140 Yıllık Mültecilikten Tetikçiliğe Çerkes’ler…

Çerkesler devlet kurumlarındaki etkin konumlarına güvenerek bu toprakların kadim halkı olan Kürdler başta olmak üzere, birçok halkın özgürlüklerine engel olmaya çalışmaktaydılar. Diğer yandan ise, sadece otuz yıllık bir mülteci geçmişine sahip iken, II. Meşrutiyet’in sunduğu hürriyetçi yasalardan faydalanmak istiyordu.

Mustafa Balbal

28.03.2022, Pts | 20:18

140 Yıllık Mültecilikten Tetikçiliğe Çerkes’ler…
Makaleyi Paylaş

Yıllarca süren Rus-Çerkes savaşı, 1864 tarihinde Çerkeşlerin ağır bir şekilde yenilgiye uğramasıyla son buldu. Rusya Çerkesya’yı adeta yıkıma uğratarak nerdeyse tüm Çerkesleri öz yurtlarından kovdu. Böylece tehcire tabii tuttuğu Çerkes kafilelerinin karadan tahliyesine bile izin vermeyerek deniz yoluyla yurtlarından ayrılabilmelerine müsaade etti. Bir buçuk milyon Çerkes, bulabildikleri kırık-dökük gemi ve sandallarla Karadeniz’e açıldı. Bu meşakkatli yolculuk esnasında takriben yarım milyona yakın kişi azgın deniz dalgaları arasında boğulup yok oldu. Zamanla kıyıya vuran on binlerce Çerkes mültecinin cesedine konan martı sürüleri cesetlerin uzamış saç-sakallarına yuva yapıyorlardı. Karadeniz kıyılarında uçuşan aç martıların sesleri, yalınayak dolaşan mülteci Çerkeslerin ağıtlarına karışıyordu.

Çerkesler kendi yurtlarında geleneksel olarak sürdürdükleri köle ve kadın ticareti mesleğiyle nam salmışlardı. Bu mesleklerinden ötürü dünyada olumsuz tepkiler almaktaydılar. Birçok ülke, Çerkesleri kadın ve köle ticaretiyle uğraşmaları nedeniyle, mülteci olarak ülkelerine almak istemedi. Osmanlı İmparatorluğu ise, kendi ordusunda azalan asker sayısını tamamlamak ve diğer yandan azalan vergi ihtiyacını karşılamak amacıyla köle ve kadın ticaretini yasal hale getirerek yaklaşık bir buçuk milyon Çerkesi sığınmacı olarak kabul etti. Bunun yarım milyonu yolda ölecekti.

Karadeniz limanlarına ulaşan Çerkes sığınmacılar kafileler halinde yürütülerek evvela balkanlara yerleştirildi. Köle ve kadın ticaretini burada da sürdürmeye devam ettiler. Osmanlı devleti bir süre sonra köle ve kadın ticaretini yasaklayarak eli silah tutan Çerkes gençlerini orduda istihdam etti. Böylece, zamanla Osmanlı ordusu içerisinde engellenemez bir güç haline geldiler. Edindikleri askeri güçle Balkanlar’ın asli unsurlarından olup Rus’larla akraba sayılan Slav halkını katletmeğe başladılar. Çünkü Rus’lara olan öfkelerini Rus’ların akrabalarını katletmekle dindirmeğe çalışıyorlardı.

Bu toprakların dokusuna yabancı olan bu sığınmacı kuzey Kafkas halkı, Osmanlı’nın bir nevi vekâlet savaşını yürütmeğe başlamıştı. Osmanlı ordusunda zamanla güç devşiren Çerkesler giderek Ruslarda rahatsızlık yaratıyordu. 1877-1878 Rus-Osmanlı harbine neden olan Osmanlı yayılmacılığına karşı Rus Panslavizm akımı bu kanlı savaşı tetiklemişti. Osmanlı İmparatorluğu bu savaşta ağır bir yenilgiye uğrayınca, Rusya’nın baskısıyla 1878’de Berlin antlaşmasına oturmak durumunda kalarak birçok yükümlülük altına girdi. Böylece, bu yükümlülüklerle Çerkeslerin Slav halkına yönelik gerçekleştirdiği kanlı saldırılar artık son bulacaktı. Çünkü Rusya’nın dayatmasıyla bu yükümlülüklerin bir gereği olarak Çerkeslerin Balkanlar’dan Anadolu ve Afrika topraklarına sürülmesi kabul edilmişti. Bu nedenle Çerkesler yoğunluklu olarak Bolu, Düzce, Balıkesir, Kocaeli, Sakarya, Yalova, İzmir, Aydın, Ankara, Muğla, Antalya ve Kayseri’ye yerleştirildi. Bir kısmı ise o dönem Osmanlı egemenliği altındaki Afrika’nın muhtelif yerleri ile Anadolu’nun diğer değişik yerlerine serpiştirildi. Anadolu’ya dağıtıldıkları her yerde koloni halinde yaşamaya başladılar. Örneğin Kayseri Gölbaşı, Bitlis Ahlat ve Adilcevaz, Van Erciş, Muş, Maraş ve Diyarbakır Çerkes’leri gibi.

Çerkesler Anadolu’nun muhtelif bölgelerine serpiştirildikten sonra da Osmanlı ordusu ile bürokrasisinde etkin konumlarını aynen korumaya devam etti. Bir dönem evlilikler yoluyla Saray’la kurdukları ilişkilerle askeri bürokrasideki atamaları bile belirleyebilme gücüne bile erişmişlerdi.

II. Meşrutiyet döneminde de İTC(İttihat Terakki Cemiyeti)’deki konumlarını olduğu gibi korumaya çalışmaktaydılar. Aynı zamanda askeri bürokrasinin yanı sıra, istihbarat organını da ele geçirdiği görülmektedir. İTC’nin en karanlık ve en önemli kurumu olan “Teşkilati Mahsusa”nın başkanlığına Çerkes Süleyman Askeri Bey atanmıştı. Teşkilati Mahsusa’nın bünyesinde kurulan ve karanlık bir örgüt olan “Suikast Timi” yapılanmasında da yine tetikçi olarak Çerkes Ahmet, Yakup Cemal, Bahattin Şakir ve Mehmet Reşit gibi Çerkesler görev almaktaydı. Çerkes Mehmet Reşit aynı zamanda İTC’nin kurucu üyelerinden biridir. Çoğunluğu Çerkeslerden müteşekkil olan bu karanlık yapı, II. Meşrutiyet’le birlikte yurttaşlara tanınan birtakım özgürlüklerin daha sonra tırpanlanması ve özellikle de bu dönemde Kürdlerin özgürlük taleplerini susturmak için İTC tarafından formatlanmış karanlık bir yapı olarak görevlendirilmişti. Bu karanlık yapı, evvela İTC’yi sert yazılarla eleştiren Kürd basınına yönelerek işe başladı. XX.yy’ın başlarındaki Kürd milliyetçi hareketinin öncülerinden siyasetçi ve gazeteci Mevlanzade Rıfat’ın çıkardığı ve Kürdlerin bir takım haklarını içeren yazıların yayınlandığı “Serbesti” gazetesinin baş yazarı Hasan Fehmi bey bu suikast timlerince Beyoğlu-Sirkeci arasında yürürken katledildi. Bu suikast, basına yönelik gerçekleştirilen ilk ve mühim bir saldırı olarak tarihe geçti. Gazetenin sahibi Mevlanzade Rıfat ise, seri sürgünlere tabi tutuldu. Hasan Fehmi Bey’in katledilmesinden sonra ağırlıklı olarak Çerkeslerden müteşekkil olan bu ölüm şebekesinin eliyle birçok cinayet daha gerçekleştirildi. Böylece, bu topraklarda sadece 30 yıllık bir geçmişi olan mülteci Çerkesler, bu topraklarda binlerce yıllık geçmişi olan Kürdlerin yaşam alanını daraltma gayretine girişiyordu.

Çerkesler devlet kurumlarındaki etkin konumlarına güvenerek bu toprakların kadim halkı olan Kürdler başta olmak üzere, birçok halkın özgürlüklerine engel olmaya çalışmaktaydılar. Diğer yandan ise, sadece otuz yıllık bir mülteci geçmişine sahip iken, II. Meşrutiyet’in sunduğu hürriyetçi yasalardan faydalanmak istiyordu. Hak arayışına koyulurken, silahlı mücadele yöntemlerine de başvurarak, Balıkesir yakınlarındaki bir adada gizlice silahlı gerilla eğitimine başlamışlardı.

