Feridun Yazar: “Kürdler bugün köle olarak yaşıyorsa, bu biz Kürdlerin dedelerinin suçu ve ayıbıdır” derdi. Eğer Feridun Yazar ve onun gibi cesurların haykırdığı şekilde, yapılan yanlışlara karşı cesurca haykırılmazsa, Kürd tarihi yanlış biçimde dizayn edilmiş olur.
Raflarda henüz yerini alıp, Kürd tarihi nasıl okunmalı realitesine odaklanmak suretiyle dikkatleri üzerine çeken bir kitaptan kısaca söz edeceğim.
Antik çağ, orta çağ ve yeni çağı kapsayan Kürd tarihi kronolojisinin sosyal, siyasal ve ulusal yönlerinin sosyolojisi nasıl okunmalı realitesini objektif bir şekilde kaleme alan yazar İbrahim Küreken’in “Tarih Okumaları, Kürdlerin Hikayesi” başlıklı kitabı okuyucusuyla buluştu. Kürd tarihinin mübalağa edilmiş yanına yönelik eleştirel bir bakış açısıyla kaleme alınan bu kitap, birçok somut belgeyle desteklenmiştir. Özellikle, Kürd tarihinin bugüne değin mübalağa edilmiş yönünü tavzih edip reel mecrasına oturtan cesur bir çalışmadır.
Yazar İbrahim Küreken’in bu uzun soluklu çalışması, statik formatın dışında bir çalışmadır. Çünkü Kürd tarihini tüm yönleriyle ele alıp irdelerken, tarihsel realiteye riayet ederek, olumlu eleştirilerle hak teslimine de özen göstermiştir. Kanımca, bu güne değin Türk tarih tezinin adeta ruh ikizi gibi mübalağa edilmiş bir Kürd tarihi yaratma gayretlerine karşı, bu kitap iyi bir cevap niteliği taşımaktadır.
Özellikle İslamiyet’in yayılmacılığıyla beraber, Kürdlerde ümmetçiliğin tabu haline gelmesi ve buna bağlı olarak millet duygusunun giderek zayıflaması olgusunu mantık çerçevesinde çözümlemeğe çalışmıştır. Yine, Kürd Mirliklerden son Kürd isyanlarına kadar olan süreçteki Kürd liderlerin sosyal ve siyasal yönlerinin Kürd ulusal mücadelesine nasıl bir etki yaptığını somut belgelerle ortaya koyup sağlıklı bir bakış açısıyla izah etmektedir. Bu etkinin bir sonucu olarak, Kürdlerin bugün içinde bulunduğu facianın neden ve sonuçlarını da bir-bir açıklamaktadır. Bu facianın süregelen Kürd liderlerin idrak ve nitelik zafiyetlerinden nasıl kaynaklandığı gerçeğini yine objektif bir ussallıkla izah etmesi, kitabı daha da önemli kılmaktadır.
Mübalağa edilen Kürd tarihine dönük eleştirilere oldukça ışık tutan bu kitap, sunduğu pek çok sağlıklı analizle bu eleştirel yazıma da oldukça soluk aldırdığını söyleyebilirim. Bu yazım, bu güne değin mübalağa edilmiş Kürd tarihine dönük bende birikmiş eleştirilerin bir infilakı niteliği taşımaktadır. Çünkü, ego tatminine kurban edilmek istenen Kürd tarihi, maalesef gülünç duruma düşürülürcesine mübalağa edilerek, reel tarihin dışında farklı işletilmeğe çalışılması sakıncalı bir durum yaratmaktadır. Abartılıp gerçeğinden saptırılarak yaratılmağa çalışılan bir tarihin eleştirilmesi yâda reddedilmesi, birilerini rahatsız etse de, tarihsel hataların tavzihine gayret etmenin milli bir görev olduğu düşüncesindeyim.
Mübalağa edilmiş Kürd tarihi dışında, reel Kürd tarihine bakıldığında, ilk çağın başlarında varlık gösteren Sümer kent devleti döneminde yazılmış kil tabletlerde Kürdlerin ismi sıkça anılmıştır. Yine Sümerlerden sonraki antik uygarlıklar dönemde de değişik isimlerle anılmışlardır. İlk çağın sonlarına doğru kurulan ve İrani bir halk konfederasyonu olan antik Med İmparatorluğu döneminde ise, Kürdlerin ismi daha da çok zikredilmiştir. Kürdler, Med imparatorluğunun sonları sayılan M.Ö 550’den sonra takriben 1300 yıl gibi uzun bir süre adeta sessizliğe gömülmüştür. Kürdler M.S 770 yılında Urmiye’de kurdukları Sadakiyan ilk Kürd devletiyle beraber tekrar tarih sahnesinde görülmeğe başlar.
