Cunan'da Dîl Kırımı Ve Kültürel Yabancılaşma

Cunan mıntıkası, tarih boyunca kendini devletten koruyarak, 1970'e kadar gelmiştir. Bütün eğitimsizlik ve içerde yetişmeyen, yaşayamayan aydınlanma yoksunluğu ile yakasını Müslümanlığa kaptırıp, sesiz bir yozlaşmaya sürüklenmesine rağmen, kısmen de olsa Rêya Heqîyê inancında sebat etmiştir.

18 Ekim 2021 - 15:48
18 Ekim 2021 - 15:48
 0
Cunan'da Dîl Kırımı Ve Kültürel Yabancılaşma
-I- Takriben Köyümüz Cunan'da şimdi yaşayan insanların soy tarihini, fark edilen haliyle 10, 11 baba ötesine götürmek isim olarak saymak mümkündür. Kuşaklar arası yaşam ortalama 30 yıl olarak hesaplanırsa bu 300-330 yıl evveline tekabül eder.
Öncesi bir yana, aile soy ağacımızı ancak 1700'lere kadar götürebiliyoruz.
Cunan bölgesini anlatan özgün bir yapıt, 21 yüzyıla kadar yazılmış değil. Yaşanan trajediler, kavgalar, istilalar, nesilden nesile ya aktarılmamış ya da yok denecek kadar az aktarılmış ve bu aktarımlar yazılı hale getirilip muhafaza edilmediği için, unutulmuş, silikleşmiş, söz olarak söylenmiş olan kayıt edilmeyince uçup kaybolmuştur.
Sözlü tarihin bazı izleri, yaşadığımız nesle kısmen ulaştırılmış, ancak onlar da kendi dilimizden kaleme alınamadığı için, kiymetlendirilememiş, uçmuş, adeta çürütülmüş ve hiç edilmiştir...
50-60 yaş ve üstünde yaşayan İnsanlar bilirler ki, eskiden Kürt köylerinde köy odaları vardı. Köy odalarında insanlar oturur sıkıntılarını, fikirlerini, acılarını, çevrelerinde olup bitenleri paylaşır, kritik eder, yerine göre tutum alırdı.
Bunların yanısıra, kendi dilinden masallar, destanlar, fıkralar, az da olsa geçmişlerinden söz eder, geleceğe dair fikirler tartışırlardı.
Yer yer dengbêjler gelir, köy odalarında stranlar seslendirir, onları tarihsel arka planları ile yorumlarlardı. Ancak bu anlatılanlar, çevremizde kaleme alınmadığı için yaşamımıza bir an olarak dokunup geçti, tarih olamadan, geriye bir esinti bile bırakmadı, geleceğe kalmadı, sönümlendi, çürütüldü ve hiç edildi.
Biliyoruz ki, 1900'lere kadar, Cunan bölgesinde, Osmanlıya asker olan bir kişi dahi olmamıştır. Bunun nedenini şimdiye kadar aramızda sorgulayan da olmamıştır.
Zaten Osmanlı Devleti, Rêya Heqîyê inançlı olan Kürtlere güvenmemiş, onları düşman olarak bellemiştir. Cunanlılar da devlete güvenmediği için, korkuları onları bu soğuk yaylalar a savurmuştu.
Osmanlı Devleti, birincil görev olarak, Rêya Heqîyê inançlıları Hanefi Müslüman yapmayı planlamış ve diğer inançları tasfiye etmek, Müslüman etmek için ugraşmıştır. Bu çerçevede Rêya Heqîyê inanclılar ile gerek direk, gerekse de dini misyonerler üzerinde temas kurmuş, tehdit ve ikna yolu ile onları "Yola Getirme" kıskacına almak üzere, sabırla yaklaşmış ve uğraşmıştır. Bu uğraş bugün de başka tarz ve taktiklerle sürmektedir.
Osmanlı ilk ilişkiye (-siz zihinlerine atılmış kanca olarak okuyun-), 1880 yılından itibaren kurar ve Cunan ile irtibatlanır. Böylece Kur'an ve sofilik Cunan'a da sokulur ve onların tarihsel tabiat inançları ötelenmeye başlanır, tabuu insanlarla yönleri çevrilir. Xızır yerine Ali, Güneş yerine Muhammed, yol gösterici pirler yerine, Müslümanlığı taşıyan misyonerler öne çıkarılır.
İlk başlarda, bir savunma kalkanı olarak Cunan'a giren Müslümanlık, süreç içinde az bir kesimde de olsa dini inanç olarak zuhur ediliyor. Müslümanlık, adeta bir ur gibi, Rêya Heqiyê inancının ciğerine bırakılmıştır. Artık mitradan gelen ritüeller bu ur tarafından sönümlendirilmeye başlamıştır. 1919'dan sonra, bazı pirlerin, devletin yeniden hareketlendirdiği Hacı Bektaşî Veli Tarikatı üzerinden, Şiia Müslümanlığı yaşamaları ve Cunan'a taşımaları daha da hız kazanır. Artık Reya Heqîye inancı, daha hızlı çürütülme ve hiçleşme sürecine tabii kılınır.
-II-
Tabi bu islamlaştırma girişimi, II. Abdülhamid dönemiyle de başlamadı. Daha önce, Osmanlı ve İran İmparatorluğu arasındaki savaşa kadar uzatılabilinir. Hatta, 11. yüzyılda, Abasilerin, Êzidi, Rêya Heqîye ve Yaresan pirlerini teslim alma, onlar üzerinde Mezopotamya'dan Rumeliye kadar yerleşen Batiniler üzerinden, islamiyete evriltilmiş Mitra inancı kollarını(Rêya Heqîyê, Êzdîyatî, Yaresanî, Dûrza/Durzi), teslim alma girişimi başlatılmış ve buna karşı koyacak kurumsal bir direniş de gösterilememiştir. Ancak, 10-11 yüzyıla kadar, başta Yaresaniler olmak üzere, Mitra inançlı pîrler üzerindeki baskı, teslim alma ve misyonerleştirme (Ebul Vefa, Şeyh Adî vs.) ve bu misyonerleştirme girişimleri, önemli oranda, bu inanca karşı İslami projeler jle başarılı olmuştur. Ancak inanç sahipleri, takiye yapar duruma düşmelerine rağmen, içten içe öz varlıklarını zihinlerinde silip atmamış ve gizliden gizliye yaşamlarında korumuşlardır. Bu koruma bugüne kadar süregelmiş olmasına rağmen, önemli kırılmalar, yozlaşmalar, çürümeler, biyatlar, takiye eşliğinde devam etmiştir.
Bu arada, İran Safevi Devletine bağlı Şiia/ Kızılbaşlık, diğer tarafta Osmanlı Devletine bağlı olan Hacı Bektaşi Veli tarikatları ile Mitra inancı, iki imparatorluk arasında, çekiştirilip, sönümlenmeye başlamış, İslami iki imparatorluk tarafından, mezhep zeminine çekilerek, bir tarafta Müslümanlaştırmak üzere teslim almak, diğer tarafta, kendi imparatorluk savaşlarında, güç olarak birbirlerine karşı kullanma politikası, Mitra inançlı insanlara dayatılmıştır.
Dayatmanın hedefindeki Reya Heqîye inançlıların da bu çekişmeden Safevi saflarında yer alarak Şiia Müslümanlıktan derin etkilendiklerini, sözlü kültürlerine yerleşen literatürlerinden ve aldıkları isimlerden, bunu anlamak güç değildir.
Kısacası Bektaşilik, Osmanlı Devletinin elinde, Mitra inancını Müslümanlaştırma kurumu gibi örgütlendirilmiş, misyon bir tarikat idi. Şimdi de Cemevleri üzerinde, Türkleştirme ve Türkçü ırkçı ideolojinin bir misyonu olarak, Kürtlere ve Batıl inançlılara karşı kullanılmakta olan "ülkücü" ismini almadan, Türkçü ülkücü amaçlara hizmet etmek üzere, Kürtlere ve Rêya Heqîyê inancına karşı kullanılır durumdadır.
