Ortadoğu toplumlarına özgü dinsel statülerin, mübalağa edilerek tanımlanıp sıfatlandırılması ve yine aynı paralelde konuya bütünsel olarak bakış biçimlerinin temelsiz oluşu, konunun bilimsel açıdan irdelenmesini zorunlu kılmıştır.
Sosyoloji biliminin disiplini çerçevesinde konu irdelendiğinde, bilinçsiz kitlelerin bu tür dinsel statülere yükledikleri misyonun dayanaksız ve abartılı olduğu sonucuna varılmıştır. Kuşkusuz, olgusal tanımlamaların tümü yine toplum biliminin önermesiyle sıfatlanacağı kaçınılmaz bir realitedir. Geri kalmış kitleler, dinsel inançlara son derece yatkın olup onsuz yaşayamazlar. O bakımdan, bu tür kitleler, ruhban sınıfı tarafından adeta sömürülmeye müsait hale getirildiği görülmektedir. Ruhban sınıfının seçkinleri tarafından istenildiği şekilde eğilip bükülen bu tür kitleler, bu sınıfın her dediğine inanıp, her söylediğini yapmak gibi dinsel bir yükümlülük algısıyla kendini yaşam boyu bu kurumun hizmetine adar. Doğada, yaşadığımız kürede ve evrende, kuşkusuz her şey değişim ve dönüşüm içerisindedir. Bu değişkenlik durumu, koşulsuz olarak topluma yansımaktadır. Dolayısıyla değişim-dönüşüm döngüsündeki toplum bilinçlendikçe, ussal diyalektiğe göre, feodal ve dinsel tabular süreç içerisinde yok olmak durumunda kalır ki, bu süreç istenç dışıdır.
Tabii olarak, her toplumun kendine özgü bir kültür biçimi vardır. Örneğin bir kültürde karalar giyinmek o toplumun yaslı olduğunun işareti olarak kabul edilirken, bir başka toplumda ise, karalar giyinmek; neşe ve mutluluğun sembolü olarak kabul edilmektedir. Semboller, şekiller ve sıfatlar toplumdan topluma değişkenlik gösterir. Dolayısıyla Arap toplumunun kültürel yapısı ile Kürd toplumunun kültürel yapısı oldukça birbirinden farklıdır. Arap kültüründe statüsel bağlamda kabile reisine veya yaşlı kişilere şeyh denilirken, Kürd kültüründe ise, dini gizemcilikteki kutsal statülerden birine şeyh denilmektedir. Yani belli bir dogmatik eğitimden sonra ulaştığı yüksek mertebe itibariyle herhangi bir dinsel tarikat kurup ve başında yer alan, yâda dinsel bir tarikatın kollarından birinin başında bulunan kişiye Şeyh denilmektedir. Tarikat olgusu ise; politik bir dinsel örgütlenme yöntemiyle tasavvufa dayanarak, Şeyh aracılığıyla Allaha ulaşmada izlenen gizemli yollardan birine denir. Şeyh’lik statüsü, nesebi olmayan ve sonradan kazanılmış bir statü olup, dolayısıyla babadan oğla geçmemektedir. Ancak, Kadiri tarikatı, diğer tarikatlardan farklı düşünerek, kendi tarikatına mensup Şeyh’lerin çocuklarını da Şeyh olarak kabul etmektedir. Buradaki mantık; kurulmuş olan geniş tarikat organizasyonun kasasına muazzam ölçüde akan maddi getiri ile manevi etkinliğin tek elden birleşerek babadan oğla geçmesi hedeflenmiştir. Ancak, Tarikat Şeyh’inin çocuğu yoksa, Tarikat’ın sürdürülebilirliği için, ölen Tarikat Şeyh’in yerine, başka birisi Şeyh olarak görev almak durumunda kalır. Bu meyanda, islam dininin anayasası olan Kuran’da Şeyh’lik ve tarikat kavramları asla yer almamıştır. Bu nedenle bazı uhrevi din adamlarınca, tarikatlar batıl bir inanç olarak nitelendirilmektedir. Bu tür kavramları yaşama geçirip kutsallaştırmak, doğrudan doğruya Allah’a şirk koşmak anlamına geldiğini düşünen Said-i Nursi gibi sayısızca uhrevi din alimlerinin tepkisine neden olmuştur. Şeyhlik statüsünün temel ögesi sayılan tarikat kurumunun hiyerarşik yapısını oluşturan piramidin tepe basamağında Şeyh yer alırken, ikinci basamakta ise Şeyh’in temsilcisi olan Halife yer alır, sonraki üçüncü basamakta ise müritler, sofiler ile geniş halk yığınları yer alır. Oysa ki, Şeyhlik gibi statüler, değişik inançlar, tarikatlar, mezhepler ve cemaatler, Kuran’ın indirilmesinden asırlar sonra toplumlar tarafından icat edilip kutsallaştırılmış bir takım organizasyonlardır.