Çerkeslerin İTC döneminden Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar olan süreçteki tutumları artık devlet tarafından sorgulanır hale gelmişti. Çünkü kendilerini de dışlayan Türkçülük ideolojisine zaman-zaman belli-belirsiz gösterdikleri yaklaşımları, Çerkez Ethem’in Yunan saflarına geçmesi ihaneti, Çerkeslerin geniş kitleler halinde “Kuvayi İnzibatiye”ye destek vermeleri ile bir dönem başvurdukları silahlı gerilla mücadelesi Mustafa Kemal’in tahammülünü zorlayacaktı. Bu nedenle Mustafa Kemal tarafından 1923’te Gönen-Manyas yöresindeki Çerkesler kitlesel bir şekilde sürgün edilecekti. TBMM’nin elindeki ihanet listelerinin yarısından fazlası Çerkeslerden oluşurken, aynı zamanda İstanbul hükümetinin de hedefinde ihanet eden Çerkesler vardı. Dolayısıyla, Çerkesler resmi tarihin isimlendirdiği “milli mücadele” sürecinde kendi ulusal çıkarlarını gözetleyerek, İstanbul ve Ankara hükümetleri arasında yürüttüğü yanıltıcı bir denge politikasıyla hareke etmeleri gözden kaçmıyordu.

Osmanlı ordusunda subay olan ve kendi başına buyruk davranan Çerkes Ethem ve kardeşleri Gerede, Yozgat ve Anzavur gibi İstanbul hükümeti yanlısı birçok ayaklanmayı bastırırken, oluşturduğu muazzam bir askeri güçle zamanla Mustafa Kemal’e de meydan okumayı ihmal etmeyecekti. Böylece, Çerkez Ethem, işi daha da ileriye götürerek, Ankara’ya gelip yeni kurulan meclisin kapısında Mustafa Kemal’i idam edeceğini söylemekteydi. Elinde bulundurduğu güçle bir Çerkes muhtariyeti isteyebileceğinden iptina eden Mustafa Kemal, büyük bir orduyla Çerkes Ethem’in üzerine yürüyünce Çerkes Ethem silahlı güçleriyle beraber Türk’lere karşı savaşmak üzere Yunan saflarına geçti. O güne değin, tetikçi olarak kullanılan Çerkes’ler, artık Mustafa Kemal’in hedef tahtasına oturmuştu. Tüm bu olup-bitenlere bakıldığında, pusulasız ve ne yapacağını bilmeyen Çerkes’lerin belirsiz bir kimlik arayışı içerisinde olduğu görülüyordu.

Çerkes Süleyman Askeri Bey’in ölümünden sonra, İTC’nin başına geçen ünlü Çerkes’lerden Eşref Kuşçubaşı “ben Dağıstan rüyasını gören bir Çerkes değilim, ama Arapça konuşmadım, Türkçe hiç konuşmadım” derken, bir bakıma Türk’lüğü içselleştirmediğini kastetmekteydi. Kemalist Cumhuriyet kurulduktan sonra ise, Çerkeslik kimliğini hemen reddederek Türklük kimliğini almışlardı. Her ne kadar göstermelik olarak Türk görünmeğe çalışsalar da, herkes tarafından Dağıstan rüyalarını görmeye devam eden Çerkesler olarak bilineceklerdi.

