Tabi bu islamlaştırma girişimi, II. Abdülhamid dönemiyle de başlamadı. Daha önce, Osmanlı ve İran İmparatorluğu arasındaki savaşa kadar uzatılabilinir. Hatta, 11. yüzyılda, Abasilerin, Êzidi, Rêya Heqîye ve Yaresan pirlerini teslim alma, onlar üzerinde Mezopotamya'dan Rumeliye kadar yerleşen Batiniler üzerinden, islamiyete evriltilmiş Mitra inancı kollarını(Rêya Heqîyê, Êzdîyatî, Yaresanî, Dûrza/Durzi), teslim alma girişimi başlatılmış ve buna karşı koyacak kurumsal bir direniş de gösterilememiştir. Ancak, 10-11 yüzyıla kadar, başta Yaresaniler olmak üzere, Mitra inançlı pîrler üzerindeki baskı, teslim alma ve misyonerleştirme (Ebul Vefa, Şeyh Adî vs.) ve bu misyonerleştirme girişimleri, önemli oranda, bu inanca karşı İslami projeler jle başarılı olmuştur. Ancak inanç sahipleri, takiye yapar duruma düşmelerine rağmen, içten içe öz varlıklarını zihinlerinde silip atmamış ve gizliden gizliye yaşamlarında korumuşlardır. Bu koruma bugüne kadar süregelmiş olmasına rağmen, önemli kırılmalar, yozlaşmalar, çürümeler, biyatlar, takiye eşliğinde devam etmiştir.
Bu arada, İran Safevi Devletine bağlı Şiia/ Kızılbaşlık, diğer tarafta Osmanlı Devletine bağlı olan Hacı Bektaşi Veli tarikatları ile Mitra inancı, iki imparatorluk arasında, çekiştirilip, sönümlenmeye başlamış, İslami iki imparatorluk tarafından, mezhep zeminine çekilerek, bir tarafta Müslümanlaştırmak üzere teslim almak, diğer tarafta, kendi imparatorluk savaşlarında, güç olarak birbirlerine karşı kullanma politikası, Mitra inançlı insanlara dayatılmıştır.
Dayatmanın hedefindeki Reya Heqîye inançlıların da bu çekişmeden Safevi saflarında yer alarak Şiia Müslümanlıktan derin etkilendiklerini, sözlü kültürlerine yerleşen literatürlerinden ve aldıkları isimlerden, bunu anlamak güç değildir.
Kısacası Bektaşilik, Osmanlı Devletinin elinde, Mitra inancını Müslümanlaştırma kurumu gibi örgütlendirilmiş, misyon bir tarikat idi. Şimdi de Cemevleri üzerinde, Türkleştirme ve Türkçü ırkçı ideolojinin bir misyonu olarak, Kürtlere ve Batıl inançlılara karşı kullanılmakta olan "ülkücü" ismini almadan, Türkçü ülkücü amaçlara hizmet etmek üzere, Kürtlere ve Rêya Heqîyê inancına karşı kullanılır durumdadır.
Bütün bu misyonlar üzerinde, Mitra kökenli inançlar çürütülmekte, kırılmakta ve içeriğinden boşaltılarak pûç edilmektedir.
Cunanlılar da önemli ölçüde bu kıskacın içine alınmıştır.
-III-
Cunan mıntıkası, tarih boyunca kendini devletten koruyarak, 1970'e kadar gelmiştir. Bütün eğitimsizlik ve içerde yetişmeyen, yaşayamayan aydınlanma yoksunluğu ile yakasını Müslümanlığa kaptırıp, sesiz bir yozlaşmaya sürüklenmesine rağmen, kısmen de olsa Rêya Heqîyê inancında sebat etmiştir. Yaşam ve ilişkileri esas olarak Rêya Heqîyê yaşam ve kültürü üzerinde yürütülmüştür.. Tek tük insanların arada bir gösteriş için kıldıkları namaz, görünmez nitelikte idi. Bayramdan Bayrama, 30 yaşın üzerindekilerden bazı köylüler, göstermelik bir tarzda, namaz kılar görünürdü. Ancak, namaz kılanlar bile hallerine güler, içtensizliklerini açığa vuruken, diğer köylerdeki Rêya Heqîyê inançlılar Cunanlıların kıldığı bu namazı kendilerine yakıştırmıyor ve ters karşılıyorlardı. Ancak onlarda da, daha çok şiia Müslüman rituellerine göre yaşayarak, 12 Imam yasını tutuyor ve ikili inançları, kafaları karışık olarak yaşıyorlardı. Gelen pirlerin telkinleri üzerine, Şiia ritüellerini yerine getiren tek tek insanlar, Cunan'da yer yer yaşarken, bunu bütünüyle içselleştirmeden, ağırlıklı olarak Rêya Heqîyê inancı ile iç içe yaparlardı.
Tabi 12 Eylül 1980'e kadar, bu ibadetlerini, dualarını başta kadınlar olmak üzere, hemen herkes en iyi bildikleri kadim ve ana dilleri olan Kürtçe olarak okurlardı. İlk okulu bitirenler bile, Okulda yasaklanan, konuşanların dayaktan da öte adeta öğretmenler tarafından işkenceden geçirilmesine rağmen, Türkçe konuşulmayan bir dil idi.
