“O halde milliyetçilik ne vaat eder? Aşağıda vereceğimiz kimi örneklerin de göstereceği gibi, milliyetçilik yaşam alanlarının bölündüğü ve insanların köklerinden koparıldığı bir zamanda, güvenlik ve gözle görülür bir istikrar vaat eder. Milliyetçi ideolojinin önemli bir amacı geçmişe yönelik bir bütünlük ve süreklilik duygusunu yeniden yaratmaktır; bu uzaklaşmanın sınırlarını aşmak ya da modernliğin getirdiği birey ile toplum arasındaki boşluğu kapatmak.”
Tarihte her milletin kendi devletini kurmaya yönelmesi ve bu bağlamda da kendi tarihsel geçmişini aramaya ve canlandırmaya kalkışması, bir yandan kendini ve tarihini tanımlamaya gayret ederken, öte yandan siyasal eylemlerini geçmişin tarihsel mirasına dayandırması tesadüfî değildir. Çünkü bireyin, milli ‘bütüne’ dâhil olma sürecinin milletin tarihiyle ve değerleriyle özdeşleştiği oranda milli kimlik aidiyeti oluşur. Bireyin, milli bütüne dâhil olması bir süreç işidir ve bu sürece has örgütlenmeler, kurumlar eliyle yapılır. Tarihten süzülüp gelen milli hissiyat, milletleşme ve nihayetinde devletleşme süreci, karmaşık süreçlerdir. Zaman ve mekân boyutu ile farklılık arz eden milletleşme süreçlerini yok sayarak formüle etmenin bilimsel bir yanı yoktur. Bu nedenle farklı milliyetçilik tanımları yapılması hususu esasen buradan kaynaklanır ve milliyetçiliğin olumlu yanı genel olarak kabul görmektedir. Ayrıca, 1960’lı yıllardan sonra milliyetçilik üzerinde yapılan akademik araştırmalar, milliyetçilik denen toplumsal olgunun güncelliğini ve öneminin artırdığına işarettir. Milliyetçiliğin önemini korumasının sebepleri nelerdir?
Yerkürenin ulus devlet temelinde siyasal olarak bölünmesini meşrulaştıran ve bu bölünmede milleti hâkim öğe yapan ideoloji elbette milliyetçi ideolojiden başkası değildir. Bu şu anlama gelir, bugünkü milletler, her biri ayrı ayrı siyasal varlıklar olarak kendi bağımsız devletlerini kurma ve kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahiptir. Millet ister bu hakkı kullanmak için, ister konumunu sürdürmek için kendine bir meşruiyet kaynağı ararken, çoğu zaman geçmişe döner. Adına “milliyetçilik” dediğimiz ve modernizmle birlikte kendisini yeniden üreten olgunun meşruiyeti eski çağlardan beri var olduğunu iddia ederek kendisine has bir öz oluşturmasıdır. Modern bir olgu olarak kabul edilen milliyetçilik, aslında eskinin bir devamıdır. Belki de milliyetçiliğin temel niteliklerinden biri de budur. Yani milliyetçilik geçmiş olmadan yeniden kurgulanamaz. Ve bu geçmiş yeniden kurgulanırken geçmiş tarih de beraberinde millileştirilir. Elbette bunun siyasal olarak anlaşılır nedenleri vardır. Böylece siyasal tarih mücadelenin hedefleri çerçevesinde yeniden yazılmak zorundadır.
Ernest Renan, milleti tanımlarken şunları söyler: “Ulus bir hissiyat, ruhani bir ilkedir. Bu hissiyatı, bu ruhani ilkeyi aslında bir olan iki şey oluşturur. Bir geçmişte, diğeri şimdidedir. Biri ortak zengin bir hatıralar mirasına sahip olmaktır: diğeri şimdiki zamanda karara varma, birlikte yaşama arzusu, bölünmemiş halde aldıkları mirası geliştirmeye devam etme iradesidir.”[i]
Başta vurguladığımız gibi milliyetçiliğin tanımı ve tarihsel süreçteki gelişim evreleri karmaşık süreçlerdir. Milliyetçilik, eski ile yeniyi kendi bünyesinde barındıran, başka bir anlatımla eski elbiseleri giymeyi seven ancak geleneksel olanı da aşan modern bir anlayışı ifade eder. Bu noktada sanayi öncesi toplumlara baktığımızda insanlar geleneklerine ve toprağına bağlıdırlar, ancak siyasal iktidarla olan ilişki biçimi farklılık gösterir. Bugün milliyetçilik olarak tanımladığımız olgu, dün insanın algılayamadığı, tasavvur edemediği, siyasal davranışlarını belirleyen, hatta bireye dayalı dünyanın bölünmesi ve yeniden örgütlenmesinin esaslarını oluşturmuyordu. Bu nedenle milliyetçilik gelişim sürecinde toplumda var olan birçok faktörden etkilenir (dinler, mezhepler vb.) ve kendiliğinden gelişen bir akıma tekabül etmez.