Bugüne değin elde edilen pek çok arkeolojik veri ile antropolojik teoriler bu durumu fazlasıyla ispatlamaktadır. Tüm bu bilimsel veri ve teoriler ile öne sürülen bir takım hipotezler bir bütün olarak ele alındığında, Kürdlerin, Sümerlerle başlayan tarihten itibaren, Mezopotamya’da biten bir kavim olduğu gerçeği, ilgili bilim otoritelerince de kabul edilmiştir.
Kürdlerin bir kesimi tarafından yukarıda sıralanan tarihsel gerçekler adeta deformasyona uğratılıp mübalağa edilerek yeni bir Kürd tarihi yaratılmak istenmektedir. Örneğin; Sümer tarihinden çok önceki paleolitik döneme kadar Kürd tarihinin elastiğe edilmesi, daha sonraki neolitik dönemde de Kürdlerin egemenlik kurduğu ve daha sonra Sümerlerin ve Akadların varlığına son verdiği gibi temelsiz savlar öne sürülmektedir. Bu yönlü savlar, Kürd tarihini baştan sona uydurulmuş olan Türk tarih teziyle yarıştırmaktan başka bir şey değil. Maalesef mübalağa edilmiş Kürd tarihinin bu şekli, birçok kişinin egosunu okşadığından kabul görüp kuşaktan kuşa ödünçlenmektedir. Aslında bu durum Kürd tarihi ve kültürü açısından sakıncalı bir durum yaratmaktadır. Yazar İbrahim Küreken, yeni kitabında yer verdiği somut belgelerle, Kürd tarihinin bugüne değin gerçeğinden saptırılıp abartılan tarafını bir hayli çürütmüştür.
Kürdler tarafından birçok uygarlığın kurulduğu yönündeki yaklaşımlar, şüphesiz beraberinde pek çok kuşku ve tartışmayı da getirmiştir. Kim ne yazarsa yazsın, ne savunursa savunsun, insanlık tarihi dokusu, reel olmayan hiçbir yaklaşımı kabul etmez. Çünkü antik dönemde millet ve ümmet gibi çağdaş kavramlar olmadığından, bölgesel bir karma kavimlerin kolektif gücünden kaynaklanan antik uygarlıklar kurulmaktaydı.
Sümerolog Samuel Noah Kramer’in bilimsel çalışması olan “Tarih Sümer’de Başlar” başlıklı kitabı Zagros dağlarında yaşayan Karda(Kürdler)’lardan söz etmektedir. Karda’ların Sümerlerden sonraki uygarlık olan Akadlara yönelik yaptıkları saldırılarından söz ederken, Karda’ların egemen ve ultra bir güç olduklarından söz etmemektedir. Ancak, Akadlar döneminde Karda’ların kabileler şeklinde Zagros dağlarında yaşadığı ve zaman-zaman Akadlara saldırdıkları gerçeği, Akad döneminin kil tabletlerinde de geçmektedir. S.N. Kramer de kendi kitabında bu tabletlerden sıkça bahsetmektedir.
Antik Med uygarlığı konusuna gelince, yine bu uygarlığın homojen bir Kürd uygarlığı olduğu konusu mübalağa edilmektedir. Med uygarlığının Kürdler tarafından kurulduğuna ilişkin pek çok faklı görüş bulunmaktadır. Bu farklı görüşler, Kürd coğrafyasında yapılan arkeolojik kalıntılara ve bulunan fosillerin genetik yapı verilerine dayandırılmaktadır. Bu konuyu irdeleyen V.Minorski, sözkonusu verilere dayanarak, Medlerin proto Kürdler olduğunu söylemektedir. Tarihçi W. Jwaideh de, Medler’in bugünkü Kürdlerin atası olduğunu savunur. İrani diller çözümleyicisi D.Neil MacKenize ile W. Bailey gibi dilbilimciler ise, Kürd bölgesinde elde edilen Med’ce yazılı metinleri incelemiş ve metinlerin Kürdlere ait olduğu sonucuna varmışlardır. Berlin Özgür Üniversitesi Kürdoloji Kürsüsü Başkanı antropolog M.Van Bruinessen ise, bu konuda karşıt bir görüş savunarak, Medlerin Kürdlerin atası olmadığını söyler. G.Windfuhr ise, Kürd dilini Med dilinin bir alt katmanı olarak kategorize etse de, Med resmi dilinin daha çok Partça diline benzediğini söylemektedir.