Şeyh’lik kurumu, Abbasi’ler tarafından Zerdüşti’lik inancından ödünçlenmiş dinsel bir statü türüdür. Tarikat organizasyonu ise, Emevi İslam dönemine sirayet etmiş, bir Hinduizm inancına ait, dinsel bir organizasyonun tasarımı olarak nitelendirilmektedir. Hindistan’dan Batı Sahra’ya kadar olan onlarca İslam ülkelerinde sayısızca irili-ufaklı değişik formatlarda tarikat ve çağrışık dinsel organizasyonlar kurulmuştur. Bu dinsel organizasyonlardan bir tanesi de Hindistan’da kurulan Nakşibendi tarikatıdır. Bu Tarikat’ın, Müceddidiyye koluna mensup Hindistan’lı imam Rabbani Ahmed-i Sirhind-i’ye göre, VIII. yy’dan önce söz konusu İslami tarikatların kökleri bulunmamaktadır. Diğer yandan Nakşibendi şeyhi, İbnül Arabi’nin de bir takım değerlendirmelerine bakıldığında, yine oklar Abbasi dönemini göstermektedir (İslam ansiklopedisi: a.g.e.,1,vr.128). Çünkü, Abbasiler döneminde, Şeyh’lik ve Tarikat’lık kurumu zamanla iç içe geçirilerek, devlet lehinde toplumun disiplinize edilmesi yükümlülüğüyle kurulmuş aracı bir kurumdur. Bu kurumun varlığı hala günümüze kadar bu şekilde devam etmektedir. Zamanla iktidarların islami kuralları görmezden gelmeleriyle, devlet ve Şeyh’lik kurumu bazen çatışır duruma gelmiştir. Çünkü Şeyh’ler, birçok rol yüklenmektedirler. Bu kurum, her nekadar devletin direktifiyle kurulup devletin etkisi altında kalmış ise de, diğer taraftan, Şeyh’lerin politik ve tasavvufi alanlarında bulunan dindar yığınların kendilerinden bekledikleri orjin şeriat kurallarının tatbikiyle de mükelleftirler. Aksi durumda, güvenirliklerinin sarsılmasıyla beraber, tüm tarikatsal temelde elde ettikleri parasal saltanatları ile politik güç ve prestijleri yok olma tehlikesiyle karşı karşıya gelebilir. O bakımdan, Şeyh’lik kurumu, devlet ve halk arasında simetrik bir dengede hareket etme cambazlığıyla varlığını kutsallaştırarak sürdürmeyi başarmıştır. Bazen, Şeyh kendi kendine dini sıfatlar yükler, bazen de halkın yüklediği sıfatlarla kutsallaşır. Örneğin, kendini Ğaws (dinsel inanca göre kainatı yöneten veli) olarak sıfatlandırırken, bazen de bir üst mertebe olan Kutb (Qutb, en yüksek dini makama ulaşmış kişi) sıfatıyla kutsaliyetini halka neşr eder ve halk da buna saygı duyar. Sözcü gazetesinin köşe yazarlarından Necati Doğru, 18/10/2020 tarihli köşe yazısında bir Tarikat Şeyh’inin etkin gücünü ve halkın ona olan kör bağlılığını şöyle anlatarak; “bu Tarikat, devlete, bakanlıklara, önde gelen kurumlara sızmış ve Jandarma’ya da sızmak üzereymiş, bu Tarikat’ın Şeyh’i Gavs imiş, Gavs dünyanın manevi yöneticisi olduğuna inanılan kişiymiş, bu Şeyh, sanki zilüllah, büyük itibar görüyor, kadınlar ve erkekler ona inanıyor, Türkiye’nin her yanından otobüslere doluşup ziyaretine gidiyorlarmış, Şeyh’in tükürüğünde, üfürüğünde her şeklinde