İTC iktidarı tarafında 19 Ağustos 1909 tarihinde 19 maddeden ibaret bir “Cemiyet kanunu” çıkartıldı. Bu kanunla hürriyetlere fırsat verilirken, Padişah’ın yetkileri kısıtlanmaktaydı. Bu süreçte, bu topraklarda sadece 28-30 yıllık bir geçmişi bulunan Çerkesler bu fırsattan faydalanmak amacıyla hemen örgütlenme çalışmalarına başladı. Her ne kadar sistemin odağında vazifelendirilmiş ve kendi etnik kimliklerinden kısmen de olsa uzaklaşmış olsalar da, yinede zaman-zaman dolaylı yada doğrudan Çerkeslik kimliklerini öne çıkardıkları görülmektedir. Kısa bir sürede dillerini ve benzeri etnik haklarını talep etme faaliyetlerine başladılar. Böylece kurdukları “Çerkes İttihat ve Teavün Cemiyeti” adı altında örgütlenme çalışmalarına başladılar. Örgütlenme sürecinde etkin rol oynayan kişilerin tamamı Çerkes kökenli üst düzey asker, istihbaratçı, bürokrat, edebiyatçı ve aydınlardan oluşmaktaydı. Örneğin: Mareşal Merted Abdullah Paşa, Gazi Muhammed Fazıl Paşa, Ahmet Cavit Therket Paşa, Mareşal Berzeg Zeki Paşa, General Pooh Nazmi Paşa, Loh Ahmet Hamdi Paşa, Şemseddin Tleseruk Paşa, General Şhaplı Osman Paşa, Met Çunatuko İzzet Paşa, Mareşal Fuat Thuga Paşa, Kurmay Yüzbaşı Ahmet Kuşikue, Kurmay Yüzbaşı İsmail Berkok, Yüzbaşı Ahmet Hilmi Makaş, Ajuguykue Mehmet Tefik, Seza Pooh Lami Jankat, Dr. Suat Asyok, Ahmet Mithat Efendi, ve Prof Aziz Meker gibi isimler bunlardan bazılarıdır. İsimlerinden de anlaşılacağı üzere, Çerkes Eşref Kuşçubaşı’nın geçmişte ima ettiği gibi, bu tarihe kadar kendilerini Türk olarak görmediklerini ve kısmen de olsa kendi etnik isimleriyle varlıklarını sürdürdüğü görülüyor. Daha sonra, tekçi-Türkçü Kemalist Cumhuriyet sürecinde sürdürülen asimilasyon politikaları sonucunda tamamen kimlik bilincini isteyerek yitiren Çerkesler, kendilerini artık Türk olarak ifade edip Türk isimlerini kullanmaya başladıkları görülüyor.

Osmanlı İmparatorluğu’nun 1915 tarihinde çıkardığı tehcir yasasıyla Ermeni’lere uygulanan katliam ve sürgün sürecinde orduda görevli Çerkesler Ermenilere uygulanan katliamın tetikçiliğini de üstlenmişlerdi. İçinde kadrolaştıkları askeri, siyasi ve istihbarat gibi kurumların imkânlarından faydalanarak başka halkların da Türkleşmesini kılıç zoruyla dayatıyorlardı. Türkiye’ye sığınan Çerkeslerin neredeyse tamamına yakını için bu geçerli bir tanımlama olduğu söylenebilir. Çünkü Kemalist rejim tarafından tüm sığınmacılar birer Türk ırkçısı haline getirilerek onların kılıcıyla başka halkların kimlikleri yok ettirilmeye çalışılıyordu. Örneğin, asker kökenli olup daha sonra dış işler bakanı ve başbakanlığa kadar yükselen Çerkes Mehmet Recep Peker 1931-1936 tarihleri arasında Çerkeslerin ele geçirdiği CHP’nin genel sekreterliğine getirildi. Daha sonra 7 dönem milletvekilliği ve bakanlık görevinde bulunduktan sonra Başbakan olarak siyasete devam ettirildi. Çünkü Kemalist rejim onun baskıcı yanından faydalanmaya çalışmaktaydı. Recep Peker, faşist Hitler ve Musolini’ye hayranlık duyan bir kişiliğe sahip olduğundan, Anadolu’daki Türk olmayan halklara adeta kan kusturuyordu. 1925-1930 yılları arasında Mudafaa-i Milliye (Milli Savunma Bakanlığı) ile Nafia (Bayındırlık bakanlığı) vekilliği yaptığı dönemde faşist rejimleri incelemek üzere faşist İtalya’ya gönderildi. Tüm Çerkeslerde olduğu gibi Recep Peker de kendini Türk göstermek için diğer etnik gruplara baskı uygulamaya çalışmaktaydı.

Çerkesler, sistemin dayattığı devşirilme kültürünü isteyerek kabul edip Türkleşmeye müsait diğer unsurların da hızla etkilenmesi için yoz bir kültür yarattı. Gürcü, Laz, Boşnak, Pomak, Yugoslav, Rum ve Arnavut’lar da Çerkeslerin yarattığı bu kültürden beslenerek, Türkleşmek istemeyen diğer etnik gruplara baskı kurmaya çalışmışlardır. Eski içişleri başkanı Mahmut Esat Bozkurt bunun en bariz örneğidir. Göçmen olan bu anasoycu şahıs, birtakım söylemlerde bulunarak “bu ülkede Türk olmayan herkes Türklerin hizmetçisidir” şeklindeki sözleriyle ırkçılığını ortaya koymaktaydı. Böylece Kemalist Cumhuriyet sürecinde devleti yönetenlerin çoğu Türk olmayıp ama Türkleşmeye çalışan unsurlardan ibarettir. Bu unsurlar, gerçek Türk’lere İç Anadolu’nun bozkırında keçi güttürüp, bozlak çığırtmaktan öteye gitmelerine asla müsaade etmedi.