Bütün bu misyonlar üzerinde, Mitra kökenli inançlar çürütülmekte, kırılmakta ve içeriğinden boşaltılarak pûç edilmektedir.
Cunanlılar da önemli ölçüde bu kıskacın içine alınmıştır.
-III-
Cunan mıntıkası, tarih boyunca kendini devletten koruyarak, 1970'e kadar gelmiştir. Bütün eğitimsizlik ve içerde yetişmeyen, yaşayamayan aydınlanma yoksunluğu ile yakasını Müslümanlığa kaptırıp, sesiz bir yozlaşmaya sürüklenmesine rağmen, kısmen de olsa Rêya Heqîyê inancında sebat etmiştir. Yaşam ve ilişkileri esas olarak Rêya Heqîyê yaşam ve kültürü üzerinde yürütülmüştür.. Tek tük insanların arada bir gösteriş için kıldıkları namaz, görünmez nitelikte idi. Bayramdan Bayrama, 30 yaşın üzerindekilerden bazı köylüler, göstermelik bir tarzda, namaz kılar görünürdü. Ancak, namaz kılanlar bile hallerine güler, içtensizliklerini açığa vuruken, diğer köylerdeki Rêya Heqîyê inançlılar Cunanlıların kıldığı bu namazı kendilerine yakıştırmıyor ve ters karşılıyorlardı. Ancak onlarda da, daha çok şiia Müslüman rituellerine göre yaşayarak, 12 Imam yasını tutuyor ve ikili inançları, kafaları karışık olarak yaşıyorlardı. Gelen pirlerin telkinleri üzerine, Şiia ritüellerini yerine getiren tek tek insanlar, Cunan'da yer yer yaşarken, bunu bütünüyle içselleştirmeden, ağırlıklı olarak Rêya Heqîyê inancı ile iç içe yaparlardı.
Tabi 12 Eylül 1980'e kadar, bu ibadetlerini, dualarını başta kadınlar olmak üzere, hemen herkes en iyi bildikleri kadim ve ana dilleri olan Kürtçe olarak okurlardı. İlk okulu bitirenler bile, Okulda yasaklanan, konuşanların dayaktan da öte adeta öğretmenler tarafından işkenceden geçirilmesine rağmen, Türkçe konuşulmayan bir dil idi.
II. Dünya savaşına doğru, daha doğrusu Soy ismi yasasından sonra, Cunan'da da askere götürülen insanlar oldu.. Askere gitmek, ölüme gitme kadar ağır gelirdi Cunanlılara. Çünkü orada da Türkçe öğretmek için adeta işkenceye götürülür, her cinsten ağır işlerin yaptirıldığı, aşağılandıklarını tüm gizlemelerine rağmen, anlatımlarında açığa vuruyorlardı.
Aynı dönemde, Kürtçe konuşanlardan, 10 kuruş, 20 kuruş, 25 kuruş ceza keserek, yanı sıra "cahil", "eşek sıpası/kıro" ve utanç verici küfürler ederek, Kürtçe yasağı tüm gayrı insanı uygulamalar ile sürdürülüyordu.
1970'lerden sonra, İstanbul başta olmak üzere, Türkiye'nin metropollerine mevsimlik işçi olarak gidip, sonra köylere dönenler, birlikte bozukça öğrendikleri Türkçeyi de ağır aksak köye taşımaya başladılar. Türkçe konuşanlar, sanki ayrı ve elit bir kesimmiş, Türkçeyi öğrenmiş olmanın "bir üstünlük" olduğu psikolojisine kendilerini kaptırmış, kendine kibirli bir tutum giderek oluşuyor ve yerleşiyordu.. Bunu az sayıda lise, Öğretmen Okulu vs. giden öğrenciler de tetikliyor ve ana dillerini aşağılar duruma düşmüşlerdi. Köyde okuyan öğrenciler de artık Türkçeyi öğrendikçe, akıcı ve düzgünce konuştukları Kürtçe, onlara cazip gelmeyen, dikkatlerini Türkçe'de yoğunlaştırmaya başladılar. Bu süreç, 1980'lerde giderek yoğunlaştı. Sonraki süreç, Türkçe bilmeyen yaşlıların ölmerine paralel olarak, Türkçe konuşanlar çoğalıyor, Kürtçe konuşanlar azalıyordu. 1990'larda bir ailede Türkçe bilmeyen yaşlılar, Kürtçe bilmeyen Torunlar arasında Tercüman olan 30-40 yaşlarında anne babalar bir çatı altında yaşar oldu. Kendi diline tutunamayanlar bir gençlik, Kürt ulusal duygularından, dilinden yabancılaşan bir jenerasyon ortaya çıktı. Bu süreç Kürt dilinin kırıma uğradığı, metropollerde dil karımının sert bir şekilde gerçekleştiği bir dönem oldu. Kürt dil kırımı, kendıne yabancılaşma, korku ile de birleşince, kültürel olmanın yanında, dil ve davranış olarak, Kürt düşmanlığı yapan cahş, vahş, çürütülmüş ve puç bir jenerasyon türetildi. Bu kesim, kendisi ile Kürt düşmanı, ırkçı, söven, faşist resmi ideolojiyi içselleştirerek, bırakalım kendi muhafazakarlığını, düşmanın muhafazakarlığının saflarına sünediler. Toplumda çıkan bir kaç Kürt yurtseveri, bu sürece bariyer olmaya gücü yetmiyordu.
Bu dil karımı ve kültürel devşirme ve hiçleşmenin dibe vurumu idi.
Bu dönem, Cemşid Bender (Mehdi Halıcı), Prof. Dr. Huseyin Bektaş, Yayıncı Ahmet Önal, Fahrettin Dolçek vs. aydınlarını çıkarmıştır. Önemli bir mücadele geleneğini de yaratan, emek veren insanlar da var olmuştur. Ancak bu durum, önemli bir lümpen kesimde, bu yozlaşmaya paralel olarak, kendi değerlerine ve Kürt yuryseverlerine hakaretlerin, küfürlerin, kendi Kürt kimliğini bilinçli-bilinçsiz sömürge insan zihniyeti ve belki ondan beter aşağılayanları da az sayıda olmadı.
Şimdi, insanların yeniden kendine döndüğü, aidiyetini yeniden keşif ettiği bir süreç yaşıyoruz. Ancak, bu uyanış, kültürel piçleşmenin, çürümenin ve yabancılaşmanın önüne ne kadar set olabilr?
En önemlisi, ulusal kimlikte dilin birincil önemde olduğu bilinirken, bu derece dil kırımına uğramış, çocukların dili olmaktan çıkmış, tarihi karşısında kendini sıfırlamış bir durum nasıl yeniden kendine gelir?
Gelir, ama tedavisi için acil davranılırsa!
En önemlisi, ulusal kimlikte, dilin birincil önemde olduğu bilinirken, bu derece dil kırımına uğramış, çocukların dili olmaktan çıkmış, tarihi karşısında kendini sıfırlamış bir durum nasıl kendine gelir?
Rêya Heqiyê literatürünün yerine, adeta Hanefi Sünni dil giderek yeni gençliğe şırınga edilmiş durumda.
Böylesine kayıp olunmuş, bir kültürel hiçleşmenin tedavisi için acil davranılmzsa ne olur?!
Burada dil kırımı ve kültürel hiçleşme sorununu, Cunan üzerinde anlattım. Ancak berzer bir süreç, sadece Cunan'da değil, başta Rêya Heqîyê inançlı Kürt köylerinin çoğunda aynı durum yaşanmaktadır. Bu durum Yakın Doğu'da yaşanan soykırımlar için mini bir misaldır.