keramet buluyorlarmış, onun yemek artıklarından bir parça kapabilmek için birbirlerini çiğnemekteymişler, Şeyh uçuyor, uçurtuyor” gibi satırlarla Tarikat’ın nasıl bir güç olduğunu ortaya koymaktadır (Necat Doğru’nun, 18/10/2020 tarihli Sözcü gazetesindeki“ Tarikatlarınız” başlıklı makalesi). Şeyh’lik kurumunun geri kalmış halk yığınlarınca kutsallaştırıldığını irdeleyen Hollanda’lı Prof. Martin V. Bruinessen ise, şunları aktarmaktadır; “halk yığınları, Şeyh’lere adeta taparlar, bazen onları peygamber olarak görür, bazen de Mehdi olarak nitelendirmektedirler, bazen de aşırı örneklerde görüldüğü üzere, tanrı rolünü de üstlenmeleri gayet kolay olduğu gibi, bazen de taraftarlarınca bu role zorlanmaları mümkün olmaktadır (Martin. V. Bruinessen. Ağa, Şeyh, Devlet, s.311)”.
Şeyh’lik ve Tarikat kurumunun varlık nedenine bakıldığında, her nekadar tasavvufi bir amaç ve görüntüyle faaliyetlerini sürdürme iddiasında olsalar da, salt ekonomik sömürü ve güç mantalitesi çerçevesinde kurulmuş olması gözden kaçmamaktadır. Dolayısıyla pek çok Şeyh, dindarlık ve kutsallıklarıyla yaptığı şöhreti, ticari ve politik kurnazlığıyla birleştirerek muazzam bir servete sahip olmaktadırlar. Bu konuda bazı uhrevi din düşünürleri tarikatlara karşı olduklarını dile getirdiği bilinmektedir. Örneğin 1960 darbesinde Sad-i Nursi’yle beraber sürgün edilen bir Kürd ağa, bu konuda şunları söylemektedir; Said-i Nursi, halkı sömüren tarikat Şeyh’lerine kızgın olduğu için doğu vilayetlerine nadiren gelirdi ve tarikatlara karşı daima eleştiriler yapardı (Martin V. Bruinessen, “Ağa, Şeyh, Devlet” isimli eserinin 385. sayfasındaki açıklamasını, Dr.İsmail Beşikçi’nin “Doğu Anadolu’nun Düzeni” isimli eserinden alıntı yapmıştır). Said-i Nursi’nin tarikatları eleştiren tavrından rahatsızlık duyan Nakşibendi şeyhlerinden Cizre’li Şeyh Nurullah (Şeyh Seyda’nın oğlu), çok sonra, Saidi Nursi’nin tarikatlara dönük eleştirel tavrını hedef alan sert bir yazı yazmıştır (Muhammed Nurullah Seyda El Cezeri, Tasavvufun sırları ve dokuz nükte risalesi, 1981). Ancak, Said-i Nursi’nin bu konuda haklı bir dayanağı vardı, çünkü parasal rant üzerine kurulmuş tarikat organizasyonları, islamın anayasası olan Kuran’da asla yer almamıştır. Ancak, bu konuda kendisiyle çelişen Said-i Nursi, her nekadar Tarikat’lara karşı çıkmış ise de, kurduğu devasa “Nur cemaati” de, Tarikat’ların değişik bir versiyonu olan dinsel bir organizasyon türü olduğu gerçeği görmezden gelinemez. Bu Cemaat, birçok Tarikat’tan daha kapsamlı bir güce sahiptir. Kürd milliyetçi hareketlerine karşı çıkan Said-i Nursi’nin kurduğu bu Cemaat, yıllar sonra, Türk milliyetçisi Fetullah Gülen öncülüğünde Türkiye’de askeri darbeye teşebbüs edecek kadar güç devşiren devasa bir dinsel organizasyon haline gelmiştir.
