaannem çok ağlardı.
Yine Babaannem köyümüze çok yakın bir Mezra olan Akpınar'da, « insanları toplayıp samanlığa kapatıp etrafına benzin dökerek hepsini diri diri yaktılar. Kadınların ve çocukların çığlıkları yeri gögü deliyordu. Alevlerin içinden, bazı kadınlar dumandan boğulmamak için kendini dışarı atıyor, bakıyor türk askeri var, onların eline geçmemek için kendini tekrar alevlerin içine atıyor. Dayanılır gibi değildi, hiç kimse birşey yapamıyordu. Bu acılar unutulmaz. Biz ise çaresizdik, sadece üzülüyorduk»
Dedem o dönem silahlı Direnişçilere destek veriyor diye,ihbar ediliyor. Dedeme, köyün ortasında ibret olsun diye ölesiye işkence ediyorlar. Senin silahın var getir devlete teslim et seni birakalım diyorlar. Yakin bir koyden kuzenleri parayla silah alıyor, getirip teslim ediyorlar. Dedem,bu işkencelerden sonra bir türlü toparlanamaz. Beli sakatlanır ve sık sık kan kusar. Çok yaşlanmadan olur.
Aslında büyüklerimiz 1938'soykırımını bizden sır gibi saklarlardı.
Atalarımızın neler yaşadığını bilmezdik, ama sürekli ağitlar ve matem atmosferi, hüzün eksik olmazdı. Biz konulara biraz hakim olduktan sonra anlatmaya başladılar. Her defasında Sakın haa, bu türklerle uğraşmayın bu devlete karşı gelmeyin çok zalimdir, dini, iman vicdanı yoktur. Kökümüzü kurutmaya çalıştılar diyerek uyarı yaparlardı.
Biz 1938 Tertelesini yaşadık, dereler kan aktı. Kadınlarımız tecavüze uğramamak için kendilerini uçurumdan attılar. Anneler bebekleri ağlamasın, düşman yerlerini bilmesin diye öz evlatlarını boğmak zorunda kaldı. Mağaralarda zehirli gazla öldürüldü insanlarımız. Devlete teslim olan Aşiret liderleri ve aileleri bile toplu olarak katledildi. Seyid Rıza ve arkadasları sorgusuz ve sualsiz, uydurma bir mahkeme ile asildılar. Kızlarımızı götürdüler, akibetlerini bilmiyoruz. Sürgün edilenlere insanlık dışı muamele edildi. Aşağılandılar, horlandılar, açlık ve yokluğa mahkum edildiler. Hastalık ve bakımsızlıktan öldüler.Say say bitmez.
Babaannem, bana kürdçe ben ona türkçe öğretmeye çalışıyorumdum, 8 yaşlarındayım, ısrarla bir tek kelime türkçe telafuz etmedi.
Sonraları büyüdüğümde sormuştum neden türkçe konuşmuyorsun? Bana şu cevabı vermişti. O bizim düşmanımızın dilidir.
Çok ağlayan Babaannemin, yüzü Kürdistan haritasına benziyordu. gözyaşları yüzünde derin izler oluşturmuştu.
«Üzülmekten insanlar hasta olur ölür derler, bana neden birşey olmuyor» diyerek sitem ederdi, «korkuyorum bunlar çocuklarımızın, soyumuzun kökünü yine getirecek İkinci bir 38 Dersim Tertelesi görmeden ölmek istiyorum».
Bende korkma Babaanne bu defa Kürdler kazanacak aaahh nerde o günler, derdi.
Ve hayattayken bir oğlu kürdçülük davasında idamla, bir diğeri ise komünizmden yargılanıyordu. Ve 17 yaşında bir torununu türk askerleri katletti.
Babaannem yanılmamıştı, türklerin zulümü tüm şiddetiyle sürdü. Köy yakma ve boşaltma dönemini yaşadı. Ölünceye kadar, toprağını, köyünü terk etmedi. O'nu görmek için ailenin tüm bireyleri köye giderdi. Bir ulu çınar gibi gölgesine sığınırdık. Sonsuz sevgi ve şefkat, vicdan sahibi bu Kadın tüm köyün Anasıydı.
Babaannem Bizim hafızamız, tarihimiz, kültürümüz ve vatanımızdır.
Babaannem Kürdistan'dır.
22.06.2020
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.