Thomas H. Eriksen, milliyetçiliği ifade ederken “Hem yerel topluluk düzeyindeki etnisite çalışmaları hem de devlet düzeyindeki milliyetçilik çalışmaları, etnik ya da milli kimliklerin birer inşa olduğunu vurgular; onlar ‘doğal’ değillerdir.”[ii] der. Eriksen’in vurguladığı husus, milletleşmenin doğal bir süreç olarak kendiliğinden gelişmediği hususudur. Milletler zaten vardır ve sonradan yaratılan bir olgu değildir. Toplumun ya da etnik grubun içinden çıkan bir takım insanların öncülük ettiği, belirli bir etnik grubun çıkarlarını siyasal örgütlenmeye dönüştüren milliyetçi hareketler sonradan oluşur. Theodor Herzl ve arkadaşları İsrail milletini yeniden yaratmadılar. Dünyanın dört bir tarafına dağılmak zorunda kalan İsraillileri tek bir amaç etrafında örgütlemeyi ve harekete geçirmeyi sağladılar. Bu noktada Eriksen, insanların köklerinden koparıldığı, yaşam alanlarının bölündüğü zamanlarda ‘’milliyetçi ideoloji’’nin bütünlüğü ve sürekliliği sağlayan yegâne yol olduğunu da belirtir. Bu noktada milliyetçiliğin misyonu daha önemli hale gelir. Eriksen şöyle devam eder:
“ O halde milliyetçilik ne vaat eder? Aşağıda vereceğimiz kimi örneklerin de göstereceği gibi, milliyetçilik yaşam alanlarının bölündüğü ve insanların köklerinden koparıldığı bir zamanda, güvenlik ve gözle görülür bir istikrar vaat eder. Milliyetçi ideolojinin önemli bir amacı geçmişe yönelik bir bütünlük ve süreklilik duygusunu yeniden yaratmaktır; bu uzaklaşmanın sınırlarını aşmak ya da modernliğin getirdiği birey ile toplum arasındaki boşluğu kapatmak.”[iii]
Tam da bundan dolayı milli kimlik, bazı milletler için mevcudiyetini koruma ve geliştirme aracı iken bölünen, kökünden koparılmaya çalışılan, kendini yönetebilme hakkından mahrum edilen milletler için hayati öneme haiz, siyasal yaşamın en önemli ve vazgeçilemez öğesi haline gelir. Bu nedenle milliyetçilik, geçmişe dönerken bugünkü niteliğini de geçmiş dönemlere yaymak zorunda kalıyor. Yani düşünsel planda milleti bütün tarihsel sürece yayarak bütün dönemlerin tarihsel öznesi olduğu tezi ile hareket ediyor. Yani bugünkü milli topluluğu, tarih içinde hiç değişime uğramadan günümüze ulaşmış biçimi olarak kabul ediyor. Böylece gerisin geriye giderken milletin bugünkü bireylerinin bilincini de geçmişte yaşanmış atalarının bilincine taşıyor. Milletin bugün elde etmek için mücadele ettiği amaçların geçmişte de dedelerinin temel hedefleri olduğunu varsayar. Yukarıda geçmiş tarih de millileştirilir derken kast ettiğimiz budur. Yani geçmişte atalarının mücadelelerine de milli bir çerçeve çizilir. Geçmiş tarih ile bugün arasında böylece bir süreklilik sağlanarak günün siyasal koşullarına uygun bir biçim alır. Bu neye hizmet eder?
Siyasal açıdan ihtiyaç duyulan şeye, yani geçmiş, geleceğe ilişkin amaçları meşrulaştırmak üzere bugüne davet edilir. Çünkü milliyetçilik sadece kendi kaderini tayin etmekle işini bitirmiş saymıyor kendini, aksine milliyetçi ideoloji gözüyle bakılırsa statü ile birlikte yeni var olma şartlarına kavuşmuştur. Milliyetçi ideolojinin dinamizmi tam bu burada saklı, yani millet adına devletlere ve iktidarlara meşruiyet sağlamıyor sadece, kendini de aşarak milletin varlığının ötesine gitmeye çabalıyor.
Milliyetçilik ile ilgili uzun uzadıya teorik tartışmaların içine girmek istemem. Esasen ilgilenmeye çalıştığım alan da bu değildir. Daha çok Kürt milliyetçiliğinin tarihsel gelişimini tartışmak, Kürt milliyetçiliğindeki “arızi” durumlara dikkat çekmektir. Elbette konu milliyetçilik olunca teorik tartışmaları da beraberinde getirir. Yakın zamanda Sayın Ercan İlgin tarafından kaleme alınan ve Hivda İletişim tarafından yayımlanan “Milliyetçiliğe Yeni Bakış” adlı çalışma zengin bir tartışma zemini sunuyor. Aynı zamanda günümüze dair önemli tespitler içeriyor. Yazarın da önsözde belirttiği üzere; “Yine milliyetçilik, ezilen milletler için bir yönüyle ortak bir milli perspektif sunarken diğer yönüyle de onların, milli haklarının talebi doğrultusunda yürüttüğü mücadeleyi her zaman meşru bir temelde oturtmaya çaba gösterir. Dolaysıyla millettin çıkarlarını, kaygılarını merkezine alan bir düşünce biçimi olarak milliyetçilik, aynı zamanda millettin bu çabasının meşruiyetini de gözetmek zorundadır.” [iv]
Bu noktada altını çizmemiz gereken hususlardan birisi, kendi milletine milli bir perspektif sunarken, diğer yandan milletinin menfaatleri temelinde meşruiyet zeminini titizlikle korumasıdır. Bu nedenle milliyetçilik, ırkçılık ve şovenizm kavramları aynı kategori içerinde değerlendirilemezler. Her birisinin çıkış sebepleri, amaçları ve hizmet alanları farklıdır. Milliyetçilikle ırkçılık farklı kavramlar olduğu gibi, ırkçılık ve şovenizm farklı zamanlarda farklı amaçlara hizmet eder. Şovenizm, Ercan Hoca'nın da belirttiği gibi konjonktürel bir olgudur. Şovenizmdeki nefret söylemi belli bir toplumsal gruba veya gruplara yöneliktir. En bariz örneği Türkiye’dir. Türkiye’deki nefret söylemi Kürtlere yöneliktir. Devletin, yüz yıldır Kürtlere yönelik yürüttüğü politikanın bir sonucudur. Aynı nefret söylemi, Türkiye’ye gelip yerleşen, hayatın her alanında karşılaştığımız Araplara, Farslara, Afganlılara, Pakistanlılara karşı yoktur. Suriye iç savaşından dolayı gelen Araplar 'sorun' olarak kabul edilmediler. Türkiye'de birçok çevre, mültecilerin gelecekte “sorun” yaratabileceği iddiasıyla geri gönderilmelerini dillendirmektedirler. Nefret söylemi genele hitap eden bir içeriğe sahip olsaydı bunu ırkçılık olarak tanımlamak doğru olurdu.
Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için Osmanlıdan günümüze şovenizmin tarihsel süreç içinde hangi ihtiyaca binaen şekillendiği ve günümüze kadar neden ısrarla devam ettirildiğine kısaca bakalım. Balkanların Osmanlının elden gitmesiyle, devletinin küçüldüğü 1912-1922 yılları arası Osmanlılık teması birleştirici olmaktan çıkmıştır. Ayrılan Balkan milletlerinin ağırlıkla Gayrimüslim olmaları, devleti korumayı, mevcutları elde tutmayı amaçlayan Osmanlı elitleri yeni politik tutuma yöneldiler. Osmanlılık yerine Türk-İslam çizgisini ikame etmeyi daha uygun bulurlar. Yalnızca devleti korumayı amaçlayan Jön Türkler, Balkan Savaşlarının sarsıcı etkisiyle etnik ve dini farklılıkları ulus inşa sürecinde nüfus ve toplum mühendisliğinin temel prensipleri haline getirirler. Dolaysıyla İttihat-ı Terakki tarafından yürütülen emperyal karakterli şovenist politikanın hedefinde artık Gayrimüslimler ( Ermeniler, Süryaniler ve Rumlar) yer alır. Bu hususa dikkat çeken Barış Ünlü şunları söyler:
“İttihat ve Terakki’nin Türk-İslamcı politikası Gayrimüslimlerin tasfiyesini, güvenilmez olarak görülen bazı Müslüman grupların ise asimilasyonunu öngörüyordu. Özetle, ülkenin kurtarılması için uygun bir Türk ve Müslüman nüfus bileşeni yaratmak gerekiyordu. Bu, devleti ve toplumu bir organizma olarak gören, dolaysıyla vücudun uyumunu bozan tümörlerin kesilip atılması gerektiğini düşünen İttihatçı dünya görüşüyle tamamen uyumlu bir politikaydı.”[v]
“Sorun” kabul edilen toplumsal gruplara karşı küçümseyici, aşağılayıcı, korku ve kin içeren söylem ve politikalar geliştirilir. Önce Gayrimüslimler akabinde Kürtler adım adım dikte ettirilen şovenist politikadan yeterince nasibi alırlar. Yürütülen şovenist politikaya dair yüzlerce örnek verilebilir. Bunlardan sadece biri geçmişten biri de güncel olmak üzere iki örnekle yetinelim. Devlet arşivlerinden çıkan belgelerden biri de “Dersim Meselesi” başlığı taşımaktadır. Belge, Dersime yapılacak askeri, siyasi ve idari faaliyetleri içeren talimatlarını içermektedir. Belgenin giriş bölümünde Dersim’de yaşayan Kürtlerle ilgili genel bir tanımlama yapılmakta ve şöyle tarif edilmektedir: “…hâlihazırda bir Zaza-Kürt manzarası gösteren bu vahşi sürünün gerek bir birlerine ve gerekse çevresindeki muti ve masum insanlara karşı işlenmekte oldukları şekavet, soygunculuk ve yaptıkları azgınlıklar bugün için dayanılmayacak bir kerteye gelmiş olduğundan her işten önce bunun ıslahı çok lüzumlu ve önemli bir iş sayılsa yeridir.
Dersim meselesi ilgili vilayetlerin başaracağı mevzii bir mesele olmayıp ancak devletçe düşünülecek ve alınacak tedbirlerle düzeltilebilir ki bu da süel (askeri T.S.) kuvvetlerle kestirme(cezri surette-‘kökten’ T.S.) hareket etmekle veyahut idari tedbirler alınmakla kabil olabilir.”[vi]
Askeri ve idari birimlere gönderilen talimatta, Dersim Kürtleri için ‘vahşi bir sürü’, ‘soyguncu’ gibi tabirlerle tanımlandıktan sonra askeri kuvvetlerle ‘kökten’ sökülüp atılması istenmektedir. Oysa Dersim bir iç bölgedir ve Osmanlı döneminde mezhepsel farklılar nedeniyle dışlanmışlardır. Bu nedenle birbirine bağlı, çevre ile mukayese edilmeyecek kadar hümanist ilişkilere sahip bir toplumdur ve sadece kendisini koruma refleksi içindedir. Askeri olarak hedef alınan toplumsal grup (Dersim Kürtleri) aşağılanmakta, nefret dili kullanılarak öldürülmeleri gerektiği ifade edilmektedir. Ayrıca devletin yürüttüğü nefret söylemine dayalı insanlık dışı uygulamaların bir de diğer yüzü vardır. İmha uygulamalarına direnen Kürtlerin, meşru müdafaa temelinde direnmeleri de aşağılanır. Direnişçiler, ‘Şaki’, ‘sergende’, ‘eşkıya’, diye lanse edilir. Günümüzde de söz konusu şovenist politikanın örneklerine sıkça rastlamak oldukça sıradanlaşmıştır. Geçen hafta iktidara yakınlığı ile tanınan ATV adlı televizyon kanalında 'Yalnız Kurt' isimli dizinin yeni bölümü yayımladı. Dizinin bu bölümünde Kürdistan Bölgesel Yönetiminde suç işleyen bir Türk vatandaşı konu edilmekte ve yargılanan kişinin ağzından Kürtlere, Kürdistan Bölgesel Yönetiminin yöneticilerine ve sembollerine ağır hakaretler edilmektedir. Elbette bu türden yayınlar devletin yürüttüğü genel politikayla uyumludur.
Devletin, Kürtlerin inkârı ile başlayan politikasını sadece ‘ezen ulus milliyetçiliği’ ile sınırlandırmak doğru olmadığı gibi kendine has özellikleri olan şovenizm ile tanımlamak daha isabetli olur. Bu noktada günümüzde oldukça manipüle edilen ‘ezilen ulus milliyetçiliğine’ ile karıştırılmamalıdır. Etnisite ve milliyetçilik ilişkisi üzerine yaptığı çalışmalarıyla tanınan Oslo Üniversitesi Sosyal Antropoloji Enstitüsü ve Müzesinde Profesör olan T.H.Eriksen, ezen ve ezilen ulus milliyetçiliğinin farkını şöyle açıklar: “Etnisite ve milliyetçilik arasındaki diğer bir karmaşa ki bu belki de milliyetçilik teriminin geleneksel anlamı için daha doğrudur, modern bir ulus-devlet çerçevesi içindeki egemen ve egemen olunan etnik grup arasındaki çatışma olarak da açıklanabilir. Bu tür bağlamlarda, hâkim grubun milliyetçi ideolojisi evrensel değil, dışlama ve etnik ayrımcılık mekanizmalarına dâhil etme ve resmi devlet mekanizmalarından daha bariz olduğu özgüncü bir ideoloji olarak algılanır. Bu tür bir iki yönlülük ya da belirsizlik milliyetçi ideoloji için temel bir unsurdur.” [vii]Eriksen’e göre evrensel olmayan, dışlama ve etnik ayrımcılık özeliklerine sahip olan hâkim grubun milliyetçiliğidir. Toplumda herkes için eşitlik isteyen milliyetçi retorik esas olarak ezilen ulusa aittir.
Çin Devriminin iki numaralı ismi Deng Xiaoping, nasıl devrimci olduğunu Çin Devlet Başkanı olduğu dönemde konuk ettiği ABD Başkanı Jimmy Carter’in Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Breezinski’ye baş başa yedikleri bir yemekte anlatır. Deng, genç bir öğrenci olarak Paris’te gördüklerini, kendi ülkesiyle geri kalmışlığının kendisini çok etkilediğini söyler ve devamında; “ Çin’in Fransa’ya oranla göreli geri kalmışlığını fark ettiğimde ne kadar etkilendiğimi ve milli aşağılanma hissinin kendisini ulusal kurtuluş için kısa yol olarak Marx’ın toplumsal devrimin öğretilerine yönelttiğini anlattı. Milli öfkesinin siyasal uyanışının ve ideolojik geçmişinin tek bir noktada birleşmesi…”[viii] Deng, milli hislerin ve milli öfkesinin kendisini devrimci olmaya zorladığını söyler. Deng, kendisini milliyetçi bir sosyalist olarak tanımlar. Çağımızda sosyalist önderlikli milli kurtuluş hareketlerinden Gandi'ye oradan Mandela'ya tüm toplumsal hareketler özü itibariyle milliyetçi karakterlidir.
