Önceki gün pütürlü taşların üst üste yığıldığı, sağlı sollu ağaçların olduğu bir yerde senin portakal böceğini gördüm. Geçip gittim önce, sonra bana hükmeden bir gücün etkisiyle geri döndüm. Elimi uzatıp tutmak istedim, başaramadım. Daha doğrusu o gelmedi, hiç oralı olmadı, yolunu değiştirdi koşup kayboldu. Seni bana anımsatmak için yoluma çıktı biliyorum. O an yüzünü ıslak kumlara dayamış iyi kaplı bir çocuğun fısıltılarını duydum... Unutmayın beni diyordu! Unutmayın beni!
Büyüme mevsiminin büyüsü henüz bozulmadan şiddetin ve sefaletin kurbanı olan çocuklar var.
Yerle bir edilen kasabalarda, harabeye dönmüş kimsesiz kentlerde, göç yollarında, mülteci kamplarında ıstırabın bin türlü halini yaşayan, yarım yamalak gelecek umutları dahi kana bulanmış milyonlarca insan.
Din adına, etnik ya da ideolojik farklılıklar adına, bir grubun bir başka gruba, bir insanın diğer bir insana karşı savaşım içinde olduğu, korkutucu, ıstırap dolu bir dünya. Doğanın bize sunduğu mucizeleri yaşamaya fırsat tanımayan haksız, acımasız bir düzen.
Bu acımasız düzenin ilk kurbanları da çocuklar, masum insanlar ve kadınlar oluyor.
***
Muğla'nın Bodrum ilçesinden Yunanistan'ın İstanköy adasına şişme botla geçmeye çalışırken, 2 Eylül 2015'te annesi ve kardeşi ile birlikte boğularak hayatını kaybeden üç yaşındaki Alan Kurdi'nin cansız bedeni Bodrum sahilinde bulunmuştu.
Alan, abisi Galip, babası Abdullah ve annesi Rihan ile birlikte özlemlerini, hüzünlü hikayelerini, samimi sohbetleri, sıcak tebessümleri geride bırakarak kaygıyla yola düştüler.
Denizin öte tarafında yeni bir düzen, huzurlu bir yuva, sakin bir yaşam umudu yeşermişti. O umudu kovalıyorlardı. Bunun için köyleri, kasabaları, kentleri, ülkeleri geride bırakmışlardı.
Evleri çok uzaklardaydı artık. Yıkılmış kentlerin, boş ovaların arasında, yorgun ve hüzünlü dağların ardında kalmıştı.
Baba Abdullah, anne Rihan, beş yaşındaki Galip ve üç yaşındaki Aylan, Suriye'deki savaşın başladığı 2011 yılının sonlarına kadar Şam'da yaşıyordu. Çatışmalar artınca Rojava'ya gelip Kobane'nin bir köyüne yerleştiler.
Yıllar yılı vatansızlıktan üşüyen yürekleri yeni yeni ısınmaya başlamıştı ki bu sefer de Kobane'yi yerle bir edecek olan IŞİD saldırıları başladı.
Yeni bir göçe icbar oldular.
***
Yola çıkmak üzere deniz kenarına geldiklerinde ne düşündüler acaba, o an yüreklerine sinen duygu neydi? Sevinç mi, heyecan mı, keder mi, yoksa korku mu onları karşıladı?
Alan'ın o minik kalbi küçük bedenine sığmayacak kadar hızlı atmış mıdır, bilinmezliğin gizemi ürkütmüş müdür gurbet yorgunu o narin bedenleri?
Denizde onları bir felaketin beklediğini nerden bileceklerdi. Kaçıp kurtulmak istedikleri şey bu kahredici felaketi yaşama endişesi değil miydi zaten!
Sonbaharın eksilen güneşi, bitmeyen tazeliği onları henüz gün ağarmadan karşılaşmıştı. Körpe yürekler yaşamla, kıvançla dolup taşarken, Anne Rihan uyku ile uyanıklık arasında kâbus dolu bir geceyi geride bırakmıştı. Bırakmıştı bırakmasına ama yüreği pek kaygılı, pek sönüktü.
Karanlık bir güne uyanmış gibi bitkin ve mutsuzdu. Her yanı tutulmuş gibiydi. Amansız bir ağrı yüreğinin köküne gelip oturmuştu. Ama bunları önemsemeyecek kadar büyük dertleri vardı Rihan'ın.
Denize doğru giderken her adımda kaygıları büyüyordu. Denizden gelen hafif nemli, tuza bulanmış koku kaygılarını besliyordu. Masmavi bir berraklıkta parlıyordu deniz. Çırpınan dalgaları hayat doluydu. İç açıcı maviliği davetkârdı.
***
Denize doğru yola çıktıklarında Abdullah'ın adımları sanki geri geri gidiyordu. Rihan da öyle...Yüreğine çöken kasvet ağır geliyordu. Kolu kanadı kırılmış gibiydi. Bitkindi.
Günlerden beri belirsizlikten ibaret olan özlem duygusu açığa çıkmıştı, biçimlenip göze gelmişti. Memleket özlemi buram buram kokuyordu. Küçük sarı çiçeklerle dolup taşan kırların, çocukların tasasız bir coşkuyla oyun oynadıkları yemyeşil çayırların, yıkık dökük evlerinin hasretiydi.
Abdullah dönüp Rihan'a baktı. Yüzündeki keder Rihan'a ıstırap veriyordu. Yaşattığı bu sefil hayat için af diler gibi bakıyordu. Rihan ağlamamak için zor tutuyordu kendini.
O çocukların ev hali kıyafetleri, koşuşturmaları, muziplikleri bir geçmiş zaman hikâyesine dönüşecekti. Ne hazin!
***
Doğadaki muhteşem ahenk, sakinlik, göz alıcı şölen havası nefes kesiciydi. Bu bir mucizeydi. Alan bu mucizeyi yaşıyordu. Mutlak sessizlik yerini yavaş bir uyanışa bırakıyordu.
Alan'ın ilgisini ilk önce kesif bir sis tabakasıyla örtünmüş denizin farklı tonlardaki büyüleyici görüntüsü çekti. Küçük kara gözleri gördüğü büyüleyici manzarayla dolup taşıyordu.
Kısa süre sonra ilgisi başka bir yöne kaydı. Üstelik bu deniz gibi ele avuca sığmaz değildi, hemen yanı başındaydı. Kırmızı parlak kıyafeti siyah küçük noktalarla süslenmiş küçük bir uğur böceği onu cezbetmişti. Her hareketini soluksuzca izliyordu. Kendinden emin adımlarla sararmış otların arasından geçip küçük bir kaya parçasına tırmandı uğur böceği. Telaşlı değildi ama sakin de sayılmazdı. Yanını yöresini kontrol ettikten sonra öbek öbek dizilmiş çiçeklere doğru göz açıp kapayıncaya kadar uçup gitti.
Alan iç geçirdi; keşke gelip parmağıma konsaydı. Neden gelmedi sanki! Bizi de alıp götürseydi keşke, deniz çok korkutucu görünüyor. Üstelik üşüyorum. Kanatlarımız da yok nasıl duracağız suyun üstünde. Ben uçmayı bilseydim onu bırakmazdım ki, alıp götürürdüm kendimle.
Alan'ın yüzünü gölgeleyen bulut, gördüğü şey karşısında hemen dağılıverdi. Portakal kabuğu renginde bir yavru uğur böceği pütürlü taşlarının arasından çıkıp çiçek tarhlarının olduğu yere doğru ilerliyordu. Alan'ın yüzü tebessümle tekrar aydınlanmaya başladı, kıpır kıpırdı yüreği. Serçe kanadı büyüklüğündeki elini portakal böceğine uzattı. Rengi o kadar iç açıcıdıydı ki minik bir portakal gibi görünüyordu. Öyle ya bu olsa olsa portakal böceği olabilirdi. Uğur böceği olması için daha çok uçması gerekirdi.
Portakal böceği de Alan gibi meraklıydı. Tehlikeden sakınmak nedir bilmiyordu henüz. Usulca yürüdü geldi Alan'ın elinin üstünde gezinmeye başladı. Kalbi yerinden fırlayacak gibiydi. İyi bir çocuk olursan kuşların sevgisini bile kazanabilirsin demişti annesi ona. Alan, şimdi annesine hak veriyordu.