II. Dünya savaşına doğru, daha doğrusu Soy ismi yasasından sonra, Cunan'da da askere götürülen insanlar oldu.. Askere gitmek, ölüme gitme kadar ağır gelirdi Cunanlılara. Çünkü orada da Türkçe öğretmek için adeta işkenceye götürülür, her cinsten ağır işlerin yaptirıldığı, aşağılandıklarını tüm gizlemelerine rağmen, anlatımlarında açığa vuruyorlardı.
Aynı dönemde, Kürtçe konuşanlardan, 10 kuruş, 20 kuruş, 25 kuruş ceza keserek, yanı sıra "cahil", "eşek sıpası/kıro" ve utanç verici küfürler ederek, Kürtçe yasağı tüm gayrı insanı uygulamalar ile sürdürülüyordu.
1970'lerden sonra, İstanbul başta olmak üzere, Türkiye'nin metropollerine mevsimlik işçi olarak gidip, sonra köylere dönenler, birlikte bozukça öğrendikleri Türkçeyi de ağır aksak köye taşımaya başladılar. Türkçe konuşanlar, sanki ayrı ve elit bir kesimmiş, Türkçeyi öğrenmiş olmanın "bir üstünlük" olduğu psikolojisine kendilerini kaptırmış, kendine kibirli bir tutum giderek oluşuyor ve yerleşiyordu.. Bunu az sayıda lise, Öğretmen Okulu vs. giden öğrenciler de tetikliyor ve ana dillerini aşağılar duruma düşmüşlerdi. Köyde okuyan öğrenciler de artık Türkçeyi öğrendikçe, akıcı ve düzgünce konuştukları Kürtçe, onlara cazip gelmeyen, dikkatlerini Türkçe'de yoğunlaştırmaya başladılar. Bu süreç, 1980'lerde giderek yoğunlaştı. Sonraki süreç, Türkçe bilmeyen yaşlıların ölmerine paralel olarak, Türkçe konuşanlar çoğalıyor, Kürtçe konuşanlar azalıyordu. 1990'larda bir ailede Türkçe bilmeyen yaşlılar, Kürtçe bilmeyen Torunlar arasında Tercüman olan 30-40 yaşlarında anne babalar bir çatı altında yaşar oldu. Kendi diline tutunamayanlar bir gençlik, Kürt ulusal duygularından, dilinden yabancılaşan bir jenerasyon ortaya çıktı. Bu süreç Kürt dilinin kırıma uğradığı, metropollerde dil karımının sert bir şekilde gerçekleştiği bir dönem oldu. Kürt dil kırımı, kendıne yabancılaşma, korku ile de birleşince, kültürel olmanın yanında, dil ve davranış olarak, Kürt düşmanlığı yapan cahş, vahş, çürütülmüş ve puç bir jenerasyon türetildi. Bu kesim, kendisi ile Kürt düşmanı, ırkçı, söven, faşist resmi ideolojiyi içselleştirerek, bırakalım kendi muhafazakarlığını, düşmanın muhafazakarlığının saflarına sünediler. Toplumda çıkan bir kaç Kürt yurtseveri, bu sürece bariyer olmaya gücü yetmiyordu.
Bu dil karımı ve kültürel devşirme ve hiçleşmenin dibe vurumu idi.
Bu dönem, Cemşid Bender (Mehdi Halıcı), Prof. Dr. Huseyin Bektaş, Yayıncı Ahmet Önal, Fahrettin Dolçek vs. aydınlarını çıkarmıştır. Önemli bir mücadele geleneğini de yaratan, emek veren insanlar da var olmuştur. Ancak bu durum, önemli bir lümpen kesimde, bu yozlaşmaya paralel olarak, kendi değerlerine ve Kürt yuryseverlerine hakaretlerin, küfürlerin, kendi Kürt kimliğini bilinçli-bilinçsiz sömürge insan zihniyeti ve belki ondan beter aşağılayanları da az sayıda olmadı.
Şimdi, insanların yeniden kendine döndüğü, aidiyetini yeniden keşif ettiği bir süreç yaşıyoruz. Ancak, bu uyanış, kültürel piçleşmenin, çürümenin ve yabancılaşmanın önüne ne kadar set olabilr?
En önemlisi, ulusal kimlikte dilin birincil önemde olduğu bilinirken, bu derece dil kırımına uğramış, çocukların dili olmaktan çıkmış, tarihi karşısında kendini sıfırlamış bir durum nasıl yeniden kendine gelir?
Gelir, ama tedavisi için acil davranılırsa!
En önemlisi, ulusal kimlikte, dilin birincil önemde olduğu bilinirken, bu derece dil kırımına uğramış, çocukların dili olmaktan çıkmış, tarihi karşısında kendini sıfırlamış bir durum nasıl kendine gelir?
Rêya Heqiyê literatürünün yerine, adeta Hanefi Sünni dil giderek yeni gençliğe şırınga edilmiş durumda.
Böylesine kayıp olunmuş, bir kültürel hiçleşmenin tedavisi için acil davranılmzsa ne olur?!
Burada dil kırımı ve kültürel hiçleşme sorununu, Cunan üzerinde anlattım. Ancak berzer bir süreç, sadece Cunan'da değil, başta Rêya Heqîyê inançlı Kürt köylerinin çoğunda aynı durum yaşanmaktadır. Bu durum Yakın Doğu'da yaşanan soykırımlar için mini bir misaldır.
Kaynak: