HDP (Halkların Demokrasi Partisi) milletvekillerinden Leyla Güven ile Musa Farisoğlu’nun vekilliklerinin düşürülmesi nedeniyle, toplanan HDP merkez yürütme kurulunun olağanüstü birleşiminde demokrasi yürüyüşü kararı çıkmıştı. Bu karar gereğince, 20 Haziran’da Ankara’da buluşmak üzere, 15 Haziran’dan itibaren HDP’li vekil ve yöneticilerden bir kısmı Türkiye’nin bir ucunda yer alan Edirne’den yürüyüşe geçerken, diğer bir kısmı ise Türkiye’nin diğer bir ucunda yer alan Hakkâri’den yürüyüşe başlamıştı. Ülkenin bir ucundan diğer bir ucu arasındaki iki bin kilometrelik devasa coğrafyada yaşayan seksen iki milyon kişinin neredeyse yetmiş milyonuna yakın insan kitlesi, yapılan yürüyüşe karşı oldukça ilgisiz kaldı.
Etnik statü itibariyle anayasada bu ülkenin asli unsuru olup ülkenin özellikle sosyo-kültürel ve siyasal yapısında belirleyici rol oynayan ve HDP’nin deyimiyle Türkiye halkları olan Laz, Çerkez, Gürcü, Arnavut, Arap ve diğerleri HDP’nin demokrasi yürüyüşüne asla sempatiyle bakmadı. Hatta daha da ilerisi, olası yakılacak bir işaret fişeğiyle, demokrasi adına yürüyen HDP’lilere zor kullanarak yürütmeyecekleri kuvvetle muhtemeldi. Bunların, HDP’nin temel felsefesi olan “Türkiye halkları, Barış ve Demokrasi” gibi söylemlerine karşı çok öfke dolu olduklarının geçmiş örnekleri sıralanabilir. Bu bakımdan, din ve milliyetçiliğin yoğun şekilde dışa vurum tonu Kemalist cumhuriyetin kuruluş felsefesinin doğrudan yansımasıdır denebilir. Buna bağlı olarak, devletin zirvesinden, sokaktaki simitçisine kadar herkes milliyetçi ve dinci bir kültürden gelmektedir. Çünkü, Kemalist sistem bu kavramlar üzerine inşa olunarak böyle bir toplumun oluşmasına zemin yaratmıştır.
Neredeyse tamamen Kürd’lerden oy alan HDP’nin, öncelediği Türkiye halklarının siyasi nicelik ve nitelik ölçüleri son genel seçim tablosuna şu şekilde yansımıştı: Türkçü-milliyetçiler (MHP ve İYİ Parti vd...) %22, islamcı-milliyetçiler (AKP ve SAADET vd…) %45, milliyetçi-Kemalistler (CHP ve Nasyonal Sosyalistler vd.)’in oranı ise %23’tür. Bu cenahın toplamının yarısından fazlası şeriat yanlısı iken, geri kalan kısmı ise, Türk tipi olan “tekçi-Türkçü” Kemalist demokrasisi rejiminden yanadırlar.
Öte yandan, evrensel değerlere sahip devrimci demokratların oranı az olsa bile, bu insanlar elbette ki, son derece saygındır. Çünkü demokrasi, barış, kardeşlik ve bilimi haykırmak bilinç, derinlik, zarafet ve cesaret ister. Ne yazık ki, gerçek Avrupa demokrasisini isteyenlerin kategorik oranı son derece azdır. Avrupa demokrasisini benimsemeyenler ise, bu ülkede anayasal ölçekte erk sahibi olacak kadar çoğunluktadır. Demokratik açılımları yapıp yapmayacak olan hükümetleri her defasında onlar seçerler. Bu durum, cumhuriyet kurulduğundan bugüne değin, kesintisiz olarak devam etmekteler. Anlaşıldığı üzere, HDP’nin bu ülkede batı demokrasisini tesis edebilmesi için, en az iki yüz yıl süreyle, yetmiş milyon kişinin zihnine hükmetmeye çalışması lazımdır ki, işin sosyolojisine bakıldığında HDP’nin bu yöndeki uğraşı hayalden öte bir şey değildir.
Kürd’lerin demokratik etnik taleplerini sert bir şekilde reddederek bunu her platformda açık şekilde beyan etmesi, gerek kendi tabanında, gerekse diğer Kürd’lerde tepkiyle karşılanmaktadır. Kürd’lerin kendi demokratik etnik sorunları nedeniyle HDP’ye oy verdiklerini, HDP’nin ise bunu görmezden gelerek, siyaset odağına “ Ekolojik Demokratik Yapılanma” kavramı ekseninde ülkeyi değiştirip dönüştüreceğini, çiçeği börtü-böceği siyasetin odağına yerleştirme ütopyası, Kürd’lerde rahatsızlığa neden olmaya devam etmektedir. Bir ölçüde kendi tabanının bir kısmını ikna etmiş görünsede, Kürd’lerin ekseriyetinde bu rahatsızlık bariz bir şekilde göze çarpmaktadır. Bu bakımdan, devletlerin kendi yurttaşlarının beyin kodlarıyla oynaması gibi, HDP de kendi tabanının beyin kodlarıyla oynayarak tabanının zihnini başka alanlara kanalize etmeğe dönük politikası, sürdürülebilir bir konjönktürel siyaset olamayacağı Kürd’ler tarafından vurgulanmaktadır.