Genelde dar alana sıkışmış birden fazla Şeyh’in birbirleriyle çatışması bazen kaçınılmaz hale gelmektedir. Çünkü bir nevi pazar alanı daraldıkça, rant pastasının küçüleceği endişesi bazen tarikatları halk ile devlet arasında bir tercihe zorlamıştır. Örneğin; XX.yy’ın başlarında Badinan bölgesinde etki alanlarını yaygınlaştırmaya çalışan Nakşibendi tarikatına mensup olan Nehri Şeyh’i, Barzan Şeyh’i ile Bamarni Şeyh’leri arasında kıyasıya bir mücadele vardı. 1920’lerden itibaren Şeyh Ahmet Barzani’nin huzurunu kaçıracak kadar yakınında yaşayan Şeyh Raşid Lolan ile sık sık çatışmıştır. Bu nedenle 1960’larda Şeyh Raşid, Bağdat hükümetinin yanında yer alarak, Kürd milliyetçilerine karşı savaşmaya başlamıştır (M. V. Bruinesse. Ağa, Şeyh, Devlet:s.365).
Osmanlı döneminin başından itibaren, Tarikat Şeyh’lerinin devlet yapılanmasındaki etkinliği günümüze kadar devam etmiştir. Örneğin, XIV. yy’da, Osmanlı’nın askeri sınıfı olan Yeniçeri Ocağı tamamen Bektaşi tarikatı etkisinde olmuştur. Yeniçeri ocağında kazan kaldırma olayından tutun, padişahların tahta çıkarılıp-indirilmesi ve hatta öldürülmesine kadar, Tarikat’lar muazzam bir güce sahipti. Bektaşi Tarikatının devlet içerisindeki etkinliği 1836 yılına dek sürmüştür. Daha sonra, devlet tarafından Bektaşilik dergâhı Alevilik dergâhına devredilmiştir. Akabinde, Alevilik dergahı Nakşibendi tarikatına devredilerek bu Tarikat etkin bir hale getirilmiştir (Ali Kenanoğlu’nun, Evrensel gazetesindeki 11/12/2015 tarihli, “Yeniçeri ocağı ve Bektaşilik”, başlıklı makalesi). Birçok Tarikat Şeyh’i, devlet kontrolünde etkin bir rol oynayarak halkı dizayn ettiğinden ötürü devlet tarafından takdir edilip desteklenmektedir. Örneğin; Bitlis’li Şeyh Abdulbaki efendi, Ağrılı Şeyh Muhammed Kufrevi efendi, Norşin’li Şeyh Diyadin efendi, Muş’lu Şeyh Alaeddin efendi, Bitlis’li Hacı Şeyh Necmeddin zade Şemseddin efendi gibi pek çok Tarikat Şeyh’i, devlet tarafından ödüllendirilip etki alanları genişletilmiştir. Osmanlı’dan süregelen Tarikat Şeyh’leriyle yapılan işbirliği geleneğinin devamı olarak, Osmanlı arşivlerinde görüldüğü gibi, Sultan Mehmet Reşat’ın buyruğu ile, sadrazam M.Sait, dâhili nazır vekili Cavit’in imzalarıyla 5. Rütbeden Mecidiye nişanıyla yukarıda ismi yazılı olan Tarikat Şeyh’leri ile daha birçok Tarikat Şeyh’i devlet tarafından ödüllendirilip taltif edilmiştir (Devlet arşivleri Başkanlığı: DN. KMS, 27/32. 1330/14 Nisan, 1330/29 Nisan). Yukarda isimleri sıralanan Tarikat Şeyh’leri ile Said-i Nursi ve benzeri Şeyh’ler, 1914’te Bitlis’te baş gösteren Kürd milliyetçisi Melle Selim’in öncülüğündeki Kürd isyanına karşı çıkıp desteklememişlerdi. Dolayısıyla, bu ve benzeri şeyhlerin devletle ilişkileri köklü olup tamamen güç ve parasal işbirliği temelde gelişmiştir. İngiliz tarihçi, Arnold J. Toynbee, dini liderler konusunda yaptığı tarihsel çözümlemesinde, dini liderlerin devletle işbirliği yönündeki karakterinden söz ederken; eğer dini liderleri ayarlarsanız her şeyi ve herkesi ayarlamış olursunuz demektedir (Arnold Joseph Toynbee. Uygarlık Yargılanıyor, böl. 10). Bu doğrultuda, devletle işbirliği içerisinde olan tarikatların manevra alanları giderek genişlemiştir. Dolayısıyla giderek nüfuz sahibi olan Tarikat Şeyh’leri bir adım daha ileri giderek ülke iktidarını kontrol edebilme gücüne erişebilmişlerdir. Bu şekilde devletin bir kısmını kontrol ederek, söz ve yetki sahibi olup bürokrat, milletvekili, asker, istihbarat görevlisi, bakan ve hatta Başbakan bile olabilmektedirler. Buradan da anlaşıldığı gibi, Şeyh’lik kurumunun milyonlarca kişiyi kapsayan politik organizasyonu olan tarikat ağı, tamamen güç ve parasal çıkarlar temelinde kurulduğu görülmektedir.