Aslında Med Uygarlığı, İrani halklardan müteşekkil bir konfederal yapı olduğu yönünde genel bir kabul var. Çünkü Med İmparatorluğunun sınırları dâhilinde pek çok kavim yaşamaktaydı. Dolayısıyla Medlerin salt Kürdlerden ve Kürd egemenliğinden müteşekkil bir organizasyon olmadığı anlaşılıyor. Şöyle ki, Med uygarlığı Kürdler, Peştunlar, Lurlar, Beluçlar, Tacikler, Afganlar, Soğdlar ve Farslar gibi birçok İrani kavimden ibaret olan bir uygarlık olduğu anlaşılmaktadır. Hangi kavim hangi bölgede yoğun ve etkin ise, o bölgedeki kitabeler, tarihi kalıntılar, genetik analizler ve anlatılar o kavimden söz etmektedir. Ayrıca hangi kavim hangi bölgede yaşamışsa o bölgenin hükümdarı o kavimden olmuştur. Örneğin M.Ö. 240’lı tarihlerde Sasani kralı I.Erdeşir Papakan, Med İmparatorluğunun Kürd bölgesinde meydana gelen bir savaşı yöneten bir Kürd hükümdarından söz etmektedir. Şöyle ki, tarihin mübalağa edilmiş şekli bir kenara bırakılırsa, Kürdler tüm bu İrani halklarla beraber Med imparatorluğunu kurduğu ve onlarla beraber yönettiği anlaşılmaktadır.
Yukarıda isimleri sıralanan birçok bilim insanı, Medlerle ilgili farklı görüşler ortaya koymalarına rağmen, Kürd tarihini mübalağa edenler, Medlerin homojen bir Kürd kavmi olduğu ve tüm Med imparatorluğunu tek başına yönettiği konusunda temelsiz ısrarlarını sürdürmektedir. İşte bu şekilde, Kürd tarihi mübalağa edilerek, güvenirliği yitirilmiş olan abartılı Türk tarihine benzetilmeğe çalışılmaktadır. Kürd tarihini mübalağa edilmesinin diğer bir nedeni ise, antik uygarlıklardan günümüze kadar olan tarih ile olgusal sosyolojinin iyi okunmamasından kaynaklanmaktadır. Yani, bir halk kendi tarihini doğru okumazsa, kahramanlık hikâyeleriyle kendini kandırmaya çalışır.
Halk denilen özne, aynı toprak parçası üzerinde beraber yaşayan, dil, tarih, ekonomik yaşam, ruhsal yapı ve kültürel yönden ortak özellikler taşıyan en geniş insan topluluğudur. Sıralanan tüm bu özellikler Kürdlerin halk sayılabilmesini yeterince ispatlamaktadır. O nedenle, bir kavim sayılabilmesinin kanıtı olarak, Kürdleri illede Medlere yâda başka bir antik uygarlığa dayandırmanın pek anlamı yoktur. Dolayisiyla Kürd tarihini, şişirilmiş Türk tarihine benzetmeğe kimsenin hakkı olmadığı gibi, reel tarihe riayet etmek de bir o kadar ahlaki bir görevdir. Bu nedenle, hudutları fazla zorlamanın hiç bir lüzumu yoktur.
Kürdlerin genelde sözlü tarihi ile kısmen yazılı tarihi, aşiretlerin, kabilelerin, ata-babaların ve ailelerin olduğundan fazla abartıldığı methiyelerle bezelidir. Kılamlar ve anlatılar bu tür öznel mübalağalarla dolup taşmaktadır. Birçok kişi ise, bu tür abartılarla kimlik bulmaya çalışmaktadır. Süregelen bu tür kof avuntular, Kürdleri hep yerinde patinaj yapmağa mahkûm etmiştir. Methedilenlerin birçoğu, ulusal anlamda değil, sadece kendi şahsi çıkarı konusunda eşsiz ve emsalsizdi. İşte böyle abartılı ve yanıltıcı bir tarih yaratılınca, bugün elde sıfırdan başka hiç bir şeyin kalmadığı görülmektedir.