Çerkeslerin zamanla ordu kademelerini birer-birer ele geçirdiği bilinen bir gerçektir. Genelkurmay başkanlarının ve diğer generallerin bir çoğu Çerkez kökenli oluşu bunun en bariz kanıtıdır. Birçok katliamı çekinmeden gerçekleştiren Orgeneral Mustafa Muğlalı da Muğla Çerkeslerindendir. Çerkesler zamanla devlet partisi olan CHP’de de örgütlenerek politik mevkileri ve devletin diğer önemli köşebaşlarını ele geçirip Türk’leri ve Kürdleri adeta etkisizleştirdiler. Tek partili dönemde CHP’nin devlet politikalarını biçimlendirdiği ve bu şekilde bir dizi katliamı gerçekleştirdiği dönemde, parti Genel sekreteri Çerkez olan Recep Peker iken, parti yönetimi ağırlıklı olarak Çerkes’lerden müteşekkildi. O günden bugüne değin, Çerkeslerin CHP’de var olan ağırlığı hala devam etmektedir. CHP’nin katı ulusalcı Kemalist kanadını oluşturan Çerkes kliği, CHP genel başkanlığına Deniz Baykal’ı getirterek orada uzun süre kalmasını sağladı. 12 Eylül faşist askeri darbesinin insanlık dışı uygulamalarını onaylar mahiyette bir tutum sergileyen dönemin Baro Başkanı Çerkes Önder Sav ise, Çerkeslerin oylarıyla partinin ikinci adamı olarak uzun süre Genel Sekreter olarak görev yaptı. Önder Sav, 1923’te Mustafa Kemal tarafından idam ve sürgün edilen Manyas Çerkeslerindendir.

Çerkesler, Türk sağının milli kültür tanımında sürekli ötelenip kast muamelesi gördüğünden, birçoğu CHP’nin katı ulusalcı ideolojisi içerisinde manevra alanı buldu. Böylece, edindikleri katı ulusalcı anlayışları, CHP’nin demokratikleşmesinin önünde her zaman engel teşkil etmiştir. Arnavut, Yugoslav, Pomak, Gürcü, Laz ve Rum kökenliler de adeta Çerkesleri model alarak, her alanda Türklük kimliği altında görüntü verip, kendi etnik kimliğine dayalı klikler oluşturmaktadırlar.

Tüm bunlara rağmen, göçmen devşirmeler, devletin temel ideolojisi olan Türkçülük bariyerini aşamadılar. Tam tersine, Kemalist devletin temel felsefesi olan Türkçülük ideolojisi tarafından devşirilip birer tetikçi militan haline getirtildi. Türk milliyetçiliği ismi altında devşirilip militanlaştıkça yer altı dünyasının karanlık dehlizlerine kadar inerek, her anlamda etki alanlarını daha da genişlettiler.

Sosyolojik olarak bir toplumun etnik ve kültürel yapısındaki deformasyon, normal seyriyle neredeyse asırları bulabilmektedir. Ama Çerkesler ile diğer göçmen unsurların etnik ve kültürel dokularında ise, sistemin müdahalesiyle bu süreç kırk yıl gibi kısa bir zamanda dipten değiştiği görülmektedir. Bu asimilasyon sürecini hızlandıran temel nedene bakıldığında, mülteci olarak geldikleri bu topraklardan başka sığınacakları bir limanlarının olamayışı olgusu ile kimlik bilincini yitirmiş bir şekilde asimilasyon felaketini isteyerek kabul etme şuursuzluğu görülmektedir.