Diğer yandan, HDP Kürd’lerin temel taleplerini dışlayan bir yığın direktifini, parti tabanına dayatması, tabanın bir kısmı ise, bu direktiflere koşulsuz riayet etmesi, kendi toplumsal tabanındaki düşünme yetisinin yitirilmesine evrilmesi, hem kendi kitlesinde hem diğer Kürd’lerde tepkiyle karşılanmaktadır. Hal böyle olunca da, bireyin kendi olmaması gibi aksak bir sosyal yapının oluşması kaçınılmaz hale geldiği görülmektedir. Kürd’lerin başat sorunu demokrasi sorunu olmadığı, bilakis sorunun HDP tarafından ulusal talepler düzeyinde ele alınması yönünde Kürd’lerin talepleri olduğu, dolayısıyla bu hakkın börtü-böcek ve çiçekten daha elzem olması gerektiği yönünde HDP’ye yoğun eleştiriler yöneltilmektedir. HDP ise, olup biten tüm bu eleştirilere kulak tıkayarak, yelkenlerini bir bilinmezliğe doğru açması, kitlesi başta olmak üzere Kürd’lerde tepkiye neden olmaktadır. Bu nedenle HDP doğudan batıya kadar, halk nezdinde giderek güven sorunu yaşmaktadır. Buna devamen, silahlı örgüt tarafından zaman zaman gerçekleştirilen silahlı eylemlere karşı HDP’nin nötr kalması ve Abdullah Öcalan için milletvekillerinin açlık grevine girmesi milliyetçi kesimin şiddetli tepkisine neden olmakla beraber, demokratik mücadeledeki politikası kamuoyu nezdinde inandırıcılığını yitirmektedir.
Çünkü silahlı siyaset ile sivil demokratik siyasete aynı perspektifte bakılamaz. Bu derin bir çelişki olur. Bu bakımdan, HDP Türkiye’nin diğer bölgelerindeki herhangi bir sosyal, siyasal yâda iktisadi sorunlara eğildiği durumlarda ahali tarafından itibar edilmemektedir. Dolayısıyla HDP bir Türkiye partisi olma eforunu boşa harcıyor şeklinde eleştirilerin odağında kendini buluyor.
Bunun yanı sıra, Edirne ve Hakkâri’den Ankara’ya yürümekle demokrasi oluşabilecek bir olgu değildir. Çünkü ülkenin sosyo-politik yapısı, inanç yapısı ile kültürel zemini buna müsaade etmez. Bilindiği gibi, din ve milliyetçilik kavramları demokrasi kavramıyla ters orantılıdır, biri arttığında diğerinin zayıflaması kaçınılmaz oluyor. Aslında laik demokrasi rejimi bir batı rejimi olup Hıristiyan dünyasıyla doku uyuşukluğu çerçevesinde oluşmuş bir sistem iken, İslami dokuyla uyuşacak bir sistem olmadığı her geçen gün daha da anlaşılmaktadır. Çünkü İslam dini çağa uyarlanamaz bir din olup, değişim ve dönüşüme tamamen kapalıyken, demokrasi ise tam tersi olarak bilimsel bir değişim dönüşüm ekseninde işler. Örneğin Allah’ın buyruklarına uyan bir mümin, evrim teorisini kabul etmesi durumunda, varsayılan öbür dünyada cezalandırılacağından ötürü, demokratik laik bir rejimi kabul etmesi mümkün değil. Bu bakımdan, Müslümanlar ancak “cihadi” hedeflerine ulaşmak için demokrasiyi araç olarak kullanırlar.
Hıristiyan dinine bakıldığında, Fransız devrim reformizasyonu sürecinde tüm gelişmelere kapı aralayarak laik demokrasi kültürüne olanak sağladı. Mikro kültürlerde değişim-dönüşün takriben bir asırda yaşanırken, makro kültürlerde sosyolojik olarak asırlar boyu sürebilmektedir. Milliyetçi-islam sentezli Türkiye’nin kalkınmışlık kültür düzeyine bakıldığında, Avrupa demokrasisinin evrim basamaklarında yer almadığını, Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye tüm kapılarını kapatmasından anlaşılmaktadır.