Madem herkesin aşireti, dedesi ve babası bu kadar güçlüydü, kudretliydi, egemendi, cesurdu o zaman neden bugün Kürdler hala köle statüsündedir? Neden tüm İrani kavimler birer hür millet oldu, sadece Kürdler hür bir millet olamadı. Demek ki, burada tekrarlanan abartılar, yanlışlar, yanıltılar ve yanılgılar var. Ve hala ısrarla sürdürülen yanlışlar için herhangi bir doğru cevap aranmamaktadır. Birçok Kürd, ailesini kahraman olarak lanse etmeğe çalışırken, bugün Kürdlerin içinde bulunduğu facianın birer sorumlusunun kendi dedesi olduğunu bilmeyecek kadar dedesine benzemektedir.
Urfa eski Belediye Başkanı ve Halkın Emek Partisi Genel Başkanı merhum Feridun Yazar’ı bir kez daha saygıyla yâd ederken, onun bu konuda daima söylediği bir sözü hatırlatmadan geçemeyeceğim. Feridun Yazar: “Kürdler bugün köle olarak yaşıyorsa, bu biz Kürdlerin dedelerinin suçu ve ayıbıdır” derdi. Eğer Feridun Yazar ve onun gibi cesurların haykırdığı şekilde, yapılan yanlışlara karşı cesurca haykırılmazsa, Kürd tarihi yanlış biçimde dizayn edilmiş olur.
Yine reel tarih penceresinden Kürdlerin orta çağ tarihine bakıldığında, Kürdler 7.yy’dan itibaren sırasıyla Sadıkiler, Şeddadiler, Hezbaniler, Hasanveyhiler, Mervaniler ve Rewadiler gibi pek çok devlet kurmuşlardır. Bu durum asla tartışma götürmemekle beraber, bu devletlerin etnik yapısı ise, tamamen Kürd kavminden müteşekkildi.
O tarihlerde Kürd asıllı Selahaddini Eyyubi de, “Eyyubiler” ismiyle ümmetçi bir İslam devleti kurmuştur. Lakin, bazı Kürd tarihçileri bu devletin de bir Kürd devleti olduğu yönünde iddialar öne sürmektedir. Ancak bu iddialar beraberinde derin tartışmaları da getirmektedir. Çünkü bu devletin demografisi, temel inanç perspektifi, örgütsel ve eylemsel biçimi tartışmasız olarak ümmetçi bir İslam devleti olduğunu göstermektedir. Arap kültürüyle şekillenmiş olan bu ümmetçi Eyyubi İslam devletinin hâkimiyetinden itibaren, Kürdlerde “kavim” duygusu yerine “ümmet” duygusu yer alarak Kürdlerin köleleşmesinin ilk temelleri atılmıştır.
Özellikle bu tarihten itibaren, hiçbir halkta olmadığı kadar, Kürdler ruhunu ümmetçiliğe teslim etmiştir. Bunun karşılığı olarak, evvela Araplar Kürdleri kılıçtan geçirerek köleleştirmiştir. Daha sonra diğer İslami kavimler sırasıyla kılıçlarını Kürdlerin boynuna dayamıştır. Kürdler ise, kılıçtan geçirildikçe kavim duygusundan uzaklaşarak ümmetçiliğe daha fazla sarılmışlardır. Kürdleri kılıçtan geçiren İslami kavimler ne kadar haksız ise, ümmet uğruna kendini kılıcın altına yatırmağa mahkûm eden Kürdler de bir o kadar suçludur. Çünkü, ağzı açık kümesten tavuk çalan hırsız ne kadar suçluysa, kümesin kapısını açık bırakan kümes sahibi de bir o kadar suçludur!
Eyyubi devleti, bir Kürd devleti olsun veya olmasın, sonuçta bu devlet Kürdleri kavim duygusundan uzaklaştırıp ümmet duygusuyla köleleştirilmelerine zemin hazırlayan sakıncalı bir kültür yaratmıştır. Selahaddini Eyyubi, Abbasi İslam devletinin kurucusu olan Kürd asıllı Ebu Müslümi Horasani’yi örnek alarak, ondan ödünçlemiş olduğu bu kültürü kendi döneminde tatbik etmiştir. Bu nedenle Kürdler o tarihten itibaren etnik, siyasal, sosyal ve ekonomik açıdan felakete sürüklenmiş oldular.
Selahaddini Eyyubi, Kudüs’ü Haçlılardan alıp onları yenilgiye uğratması, batılıların tarih boyunca Kürdlere olan bakış açısını da olumsuz yönde etkilemiştir. Selahaddini Eyyubi’nin Haçlı kıyımı ile, Botan Miri Bedirhan Bey’in 1830’larda yine aynı dini duygularla Süryanilere karşı gerçekleştirdiği saldırılar, birinci dünya savaşı sırasında Kürdlerin bağımsızlık istemlerine darbe indiren önemli nedenlerdendir. 1917 tarihinde tekrar Afrika kıtasına hâkim olan İngilizlerin etkin Generallerinden biri olan Edmund Allenby, ayağını Selahaddini Eyyubi’nin mezarına koyarak: “Kalk Selahaddin biz yine geldik” demesi, 730 yıl sonrasında bile konunun hala kapanmadığı anlaşılıyor.
Böylece, ümmetçi Eyyubi İslam devletinin Haçlı güçlerine karşı gerçekleştirdiği bu kanlı savaşın faturası Selahaddini Eyyubi’nin Kürd oluşu nedeniyle Kürdlere kesilmiştir. Kürdler, süregelen bu yanlış algıyı düzeltmek yerine, hiçbir ilgisi olmadığı halde, bu Eyyubi devletinin bir Kürd devleti olduğu ve Selahaddini Eyyubi’nin de bir Kürd kahramanı olduğuyla övünmektedir. Bu övgüyle, Avrupalı Haçlıların o dönemki yenilgisi gereksiz ve bilinçsizce alkışlanmaktadır.
Aslında Kürdler bu hatayı yaparken, neler kaybettiğinin farkında değildir. Çünkü Selahaddini Eyyubi’nin ümmetçi Arap ordusu tarafından öldürülen on binlerce Hıristiyan’ın tamamı İngiliz, Fransız, Portekiz, İtalyan, İspanyol ve Almanların dedeleriydi. O dönem öldürülen Hıristiyanların bugünkü torunları I. dünya savaşı sırasında Ortadoğu coğrafyasını şekillendiren ve tüm halklara devlet kurdurup sadece Kürdleri köleleştiren Sykes-Pıcot projesinin mimarları olduğu unutulmaktadır. Bugün, başı sıkışan her Kürdün dayandığı ve bir sonuç alamadığı kapılardan olan Avrupa Birliği, Avrupa Birliği Güvenlik Konseyi, Avrupa Parlamentosu, Avrupa Komisyonu, Avrupa Birliği Konseyi, Avrupa Birliği Zirvesi, Avrupa Birliği Adalet Divanı, Nato ile Sosyal, siyasal ve ekonomik birçok batı kurum ve komitelerin sahipleri işte o Selahaddini Eyyubi’nin ümmetçi Arap ordusu tarafından öldürülen kişilerin torunlarıdır. Bunların intikam hisleri ile tarihsel hafızaları oldukça güçlüdür!
Tüm bunlara rağmen ümmet duygusu Kürdlerde şuursuzca baskın olmağa devam ederken, Arap, Türk, Fars ve diğer İslami unsurlarda bu duyguya pek rastlanılmaz. Tam tersine söz edilen milletlerde millet duygusu egemen olmuş ve tüm haklarını elde ederek üst güvence denilen devlet organını kurmuşlardır. Ümmet duygusuyla avunup-övünen Kürdler ise, tüm ulusal haklarını kaybetmeye mahkûm olmuşlardır. Bir milletin haysiyetini koruyan devlet, kimlik, dil, kültür ve tarih gibi tüm ulusal haklarını kendi elleriyle yitirdikleri görülmektedir. Dolayısıyla, Eyyübiler’den itibaren Kürd toplumunun sosyolojik evrelerinde ümmet duygusundan başka, kavim ve millet gibi olması gereken duygulara pek rastlanmamıştır. Ümmet duygusuyla yoğrulmuş Kürdler, millet duygusundan uzak bir şekilde örgütlü aşiret alan hâkimiyeti tarzında yaşamışlardır. Din motifli bu Kürd aşiretleri, Osmanlı ve Fars devletlerine bağımlı olan Beylik yâda Mirlik denilen otonom idarelerle varlığını sürdürmüştür. Görüldüğü üzere, bu otonom idareler, ulusal amaç gütmemiştir. Sadece Bey ve Mir’in bireysel çıkarı çerçevesinde örgütlenip faaliyet göstermiştir.