Çerkesler ile diğer göçmen unsurlar, Türk görünmek için ötedenberi evvela Kürdleri hedef almakla kendilerini ispatlamaya çalışmışlardır. Bu nedenle, sistem, Çerkesler ile diğer göçmen unsurların bu zafiyetinden istifade ederek, süreç içerisinde bunları her alanda kullanabilme politikası gütmüştür. Örneğin bir yandan, Anadolu’da çıkan başkaldırılarda bu unsurları kullanarak bastırırken, diğer yandan yine bu unsurları kullanarak Kürdlerin etnik ve kültürel yapısını yok etmeğe çalışmıştır. Böylece bu mülteci unsurlar, bir bakıma Türkçülük ideolojisinin yayılmacı vekâlet savaşını da üstlenmiş olmaktadır.

Konu buralara kadar gelmişken, tipik bir Çerkes göçmeni olan Bolu Belediye başkanı Tanju Özcan’ın bu konudaki davranış biçimi ile ruh haline değinmeden geçemeyeceğim. Bolu Belediye’sinde çalışan bir Kürd işçinin iş akdini feshederken bir Türk milliyetçisi olduğunu söyleyip tüm Kürdleri hedef almaktan kaçınmamıştır. Böylece, tam da söz ettiğimiz devşirme göçmen kültüründen geldiğinin ezikliğiyle bir kez daha kendini ispatlama gayretine girmiştir. Tanju Özcan, Kürdlüğün aslında Türklüğün bir alt kimliği olduğunu ve kendisinin de bir Türk milliyetçisi olduğunu söylerken, öz Çerkeslik kimlik bilincini yitirmiş bir devşirme psikolojisiyle öne sürdüğü bu savın ayaklarının yere basmadığını kendisi bile herkesten iyi bildiğinden hiç kuşku yoktur. Tüm söyledikleri aslında içine saplandığı devşirilmişlik ruhunun öz Çerkeslik kimliğinde yarattığı özgüvensizliğin doğrudan dışa vurumudur.

Aslında, Tanju Özcan’ın söylemi, kimliğini reddetmiş göçmen Çerkeslerin genel bakış açısını ve psikolojisinin bir yansıması olduğu söylenebilir. Çerkes olan Tanju Özcan’ın üç göbek evvel Kafkasya’dan bu topraklara mülteci olarak gelen Çerkes dedesi gibi, bugün Suriyeliler de mülteci olarak bu topraklara gelmişlerdir. Bu çok insani bir durumdur. Ama ne yazık ki, kendisi gibi göçmen olan Suriyelilere adeta Bolu’yu zindana çevirmiştir. Çerkes olan Prof. Ümit Özdağ da, Tanju Özcan gibi Türk’ten daha fazla Türkçülük yaparak, mülteci olan bir Suriyeliyi adeta sorguya çekercesine rencide edip kimlik kontrolü yaparken, kendisinin de bu ülkede bir mülteci olduğunu unutmuştu. Ümit Özdağ’ın kurduğu partinin oy oranı %0,01’i bile geçmemektedir. Bu da, gerçek Türklerin devşirme Türkçü’lere itibar etmediğinin çok açık bir ifadesi olduğunu bilmelidir.

Tanju Özcan’ın ata memleketi olan Dağıstan’da söylenir mi bilinmez ama, bu topraklarda yeri geldiğinde hep söylenen ve tam da Tanju Özcan’ın Suriyeli mültecilere olan bakış açısını özetleyen bir ata sözünde “misafir misafiri istemez” der!

Kürdler, milattan binlerce yıl önce bu topraklarda yaşayıp bu topraklarda nice devletler, mirlikler ve benzeri hâkimiyetler kurmuş kadim bir halktır. Kürdler bu topraklarda var olduklarından bugüne değin, Büyük İskender, Moğollar, Persler, Bizanslılar ile Arapların kanlı akınlarına maruz kalmıştır. Ama sıralanan tüm bu akıncılar geldikleri gibi giderken, Kürdler yine kendi topraklarında kaldı. Çünkü kökleri bu topraklara ait bir millettir.

Tanju Özcan’ın dedeleri ise, 140 yıl evvel yurtları olan Dağıstan’ı Rus’lara peşkeş çekerek buraya kaçıp sığınmışlardır. Sığındıktan sonra ise, büyükleri sayılan Çerkes Ethem ve şürekâsı Yunan saflarında yer alıp Türkiye’ye karşı savaşarak ihanet etmiştir. Çerkeslerin diğer bir kısmı ise, aynı dönemde “Kuva-yi İnzibatiye” saflarında yer alarak, Atatürk’ün kurduğu Ankara hükümetini yıkmaya çalışmıştır. Bu nedenle Mustafa Kemal tarafından Çerkeslerin çoğu ihanetçi ilan edilerek kimisi idam edilirken, kimisi ise sürgüne tabi tutulmuştur.