Demokrasinin diğer bir özelliğine bakıldığında, demokrasi bilimin odağındayken, bilim demokrasinin odağında olduğu gibi, aynı zamanda erdem ve hoşgörünün de teminatı olan bir rejim biçimidir. Örneğin, HDP’nin LGBT’lileri savunma politikası Türk-islam anlayışına mensup çoğunluk tarafından hoş karşılanmamaktadır. HDP’nin dindar kitlesi tarafından bile şiddetle eleştirilmiştir. Oruç tutmayan, namaz kılmayan ve içki içenlerin hoş karşılanmadığı ve şiddetle reddedildiği islami toplumlardan Avrupa demokrasisine inanılması beklenemez. Öte yandan, 5 milyar yıllık evrim teorisinin bilimsel ispatına göre, insanoğlunun varlık realitesi gereğince maymunla ortak bir primattan gelmesi teorisi hiçbir müslüman tarafından kabul görülmediği gibi, bunu savunanların hoş karşılanmadığı realitesi de göz ardı edilemez.
Tarım toplumunun karakteristik yapısını yansıtan Nuh tufanından takriben on bin yıl öncesine dayanan Adem’den üreme mitolojisine inanan bir toplumun Avrupa demokrasisini kabullenmesi olası değildir. Bu tür örnekleri çoğaltmak mümkündür. Tüm bu olgular irdelendiğinde, demokratik bir dönüşümün olabilmesi için, asırları alacak topyekûn bir sosyo-kültürel evrimsel sürecin geçmesi gerekmektedir. Türkiye’de birkaç bilim insanıyla bir avuç devrimci demokratın dışında laik Avrupa demokrasisinde ısrarcı bir yapı yok gibidir. Bu mantalite çerçevesinde, demokrasi rejimi dini öncelememektedir. Ancak inanç özgürlüğü kapsamında dini ritüellere olanak tanıyarak, cihadi ve irticai faaliyetlere müsamaha göstermez. Aynı şekilde silahlı şiddet eylemlerini de reddeder.
Türkiye’de takriben yetmiş milyonun kişinin yaşam biçimi ve lügatında dini terim ve dini motifler barınır ki, bu durum toplumun karakteristik yapısındaki ihtivayı berrak bir şekilde yansıtmaktadır. En değme Kemalist bile, ebeveynlerinin dindarlığıyla iftihar ederken bilime olan mesafesini camiye olan mesafesinden daha uzak tutmaktadır. Bilime mesafeli olan demokrasiye de mesafelidir. Bu tür toplum ve bireylerin din ve milliyetçilikleri demokrasiden çok daha önce gelir.
ABD’de ırkçı bir polis tarafından öldürülen siyahî George Floyd için sokağa dökülen kitlenin yüzde altmışı beyazlardan oluşmakta iken, Türkiye’de böyle bir durumdan söz etmek olası bile değildir. Dolayısıyla demokratik bir anlayıştan yoksun bırakılan toplumlar köle ruhlu toplumlara evirilerek oligarşik, teokratik ve diktatörlük gibi katı yönetimlerin reayası ve kılıcı haline gelirler. Bu tür katı rejimlerin panzehiri elbetteki Avrupa demokrasisidir. HDP’nin, bu tür toplumların sosyolojik realitesini hiçe sayarak demokrasi havarisi kesilmesi hülyaları beyhude olduğu kadar, kurumsallığını da aşan bir durumdur. Aynı zamanda kendi tabanını reel taleplerinden kopartıp dünyanın hiçbir yerinde örneği görülmemiş olan “ekolojik demokratik toplum” yaratma hayaline yönlendirmesi düşündürücü olmakla beraber, tamamen ütopyadan başka bir şey değildir.
Yürümeyi gerektirecek onca can alıcı olgular varken, öteden beri partinin önemli köşe başlarını kapanlardan biri olan Leyla Güven’in düşürülen vekilliği için iki bin kilometre yol yürümenin anlaşılır bir yanı yoktur. Leyla Güven’in sürdürdüğü ve aylar sonra çok diri bir şekilde ayağa kalktığı açlık grevinde kendisine destek amaçlı açlık grevine yatıp yaşamını yitiren dokuz genç için yürünmediğine göre, demek ki Leyla Güven’in vekilliği HDP için daha çok önemliymiş.
Demokratik mücadele verme iddiasında olan HDP, evvela kendi iç işleyişinde demokrasi mekanizmasını çalıştırmak durumundadır. Aksi durumda, dün olduğu gibi, bugün de kısalıp uzamayan seçmen sayısını arttıramayarak, sadece köşe başlarındaki yerlerini korumakla meşgul olmaya devam edeceklerdir. Kürd’lerin demokratik ulusal talepleri çözülmediği sürece, bu ülkede demokratik bir sistemin kurulması mümkün görülemeyeceği önermesinde bulunan Kürd kanadının eleştiri okları HDP’ye yönelmeye devam edeceğe benziyor...
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.