Bu Kürd Mirlikleri, merkezi hükümetlere karşı oldukça uslu dururken, birbirlerine karşı giriştikleri kanlı çatışmalarla yiğitliklerini ispatlama yarışına girmişleredir. Bu tür boş işlerle uğraşan Mirler, bireysel çıkarları istikametinde merkezi hükümetlerle işbirliğine girerek, diğer mirlikleri yıktırmıştır. Son olarak, Êzdinşêr de Osmanlı’yla işbirliği yaparak, amcası Bedirhan Beyin Mirliğini yıktırmıştır. Êzdinşêr kendi sonunu da hazırlayarak işbirliği yaptığı Osmanlı tarafından Mirliği yıktırılıp sürgün edilmiştir. Yazar İbrahim Küreken, kendi kitabında somut belgelerle bu konuda tarihe yeterince ışık tutmaktadır.
Mübalağa edilen Kürd tarihinde, Beyliklerin bu tür ihanet ve beceriksizliğine hiç değinilmediği gibi, Beylik ve Mirliklere methiyeler dizilerek reel tarih saptırılmaktadır. Toplumların sosyolojik evrelerinden biri sayılan Beylik kurumu sürecinden sonra, pek çok millet mutlaka devletleşmiştir. Ama görüldüğü üzere, Kürdlerde bu süreç tersine işlemiş. Takriben 750 yıl gibi uzun bir süre Beylik, Prenslik ve Mirlik gibi örgütlü yapılarla varlık gösterilmesine rağmen, varılması gereken noktaya maalesef ulaşılamamıştır.
Bu yapılar, iç didişmelerle zaman harcayıp genel bir hakimiyete teşebbüs etmemiştir. Muazzam bir askeri güce sahip bu Beylikler, Osmanlı ve Farslardan gelen saldırılara boyun eğerken, başka bir Kürd Beyinden gelen en ufak bir saldırıya karşı nedense tüm gücünü kullanıp kanlı biçimde ve misliyle karşılık vermiştir. Bugün hala bir Kürd, sıradan bir devlet memuru karşısında eli-ayağı birbirine dolanırken, kendi halkına karşı adeta kahraman kesilmektedir. Çünkü “Kürd Kürde karşı yiğittir” kültüründen beslenilmektedir. Oysa 3-4 Beyliğin birleşmesiyle hem Osmanlı ve hem Fars orduları yenilgiye uğratılıp rahatlıkla devletleşmenin önü açılabilirdi.
Kürdlerin devletleşmesini önemsemeyen Kürdler, kendi güçleriyle Alparslan’ın ordusunu zafere ulaştırdı. Çünkü Alparslan’ın ordusunun geneline yakını Kürdlerden oluşmaktaydı. Onun için, Arap kronikçilerin aktardığına göre, Alparslan’ın ordusu, adeta bir Kürd ordusunu andırmakta imiş. Alparslan’ın ordusunu güçlü hale getiren Kürdler tarih boyunca kendileri için böyle güçlü bir ordu kurmak istememiştir. Kürdlerin Bizanslılara karşı Alparslan’ın yanında yer almasının nedeni yine ümmet duygusundan başka bir şey değildi. Alparslan ise, Kürdleri kullandıktan kısa bir süre sonra, Mervani Kürd devletine saldırarak ortadan kaldırmıştır.