Alan'ı dinleyip vedalaşmak için gelmişti sanki. Bir süre aylak aylak dolaştı. Alan, sıkı bir arkadaş edinmişti. Geldiğinden beri hiç arkadaşı olmamıştı. Elini kaldırınca portakal böceği işaret parmağının ucuna doğru kımıl kımıl yürümeye başladı. Alan, şimdi kendisiyle gurur duyuyordu. Bir arkadaş edinmişti. Sevinçle onu azad edebilirdi artık. Portakal böceği bir süre tereddüt ettikten sonra kanatlarını açıp gün ışığının içinde yiyip gitti.
Büyülenmişçesine etrafına bakmayı da ihmal etmiyordu Alan. Bir daha göremeyeceğini hissettiği için miydi acaba!
Bu mucizenin bir arayış uğruna ellerinden kayıp gideceğini bildiği için mi?
***
Yola çıktıktan kısa bir süre sonra işler sarpa sarmaya başladı. Az evvel neşeyle çırpınan deniz şimdi öfkeyle üzerlerine geliyordu. Dalgalar ardı ardına dövmeye başladı onları. Dalgaların boyu korkularına denkti.
Güneşli bir günde yağmurun aniden bastırması gibi her şey bir anda olup bitmişti. Onları taşıyan zemberek, denizin öfkesine yenik düşmüş, kendisine umut bağlayan insanları da çaresizliğe teslim etmişti.
Vakitsiz son bulan bu hayat, kimsenin duymadığı bir iniltiden ibaretti artık. Eksik kelimeler, tamamlanmamış cümlelerle sevdiklerine sesleniyordu insanlar.
Ipıslak bir kaos vardı, kimse kimseyi duymuyordu.
Yavrusunu yitirdiği için bir süre boşluğu sarıp sarmaladı Rihan. İçinde onulmaz bir acı vardı. Yavruları kayıp gitmişti elinden.
Kısa bir süre çırpındı Alan. Yutkunup duruyordu, boğulacaktı. Gözleri annesini aradı. Bir kaç gölge dışında kimseyi göremedi. Sonra kaskatı kesildi. Dünya karanlık bir soğukluktan ibaretti artık. Üşümüyordu, nefes almak için çırpınmıyordu. Acıları dinmişti.
***
Evlerini, anılarını, hayatla olan bağlarını geride bırakıp bir garip kurtuluş hikâyesinin peşine düştüler. Dertlerinden henüz kurtulmadan ölüme yakalandılar.
O dertlerin, kadersizliğin ağır yükünü taşımak baba Abdullah'a düştü. Kurtulan bir tek o olacaktı. Kimbilir belkide ıstırap çekmek için geride kalandı o.
"Çocuklarımı ve karımı tutmaya çalıştım ama başaramadım. Birer birer öldüler.
"Ben tekneyi kullanmaya çalıştım ama büyük bir dalga tekneyi vurdu. O zaman olanlar oldu.
"Onlar dünyanın en güzel çocuklarıydı. Herkes için çocuğu dünyanın en değerli şeyi değil midir?
"Onlar muhteşemdi. Oynamak için her sabah beni uyandırıyorlardı. Bundan daha güzel ne olabilir ki? Her şey bitti.
"Şimdi ailemin mezarının başında oturmak ve acımı böyle hafifletmek istiyorum."
***
Önceki gün pütürlü taşların üst üste yığıldığı, sağlı sollu ağaçların olduğu bir yerde senin portakal böceğini gördüm. Geçip gittim önce, sonra bana hükmeden bir gücün etkisiyle geri döndüm. Elimi uzatıp tutmak istedim, başaramadım. Daha doğrusu o gelmedi, hiç oralı olmadı, yolunu değiştirdi koşup kayboldu. Seni bana anımsatmak için yoluma çıktı biliyorum. O an yüzünü ıslak kumlara dayamış iyi kaplı bir çocuğun fısıltılarını duydum... Unutmayın beni diyordu! Unutmayın beni!
Alan, ıslak kumlara yüzünü dayamış, annesinin bıraktığı boşluğu sarıp sarmalıyor.
Bizde çaresizce sefaletin mükâfatı olarak ölümden sonra mutluluğu yaşama ümidine sarılıyoruz.