Göçmen Çerkesler Türk milliyetçiliği kisvesi altında bu toprakların asli unsurları olan Türklerle Kürdleri birbirine düşürme ve kışkırtma rolünü de ustaca oynamıştır. Böylece, göçmen Tanju Özcan ve gibileri yukarıda sıralanan kabarık sicillerini ve göçmenliklerini örtmek için Türk milliyetçiliği yaparak bu ülkenin tüm imkânlarından faydalanmaya çalışmaktadırlar. Böylece bu ülkenin asli unsurları olan Kürdleri ve Türkleri ise, patates ekip, keçi gütmeğe mahkûm etmişlerdir…

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.

6367 kişi tarafından görüldü.
Son Güncellenme:16:20:32

Mustafa Balbal

Yazarın Önceki Yazıları

Ağrı İsyanında Öldürülen Şêx Tahar’ı 91 Yıl Sonra Hatırlamak! Bıruki Aşiretinden Temoçin Ailesinin Erivan’dan Meclis-i Mebusan’a ve TBMM’ye Uzanan Siyasi Öyküsü Ekolojist HDP Üç Maymunu Oynuyor Selahattin Demirtaş’ta Liderlik Vasfı Var mı? Kürd Tarihi ve Sosyolojisi Bazen Abartılıyor 1916- Kürd Soykırımı Kürdolog Halil Hayali Kimdir? Ramazan Davulculuğu Geleneksel Faşizmdir Aşiret Derneklerinin Sakıncaları Ve Aşiret Sosyolojisi Şêx Faxri Bokarki’nin Direniş Öyküsü Mahabad Kürd Cumhuriyeti’nin Sosyolojik Tarihsel Kronolojisi -8- Mahabad Kürd Cumhuriyeti’nin Sosyolojik Tarihsel Kronolojisi -7- Mahabad Kürd Cumhuriyeti’nin Sosyolojik Tarihsel Kronolojisi -6- Mahabad Kürd Cumhuriyeti’nin Sosyolojik Tarihsel Kronolojisi -5- Mahabad Kürd Cumhuriyeti’nin Sosyolojik Tarihsel Kronolojisi -4- Mahabad Kürd Cumhuriyeti’nin Sosyolojik Tarihsel Kronolojisi -3- Mahabad Kürd Cumhuriyeti’nin Sosyolojik Tarihsel Kronolojisi -2- Mahabad Kürd Cumhuriyeti’nin Sosyolojik Tarihsel Kronolojisi -1- HDP ile CHP’nin Muhataplık Paradoksu Atatürk Laik’miydi? Türkiye’de Kemalist Irkçılığın Sosyolojisi ve PKK Faktörü Yahudi-Arap Çatışması ve Kürd’ler Ermeni’ler Kimdir, Neden Toprak Sattılar? 1 MAYIS VE KALIN ENSELİLERİN İSTİSMARI Ermeni’ler Nekadar Kürd Öldürdü? Seyidxan ile Elican’ın İsyan Öyküsü ve İTC-Ermeni İşbirliği 2. bölüm Seyidxan ile Elican’ın İsyan öyküsü ve İTC-Ermeni İşbirliği Mele Mıstefa Barzani’ye saldırmak ahlâki değil Mahabad Kürd Cumhuriyeti gibi, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni de Yıkmaya Çalışıyorlar Şeyh, Tarikat ve Kürd’ler ''Seyyid'' kimdir? Ve Kürd’ler… Bir Zamanlar Erivan Radyosu Kürd’lerin Devlet Olamayışının Faktörel Kronolojisi Ezidi Soykırımcısı IŞİD'in referans kodları 33 Kurşun Yahudi Jenosid'inin dün ve bugününe Kürd'lerin bakışı Dengbêj Seyidxan’ê Boyağçi’nin Cenazesinde Görülen Vefasızlık HDP'nin Yürüyüşü ve Demokrasi Çıkmazı Feridun Yazar'ı Anmak ve Anlamak Ahlât Selçuklu Mezarlığı söylemi ütopik bir söylemdir Kızıl Kürdistan'da Ermenistan'ın Vahşet Anatomisi
x