İttihat Terakki dönemi ile Cumhuriyet dönemine bakıldığında yine Kürdlerin durumunda pek değişen bir şey yok gibi. Kürdler, bu dönemlerde de yine ulus duygusunu bir kenara itip ümmet duygusuyla hareket etmiştir. Kürdlerde ulus duygusunu baskılayan ümmet duygusu, İttihat Terakki ve Cumhuriyet dönemlerinde Saidi Nursi tarafından daha da hortlatıldığı görülmektedir. Saidi Nursi’nin hortlattığı ümmet duygusu, asırlar boyu etkisini sürdürecek kadar Kürdleri millet duygusundan uzaklaştırmıştır. Kürdler, Saidi Nursi’nin ümmetçi etkisinde kalarak, İttihat Terakki’nin ve Cumhuriyet’in de korumacılığını yapmıştır. Mele Selim İsyanı başta olmak üzere, tüm Kürd isyanlarına karşı çıkan Saidi Nursi, Osmanlı savaşlarında en ön saflarda savaşmış ve hatta Ruslara esir düşmüştür. Ümmet duygusuyla tüm Kürdleri de gayri müslimlere karşı savaşmaya teşvik etmiştir. Ama iş Kürd özgürlük mücadelesi noktasına gelince, tüm hiddetiyle ümmet duygusunu öne sürüp karşı çıkmıştır.
İttihat Terakki ve Cumhuriyet süreçlerinde Arap, Arnavut, Boşnak, Yugoslav, Rum ve Ermen halkları ulus duygusuyla hareket ederek, bağımsızlıklarına kavuşmuştur. Kürdler ise, ulusal geleceklerini ümmetçiliğe kurban ederek, daha sonra kendilerini kılıçtan geçirecek olan müslüman devletlerin karşısına dikilmenin dinen caiz olmadığı inancıyla ölümü ve köleliği seçmiştir.
Diğer yandan, Ebu Müslümi Horasani, Selahaddini Eyyubi ve Saidi Nursi’nin bugüne kadar Kürdlerin milli duygusunda yarattığı ağır tahribatın bir benzeri bugün silahlı PKK örgütü tarafından sürdürülmeğe çalışılmaktadır. Ümmet duygusuyla Kürdlerde millet duygusunun yok edilmesi gibi, PKK/HDP tarafından da halkların kardeşliği, bağımsızlığın çöpe atılması, sınıfsal mücadele, ekolojik yaşam ve demokrasi gibi pek çok aldatıcı kavramlarla Kürdlerin “bağımsızlık ve ulus duygusu” yok edilmeğe çalışılmaktadır.
HDP, Enfal soykırımında 300 bin Kürdü katledilip kadınlarını kirleten paramiliter Filistinlilere bağımsızlık isterken, Kürdlere sadece demokratik kırıntılar talep etmektedir. Bu konuda HDP’nin parti programında aynen şu ifadeler yer almaktadır: “Partimiz Filistin halkının bağımsız bir devlet kurma hakkını savunur ve işgal altındaki topraklarını kurtarma mücadelesinin yanında yer alır. İran yönetiminin baskı altında tuttuğu Kürd halkının siyasal statü, anadilde eğitim, kimlik hakları ve eşitlik, özgürlük taleplerini destekler.” HDP burada 3-4 milyon paramiliter Filistinliye tanıdığı devlet kurma hakkını, 50 milyon Kürde reva görmediğini bir kez daha açıkça belirtmektedir. Örneğin, PKK/HDP, güney Kürdlerinin bağımsızlık referandum sürecinde de egemen devletlerin paralelinde bir tutum sergilemekten geri kalmamışlardı. Hala da, her platformda Kürdlerin bağımsızlık taleplerini şiddetle reddetmeğe devam etmektedirler. Bu düşündürücü bir durumdur. Milyonlarca Kürd, HDP’nin bu sinsi programını ve bu yönlü karanlık politik taleplerinin farkında olmalarına rağmen, HDP’ye isteyerek omuz vermeleri de, bir o kadar düşündürücüdür.
Ümmetçi Kürdler, ümmetçiliğin ulusal birlik açısından sakıncalı bir durum olduğunu dile getirenleri şeytanlaştırarak hedef gösterirken, PKK/HDP ise, sürdürdükleri sakıncalı politikalarını ifşa edip eleştirenleri toplumda itibarsızlaştırarak hedef göstermektedir. Dolayısıyla bu yapılar, maksatlı şekilde Kürdleri ilelebet köleleştirmeğe çalışmaktadır. İşin en ilginç tarafı ise, Kürdlerin ezici çoğunluğu bu tehlikenin bilincinde olmasına karşın, ulusal kazanımları bir kenara itip, bu zararlı yapılardan bireysel olarak nemalanmayı tercih etmektedir. Bu da, Kürdlerin milli duygusu ile milli vicdanının söz konusu yapılar tarafından köreltildiğini gösteriyor. Bir halkın dünü ne ise, bugünü de odur!
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.