Bir de, Şeyh’lik kurumunun hiçbir tarikatsal mertebesi, ilmi, gücü ve mürit kitlesi gibi vasıflara sahip olmayan bazı kişi ve ailelere de geri kalmış toplumlar tarafından Şeyh’lik sıfatı yakıştırması yapılmıştır. Bunlar, feqe (din dersi talebesi) yâda nadiren imam seviyesinde dini eğitim görmüş olup, köylüye vaizlik yapmak, dini ritüel düzenlemek, hasta Koçek(Şeyh’ten şifa dileyen hasta kişi)’lere muska yapıp duayla beraber üfleyerek şifa dağıtmak, kırgınları barıştırmak, işleri ters gidenlere dua etmek, gibi batıl ve basit faktörlerle sınırlı kazanç sağlayan kişilerdir. Yeterince kazanç elde edemeyen ve istediği saygınlığı göremeyen bu tip Şeyh’ler, daha fazla saygınlık görmek için, bazen Seyyid olduklarını da öne sürerler. Oysaki bu kişiler tarikat sahibi olmadığı için, asla Şeyh sayılmamaktadır ve secereleri olmadığı için kesinlikle Seyyid de değillerdir. Abbasi döneminden günümüze dek kurulmuş olan tüm tarikatların zaten isimleri bellidir. Dolayısıyla, tarikatı olmamış bir dedenin torunları, dedelerinin Şeyh olduğunu iddia edemezler. Sosyal, siyasal, iktisadi ve eğitimsel açıdan hiçbir kimliğe sahip olmayan bu tip kişiler, son çare olarak, Şeyh’lik ve Seyyid’lik gibi eğreti kimliklere sarılıp bu kimliği çıkarsal amaçla ve kurnazca kullanmak istemektedirler.
Konjonktüre göre bu paralelde bazen birtakım iddialar öne süren ve benim de mensubu olduğum “Balbal” ailesinin ruhban ve sosyo-kültürel yapısına kısmen de olsa değinmeden geçemeyeceğim. Karacadağ-Malazgirt-Kafkasya-Van bölgesine uzanan Bıruki aşiretinin periyodik olarak, asırlarca süren göçsel yaşam serüveninin bir parçası olan ailemiz, tarih boyunca asla tarikat sahibi olmadığı için Şeyh olamayacağı gibi, seceresi de olmadığı için, asla Seyyid değildir (“Seyyid Kimdir ve Kürd’ler” başlıklı ve 27/9/2020 tarihli makaleme Nerina azad web sitesinden bakılabilir). Ailemizin dini eğitim düzeyi neredeyse sıfıra yakın iken, imamlık eğitimi görenlerin sayısı sadece iki kişiden ibaret olup, sadece bir kişi imamlık yapmıştır. Öte yandan, tarikat sahibi Şeyh ailelerin, asırlar öncesinden günümüze dek nesilden-nesile aktardıkları derin bir dinsel ilim ve muazzam bir parasal servetleri varken, ailemizin böyle bir mirası ve sosyolojisinin olmadığı, mevcut dinsel ilim yoksunluğu ve ekonomik yapısından belli olmaktadır. Ailemiz tarihten beri, Bıruki aşiretinin ruhban sınıfını sembolik olarak temsil etmesine rağmen, dinsel ilimle pek ilgilenmemiştir. Diğer yandan, ailemizin Bıruki aşiretinin sosyal yapısıyla örtüşük yaşam biçimine bakıldığında, tarım ve hayvancılıkla uğraşan, toprağı işleyen, tipik bir emekçi Kürd ailesi olarak öne çıkmaktadır. Karacadağ serüveni sürecinde, Malazgirt’te vefat eden ve dengbêj Evdal’ê Zeynê’nın kılamlarında da ismi geçen Bahaddin ismindeki büyük dedemizin, medrese imamlığından başka herhangi bir ilmi ve tarikatı olmamıştır. Çünkü Tarikat’ı olsaydı zaten bilinecekti, eğer halife olsaydı, kendisine halife denilecekti. Demekki imam olmaktan öte, hiçbir vasfı yokmuş. Buna rağmen, gerek Bıruki aşireti tarafından ve gerekse o yörenin ahalisi tarafından kendisine ilminden dolayı, yaşlı Şeyh manasına gelen “Şeyh Bahaddin’ê kal” sıfatı yakıştırılmıştır. Asırlar önce, Malazgirt’te meskun kalan uzak akrabalarımızdan bazıları, bu dedemizin mezarını rantsal bir mantıkla türbeye çevirip dini kimliğinden acayip şekilde nemalanmaya hala devam etmektedirler. Yine, Kafkasya’da Bıruki aşireti içerisinde Şeyh olarak kabul görülen son dedemiz olan Mehmet Sait ise, sadece feqe (din dersi talebesi) düzeyinde dini eğitim gördüğünü, aile büyüklerimizden duymuştum. Hülasa, bir feqe, yâda bir imamın Şeyh sayılmasının hiçbir tarihsel ve ilimsel realitesi yoktur ve olamaz.
Kürd olan her Şeyh’in, umumiyetle herhangi bir aşiretle mutlaka bir bağı vardır. Kendine Şeyh deyip ama herhangi bir Kürd aşiretiyle bağı bulunmayanların geneline yakını, Hint Çingene’si, Pers dilencisi, Medine Çingene’si ve Çöl Bedevisi gibi toplumlara ait olma ihtimali oldukça yüksektir. Abbasi halifesi olan, Ebu Cafer Harun er-Reşid el-Mehdi, 806 tarihinde Rakka’da ikamet ettiği sıralarda, taşkınlıklarda bulunan halktan oldukça muzdarip oldu. Çünkü toplumu dizayn edecek Tarikat Şeyh’lerinin Rakka ve civarında sayısı oldukça az idi. Bu meyanda, Medine varoşlarında koloni oluşturan Çingene’ler gayrimübahi ve acımasızlıklarıyla adeta ün salmışlardı. Arap’larda kabile büyüklerine Şeyh denildiği için, tabii olarak Medine Çingene’lerinin büyüklerine de Şeyh denilmekteydi. Arap kültürüyle yoğrulmuş bu Medine Çingene’si Şeyh’lerinden bir kısmı, Rakka’ya getirtilerek halkı disipline etmek için zamanla Bizans’lıların terk etmek zorunda kaldığı şimdiki doğu Anadolu’nun bir kısmı ile, Suriye ve Mezopotamya’nın muhtelif lokasyonlarına serpiştirildi. Diğer yandan, uçsuz-bucaksız Arap çöllerinde başıbozuk şekilde deve sürüsüyle gezinen Arap Bedevi kabile reislerinden de bir kısmı, zamanla söz konusu bölgelerde Şeyh olarak vazifelendirildi. Bir başka örnekte ise, Gazneli Mahmud’un 1001-1027 yılları arasında Hindistan’ın Karaçi (Karaçi’den gelenlere, Qereçi yâda Mırtıv denilir) bölgesine yaptığı 17 seferlik askeri akınlar sırasında, esir olarak getirdiği ve dünyanın muhtelif bölgelerine dağılan yüzbinlerce Hintli’den bazıları, zamanla Kürd’ler arasında Şeyh’lik işlerine soyunmuş ve ahali tarafından kabul görmüştür. Bir de, Pers (dilencilik manasına gelen Pars kelimesi, Pers kelimesinden türemiştir) devleti sınırları içerisinde hüküm sürmüş olan Kürd beylikleri döneminde, beyitler ve ilahiler eşliğinde tef enstürmanını çalan Pers’lı dilenci(parsek)’ler de, zaman içerisinde Şeyh’lik iddiasında bulunmuşlardır. İşte bu nedenle, Kürd coğrafyasında aşiretsel bağı olmayan Şeyh’lerin birçoğu bu toplumların soyundan geldiği kuvvetle muhtemeldir. Dolayısıyla, kısmen Arapça okuma-yazması olup, idüğü belirsiz pek çok kişiye, ahali tarafından Şeyh’lik yakıştırması yapılmıştır.
Gerek tarikat Şeyh’leri olsun ve gerekse Şeyh olmadığı halde kendilerine Şeyh denilen kesim olsun, halkı ekonomik yönden sömürmek ve Şeyh’liğin statüsel kutsiyetini daha da pekiştirmek uğruna, Kürd’lerin birçok ulusal kazanım ve değerlerinin yozlaşmasına sebep olmuşlardır. Örneğin, Şeyh’ler de, tıpkı İmam’lar ve Seyyid’ler gibi, herhangi bir dinsel konuda vaaz verirken, evvela Arap’ça izahat yapar, daha sonra Kürdçe’ye çevirirler. Çünkü Şeyh’ler sürekli bu spesifik yöntemi kullanarak, evvela yaptığı Arapça izahatla, Arapça’nın kutsal bir dil olduğuna inandırılan bilinçsiz yığınlarını kolayca etkilemeği hedeflemişlerdir. Bu yöntem, Şeyh’lerin, İmam’ların ve Seyyid’lerin kutsallığına ve parasal servetlerine muazzam derecede değer katmıştır ve katmaktadır. Böylece, Arapça’yı ve Arap’lığı kutsal saymaya teşvik edip, Kürdçe’nin değersiz bir dil olduğunu, Kürd’lüğün ise, değersiz bir ırk olduğunu zımni olarak halka empoze edilmesine neden olmuşlardır. Örneğin; Şeyh’ler, asla kökenlerini Kürd tarihinde önemli bir yer edinmiş olan alim, kahraman ve lider sayılan Mela’yê Batê’ye, Baba Tahırê Üryan’a, Ahmed’ê Xani’ye, Rostem’ê Zal’a, Selahaddin-i Eyyubi’ye, Ebu Müslüm’ê Xorasani’ye, Kürd Mir’lerine, Şeddadi ve Mervani Kürd Kral’larının soyuna dayandırmak istememişlerdir. Görüldüğü gibi, ısrarla kökenlerini peygamber taraftarı olan Arap soylularına dayandırmaya çalışırken, hiç birisi kökenini Mekke’nin yöneticisi olan ve aynı zamanda peygamberin muhalifi olan Ebu Cehil’e, halife Muaviye’ye, halife Yezid’e ve benzerlerine dayandırmak istememiştir. Kimi Şeyh, soyunu peygamber taraftarı olan amcası Abbas’a dayandırıp, ama peygamber karşıtı olan diğer amcası Ebu Leheb’e dayandırmaktan özenle kaçınmıştır. Oysa, peygamberin bir amcasıyla akraba olan bir kişi, tabii olarak diğer amcasıyla da akraba sayılmaktadır. Dolayısıyla, çıkarsal açıdan işlerine geldiği gibi, kendilerini kimliklendirme gayreti içerisinde olmuşlardır. Çünkü Şeyh, İmam ve Seyyid’ler kendi kişisel menfaatleri için, egemen Arap kimliğine, kültürüne ve inancına hizmet edip yüceltmişlerdir. Dolayısıyla, Kürd’lerin tüm değerlerinin değersizleştirilmesine ön ayak olmuşlardır ve hala olmaya da devam etmektedirler…
21/10/2020
Mustafa BALBAL
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.