'Türkiyelilik' ve ‘Kimliksiz’ Siyaset Mühendisliği
‘Türkiyelilik’ tartışması güncel olmakla beraber, tarihi geçmişi eskiye dayanır. Osmanlı, Balkanları yitirdikten sonra Jön Türkler (İttihatçılar) arasında izlenecek yol, yapılacak siyasi manevralar konusunda aralarında bir tartışma başlar. Tartışma aynı zamanda Türk milliyetçiliğinde farklı arayışların da ayak sesleridir. Turancılar ve Anadolucular arasında ‘’Nasıl bir milliyetçilik?’’ sorusuna cevap aranmaktadır. Milliyetçilik, Osmanlının son dönemlerde yaşadığı toprak kayıplarına bir ‘tepki’ olarak biçimlenmeye başlamıştır. Türk milliyetçiliği için 'geç' kalındığına dair değerlendirmeler var ise de yaşananlar analiz edildiğinde Türk milliyetçiliğinin ihtiyaca binaen şekillendiğini görmek zorundayız Türk milliyetçiliği etnisiteyi ön plana çıkarmadan, 'Vahdet-i Coğrafiyamiz', 'Osmanlı vatanı', 'camia-i Osmaniye', 'hudud-i milli', 'Misak-ı Milli' gibi kavramlar kullanmaktadır. Geç kalan bir Türk milliyetçiliğinden ziyade Türk ismini öne çıkarmayan ve Osmanlıcılık-İslamcılık retoriği üzerinden bir proses yürütülmüştür. Hala elde küçülmekle beraber korunması gereken bir imparatorluk vardır. Osmanlı İmparatorluğu'nun son yıllarında, bilhassa Jön Türkler eliyle somut milliyetçi politikalar ele alınmaya başlanmıştır. Jön Türkler (İttihatçılar) Balkan deneyimlerinden hayli etkilenmiş olduklarından, etnik ve dini kavramları gelişmelerin seyrine göre oldukça dikkatli kullanmışlardır. Türk olmayan Müslüman nüfusu dikkate alarak Türk kimliğini öne çıkarmadan içine düştükleri krizi yönetmek istediler. Jön Türkler, İttihat-ı Terakki örgütü sayesinde oldukça tecrübe sahibidirler ve II. Abdulhamid'in yönetimine karşı Türkleri, Kürtleri, Ermenileri vb. (Müslimleri-Gayrimüslimleri) bir araya getirerek kullanmayı ve bunun üzerinden iktidara gelmeyi becerdiler. Selanik’teki 3.Ordu ve Edirne’deki 2. Ordu içinde hakimiyetleri vardır. Osmanlı devletinin yeni yönetici elitleri, ‘kurtuluş’ reçeteleri üzerinde uzun uzadıya tartışarak Osmanlıcığın artık birleştirici bir faktör olmadığına kanaat getirmişlerdir. Bütün hesapları Türk olmayan Müslümanlar üstüne yapmaya başlarlar; ancak Birinci Dünya Savaşından yenik çıkmaları üzerine yeni bir aşamaya geçtiler ve Gayrimüslimlerle ilgili defteri kapattılar. İngilizlerin İstanbul’u ele geçirmelerinden sonra, İttihatçıların ‘Almancı’ kanadına yönelik seri tutuklamalar başlar; ancak İttihat-ı Terakki’nin yarattığı kurumlara dokunulmayacaktır. Türk milliyetçileri 1918’li yıllara gelindiğinde rüzgâr Kemalist ekolden yana esmektedir. Kemalist ekol, hem İngilizlere hem de Bolşeviklerle paslaşmaktadır. Hedeflerini Anadolu (Misak-i Milli) ile sınırlı tutarak muhtemel tepkileri yatıştırmayı ve bunun sayesinde İttihatçıların yarattığı tüm örgütlenmeleri devir alma becerisini gösterdiler. Aynı zamanda Kemalist kadro, hedefleri doğrultusunda ideolojik bir çerçeve belirleyerek faaliyete başladılar. Kemalist kadronun hararetli savunucularından Halide Edip (Adıvar), Vakit gazetesinde “Evimize Bakalım: Türkçülüğün Faaliyet Sahası” isimli makalesi yayımlanır. Halide Edip, Türk aydınlarına hitaben içinde bulunan vahim durumla yüzleşmeye ve milliyetçiliğin etnisiteye dayalı değil, belli bir toprak parçasına dayalı yapılmasını savunmuştur. Makale şöyle devam ediyor:
“Bugün ırklar birer nazariye, fakat milletler birer hakikattir. Meydana çıkmak isteyen her millet fiiliyat sahasını evvela kendi memleketi hududu etrafında çizmiştir…. Genç Türkiye bugün bütün evlatlarını hizmet ve muhabbetine muhtaçtır. Genç Türkiye’nin haricine kudretini, hizmetini götüren her genç Türk kendi anasını, evinin hakkından almış götürmüş demektir.”[ix]
Türkçülüğün aktif simalarından Ziya Gökalp, Halide Edip’e “Türkçülük ve Türkiyecilik” adlı makalesi ile cevap verir. Ziya Gökalp’ın istikrarlı bir çizgisi yoktur. Bazen ateşli bir Osmanlıcı, Balkan yenilgisinden sonra İttihatçıların Turan hayallerini süsleyen ideoloğudur. Gökalp göre “Almanyacılık” nasıl Prusya, Bavyera ve Saksonya’ya da ki hareketlere üstün gelmişse; Türkçülük, Anadolu’da Türkçe konuşan Müslümanlara ilaveten Azerbeycanlılar, Kırımlılar, Kazanlılar, Türkmenler, Özbekler Kırgızlar ve Kaşgarlılara hâkim olmalıydı."[x] Ha keza Türkçülüğün önemli simalarından Mehmet Fuad Köprülü, aynı minvalde Ziya Gökalp'i destekleyen makaleleri yayımlar. Türk milliyetçiliğinin iki farklı versiyonu arasında içerikte bir fark yoktur. Anlaşmazlık Türkçülüğün kapsama alanı üzerinedir. Kemalist kadrolar Anadolu coğrafyasını esas alırken, Turancı kadrolar Anadolu’dan Orta Asya uzanan bir Turan imparatorluğu hayal ediyorlardı.
Birinci Dünya Savaşı yenilgisi İttihatçıların Almancı kanadının tasfiye edilmesine sebep olur ve Kemalistler oluşan boşluğu dolduran ekip olarak sahneye çıkmaya başladıklarında ‘Türkiyelilik’ kavramdır kullanmaya başladılar. Halide Edip(Adıvar), Ahmet Ferit(Tek) ve Nüzhet Sabit ‘Türkiyelilik’ ilk kullanan ekipte yer alırlar. Halide Edip, Ahmet Ferit(Türk Ocakları'nın ilk başkanı) ve Nüzhet Sabit tarafından dile getirilen ‘Türkiyelilik’ tek kimliğe ve tek kültüre dayanır. Türkiyeliliği savunanlardan Nüzhet Sabit, ‘Turancılarla’ farklarını şöyle dile getirir; “Büyük Turan hayalini ümitlerle karşılamakla beraber, faaliyetimizin evvel emirde sırf Türkiye’ye hasredilmesi daha muvafık(uygun) olacağından …” [xi]diye devam eder.
Kemalist kadronun Samsun’da tarih sahnesine çıkmadan önce, tek devlet, tek kimlik, tek kültüre dayanan ‘Türkiyelilik’ projesinin önündeki en büyük engelin Kürt milliyetçiliği olduğunun farkındadırlar. Bu nedenle İstanbul’da kurulan Kürdistan Teali Cemiyeti’nin faaliyetlerinden son derece rahatsızdırlar. Kemalist kadro, Osmanlı sistemi dağılırken, Kürt milli damarın oluşmaması için tedbiri elden bırakmazlar, Kürt milliyetçiliğine karşı dalga kıran görevi görecek şablonu 1918 yıllarında oluştururlar. Bu şablona göre tabelada etnisite ismi geçmeyen “Türkçü” örgütlemelerle yola devam edilecektir. İttihat-ı Terraki’nin devamı olan Vilayet-i Şarkiye Müdafaa-i Hukuk- Milliye Cemiyeti, ‘iyi’ bir seçimdir. Cemiyetin önde gelen kadrolarından biri Diyarbekirli Süleyman Nazif’tir. Süleyman Nazif, Musul Valisi iken 1914 yılında Şeyh Abdulselam Barzani’nin idam edilmesinde rol oynayan zattır. Kürtlere karşı ideolojik hareketin başında, Kürt kanı dökmekte deneyimli ve üstelik bölgeden biri olan Süleyman Nazif’in olması şaşırtıcı değildir.
1918 yılında Süleyman Nazif’in başkanlığında bir ekip Kürdistan Teali Cemiyeti’ne ‘baskına’ gider. Bir nezaket ziyareti değildir. Kendi anlatımlarıyla ‘dağıtmak’ için giderler. Ekibin etkili isimlerinden Dursunzade Cevdet(Cevat Dursunoğlu) anılarında; Vilayet-i Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti’nin kurulması, amaçları ve yaptıkları çalışmalarını anlatırken Kürdistan Teali Cemiyeti'ne yaptıkları 'ziyareti' şöyle anlatır:
“Bu cemiyetin’ ‘ruhi muharriki’ Süleyman Nazif’ ti. Genç bir unsurun arz-ı hizmetinden memnun oldum. Derhal beni aradılar. O günkü müzakere Seyit Abdulkadir’in kurduğu ‘Kürt Teali Cemiyeti’nin şark vilayetlerinde meydana getirilmesi istenen birliği bozacağı hakkında idi. Müzakere sonunda Süleyman Nazif’in bir kere bu cemiyetle görüşülerek ne yapmak istediklerini anlamasına ve mümkün olursa bu cemiyeti dağıtarak bize iltihakına çalışılmasına karar verildi.
Ertesi gün bu cemiyetin ‘İçtihat Evi’ yanındaki merkezine gittik. Cemiyetin reis-i ayandan Seyit Abdulkadir’le beraber üç genç hazırdılar. Bu gençlerden yalnız birini tanıdım: Bitlisi Yüzbaşı Emin. Emin’le şark cephesinde tanışmıştım. O zaman Türkçü idi. Burada Kürt muhtariyeti fikri güden bir cemiyette Emin’i görmek bende büyük bir hayret uyandırdı.
Bizi çok soğuk bir yüzle karşıladılar. Süleyman Nazif bunların durumuna aldırmayarak, Şark vilayetlerinin üzerinde ihtiraslar dolaştığını, Ermenilerin yurdumuza göz diktiğini, bu durum karşısında Müslüman hâkimiyetin devamının ancak bu bölge halkının gösterecekleri birlikle mümkün olacağını ‘Kürt Teali Cemiyeti’ adıyla bir cemiyet kurulmasını Kürdle Türkü birbirinden ayıracağını hâlbuki bizim kurduğumuz Vilayet-i Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti hiçbir kavmi ayrılık gütmeksizin, Türk-Kürt ayırmaksızın bütün vilayetler halkının içine alabildiğini kuvvetli bir mantık ve canlı bir dille anlattı. Süleyman Nazif’in sayıp döktüklerini karşılayacak hiçbir şeyleri olmadığını, itilaf devletlerinin kendilerine her yardımı yapacaklarını ve bizim kendi başınızın çaresine bakmamızı tavsiye ederek konuşmayı kestiler.”[xii]
Kemalist kadronun KTC baskını Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Kürt siyasal hareketine karşı olan tutumunu net biçimde ortaya koymaktadır. Ha keza TBMM' 23 Nisan 1920 yılında Ankara'da toplanmasından önce Kürt milliyetçiliğinin olası etkilerini kendi aralarında tartıştıklarını ve Kürtlerin taleplerinin kısmen de olsa kabulü halinde Türk milliyetçi hareketinin geleceği için ciddi tehlikeler yaratabileceği konusunda hemfikirdirler. Uluğ İğdemir'in yayımladığı Heyet-i Temsiliye tutanaklarında bu husus açık şekilde yer almaktadır. Bu nedenle Kürdistan bölgesini iyi tanıyan bir ekip Erzurum ve Sivas Kongrelerinin öncesinde harekete geçiliyor. Süreç Kürtler aleyhine adım adım örülerek Lozan Anlaşması’yla noktalanıyor. Prof. Hakan Özoğlu, 'Kürtlere dair güvensizliğin' Cumhuriyetten günümüze değin sürdürülen bir tutum olduğuna dikkat çekiyor ve şunları söylüyor: "Cumhuriyet dönemi, Kürtlere duyulan güvensizlik ve kuşkuyla ve Osmanlı'nın geriye kalan topraklarının bir kısmını, özellikle de Doğu Anadolu'yu kaybetme korkusuyla başladı. Bu korku bazı haklı gerekçelere dayanıyordu. Kürtler içinse, siyasi bağlılıklarından her zaman kuşku duyulan talihsiz bir dönem başlamak üzereydi. Bazı Türk milliyetçilerinin zihninde, bugün de olduğu gibi, Kürt kimliğinin herhangi bir belirtisi Türkiye Cumhuriyeti'nin bölünmezliğine karşı büyük bir tehditti."[xiii]
Bu nedenle, 1918-1923 dönemini aynı zamanda anti-Kürt nizamının inşa süreci olarak değerlendirmek gerekir. Kürtlere dair bir 'belirtiye' bile müsamaha gösterilmeyecektir. Kemalist iktidar güçlendikçe Kürtlerin Türkleştirilmesine dair enstrümanlar açıktan ve süratle kullanmaya başlayacaktır. Süleyman Nazif’in ağzından ifade edilen, Kürtlere uygun görülen ‘kimliksiz siyaset’ teorisi; o günlerden kalma eski ve köhne bir mirastır. Ne yazık ki devletin yüz yıldır kesintisiz sürdürdüğü siyasetin temel strateji belgesidir. Yüz yıl önce ortaya konan şablon hiç değişikliğe uğramadan, bazı detay farklılıklarıyla günceliğini günümüze kadar sürdürecektir. Behlül Özkan, Türk milli devletinin inşasının hangi esaslara dayandığını anlatırken şu tespitleri yapıyor:
“Yeni Türk devletinin kurulmasıyla beraber ortaya çıkan milliyetçilik anlayışı, padişaha kulluğu kaldırıp yerine vatana sadakati yerleştirmiştir. Kurtuluş savaşı ve 1923 sonrası gerçekleştirilen reformlar sırasında, sadece Türk devleti değil, aynı zamanda Türk ulusu fikri de ‘tahayyül edilmiştir’.[xiv]
Mustafa Kemal, 1919-1923 sürecini oldukça dikkatli yürütür. Panislamizm’i ve Pantürkizm’i açıktan reddederek, doğuda Sovyetler Birliğine batıda ise İngiliz ve Fransızlara tedirgin olmalarını gerektirecek bir adım atmayacaklarının mesajını verir. Mustafa Kemal, 1 Aralık 1920’de TBMM’ de yaptığı konuşmasında şunları söyler: “Efendiler, bu noktada mütalaamı ikmal için derim ki büyük hayaller peşinde koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz. Efendiler; büyük ve hayali şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın husumetini, gazabını, kinini bu memleketin ve bu milletin üzerine celp ettik.”[xv]
Mustafa Kemal söz konusu konuşmasıyla hem kapitalist dünyaya hemde sosyalist dünyaya mesajlar göndermektedir. Batı dünyasına (İngiliz ve Fransızlara) İslam dünyası liderliği iddiası olmadığını, Halifelik peşinde koşmayacağını, Mütareke şartlarına bağlı olduğunu ilan eder. Diğer taraftan Sovyetler Birliğine 'Turancılık' peşinde olmadığını 'Türki milletlerle' ilgili hesaplarının olmadığını deklare eder. Aynı zamanda iç kamuoyuna dönük 1921 yılına kadar "Türk milleti" ifadesini pek kullanmayacaktır. Bunun yerine 'ortak vatan' gibi altı doldurulmayan muğlak bir kavramı kullanmayı yeğleyecektir; ancak Mustafa Kemal, 1921 yılından sonra konuşmalarında Türk milliyetçiliğinden söz etmeye başlar, Ağustos 1921 yılında Associated Press muhabirine verdiği demeçte, "Türkiye Türklerindir" ifadesini kullanmaktan imtina etmeyecektir. Türk milliyetçiliğinin inşa süreci, farklı etnik ve dini anlayışların çeşitli enstrümanlar kullanılarak homojenleştirme çalışmaları dinamik bir süreç olarak yürütülmektedir. Türklük projesinin bir diğer hedef kitlesi Alevilerdir. Osmanlı döneminde Alevileri dışlayan olumsuz retorik yerine, 'Alevilerin Türklüğü ve İslami yönelimi savunan' ve laisizm ile destekleyen entegrasyoncu bir anlayış hayata geçirilmiştir. Türk Aleviliğin inşası konusunda çalışmalar yapan Markus Dressler şunları söylemektedir:
" Devlet kendi içerisindeki, yeni devletin meşruiyetini sorgulayan muhafazakâr dini (İslami) ve etnik (büyük oranda Kürt) merkezkaç kuvvetler ışığında, Alevilerin, devletin laik Müslüman-Türk bir millet olarak etno-dinsel paradigmasına bağlılıkları üzerinden milliyetçi projeye entegrasyonu amaçlanıyordu. Bu entegrasyon işi son derece karmaşık bir meseleydi, zira Alevilerin yaklaşık % 20-30'u Kürt olduğundan Alevi meselesi merkezileştirme ve homojenleştirme arzuları çok güçlü bir devlet açısından hem etnik hem dini bir zorluk oluşturuyordu." [xvi]
Toplumu, bütün farklılıkları yok sayarak siyasi ve etnik açıdan homojen bir vatan üzerinden birleştirmeyi amaçlayan Türk ulus-devleti projesi, ‘toplumsal ilişkileri toprak üzerinden tekleştirerek farklı toplumsal gruplar için bir kâbusa dönüşmüştür.
Türklük potasında ortak vatan inşası, İsmet İnönü’nün Lozan Konferansı’nın ardından iddia ettiğinin aksine “homojen ve istikrarlı” bir toplum yaratmamış ve yüz yılı aşkın istikrarsız, kanlı bir sürecin kapılarını aralamıştır. Kürtlerin yeni tek tip homojen devlet yapılanmasına karşı gösterdikleri mukavemet çok ağır ve kanlı uygulamalara maruz kalmalarına neden olur. Özkan’ın deyimi ile homojen Türk ulus projesi, “…tüm bu ilişkileri yutan bir girdaba dönüşmüştür.” Kemalist elitler, Anadolu'nun Türklerin vatanı olarak Lozan'da 'tescillinden' sonra, farkı etnik grupların homojenleştirilmesindeki asli rollerini daha açık ifade etmeye başlarlar. Başvekil İsmet İnönü, 25 Nisan 1925'te Türk Ocaklarında yaptığı konuşmada şunları söyler:
" Biz açıkça milliyetçiyiz ve milliyetçilik bizim yegâne birlik unsurumuzdur. Türk ekseriyetinde diğer unsurların hiçbir nüfuzu yoktur. Vazifemiz Türk vatanı içinde Türk olmayanların behemehâl Türk yapmaktır. Türkleri ve Türklüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız. Ülkeye hizmet edeceklerde her şeyin üstünde aradığımız Türk olmalıdır."[xvii]
Bu bölümü Sayın Ercan İlgin şu tespiti ile bitirelim: "...'Kürt Milleti gerçeğinin inkârı' üzerine kurulan yüz yıllık devlet paradigmasının kendisi, demokrasinin önündeki en büyük engeldir. Bu temelde, Türk toplumunda da cumhuriyetin bu resmi paradigmasını değiştirme yönünde bir irade beyanı olmadığı gibi, o paradigmanın özüne yönelik bir eleştiri bile, neredeyse yoktur. Oysa sorunun kaynağı, tam da burada saklıdır."[xviii] Sorun Kürtlerden kaynaklanmıyor, Kürtlerin varlığını ‘sorun’ gören anlayıştan kaynaklamaktadır. Saygılarımla. Devam edecek.
13.06.2022
[i] Renan Ernest, Ulus Nedir, Pinhan Yay., 21 s:5
[ii] Eriksen Thomas H., Etnisite ve Milliyetçilik, Avesta Yay., 2002, s:154
[iii] A.g.e., s:16
[iv] İlgin Ercan, Milliyetçilie Yeni Bakış, Hivda Yay., 2021, s:1
[v] Ünlü Barış, Türklük Sözleşmesi, dipnot Yay., 2019, s:124
[vi] Sılan Necmeddin Sahir. Kürt Sorunu ve Devlet, Tarih Vakfı Yurt Yay., 2011, s:93
[vii] A.g.e., s:18-181
[viii] Brzezinski Zbigniew, Stratejik Vizvon, Timaş Yay., 2012, s:39-40
[ix] Adıvar Hadide Edip, Aktaran Behlül Özkan, Türkiye’de Milli Vatanın İnşası, Kırmızı Kedi Yay., 2012, s:125
[x] Gökalp Ziya, A.g.e, s:126
[xi] Sabit Nüzhet, A.g.e., s:124
[xii] Dursunoğlu Cevdet, Milli Mücadelede Erzurum, Erzurum Kitaplığı, 1998, s:18-19
[xiii] Prof.Dr. Hakan Özoğlu, Osmanlı’da Kürt Milliyetçiliği, İletişim Yay., 2009 , s:17
[xiv] A.g.e., S:14
[xv] Dursunoğlu Cevdet, Erzurum Kongresi Sırasında Atatürk’ün Düşünceleri, Bellekten Sayı: 108, Ekim 1963, s:626
[xvi] Dressler Markus, Türk Aleviliğinin İnşası, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., 2016, s:22
[xvii] Şimşir Bilal, İngiliz Belgelerinde Türkiye’de ‘Kürt Sorunu’, Dışişleri Bakanlığı Yay., 1975, s:58
[xviii] A.g.e., s:83