Ne çok hüzün biriktiriyoruz şu hayatta. Ne çok acı yaşıyoruz. Kimi zaman gardını alarak... Çoğu zaman hazırlıksız yakalanarak.
Bir çocuk büyütüyorsunuz. Yarınını düşünerek, koruyup kolluyorsunuz, yemeyip yediriyorsunuz. Canınızdan bir can, etinizden, yüreğinizin en derininden bir parça ne de olsa.
Evlat diye bağrımıza bastıklarımız... Onlara dair kaygılarımız ne de çoktur. Ne çok elimiz yüreğimizde yolunu gözleriz yavrularımızın.
Bir türlü büyüdüklerini, yuvadan uçtuklarını, yeni bir hayata yelken açtıklarını kabullenmeyiz. Evlat, büyüme mevsiminde bunu "bencillik" olarak yorumlar. Oysa bu, buram buram kokan şefkattir.
Evlat kendisi için, kendince bir hayat kaygısının rrüzgârıyla savrulurken, kendisiyle birlikte annesinin, babasının yüreğini de alıp götürdüğünü farketmez bile.
Bilinmez ki bu belkide tabiatın dengesidir. Belki de sevgili Buket Uzuner'in ifade ettiği gibi; insanoğlu ve insankızının yaşam formunun ayrıntısıdır bu dağınıklık.
Büyüme mevsiminin, o ele avuca sığmaz gençlik hülyalarının en belirgin, bir yönüyle en sevecen öznesi ise aşktır. Aşk, bireyin varoluş mayasının tuttuğu noktadır. Kendince duygular, kendine ait parıltılı hayaller, düş kırıklıkları, özlemi yürekte harelenen sevdalar, mevsim yağmurları gibi ıslatır insanı.
Sevgi insanları diğer bütün canlılardan ayıran biricik özellik olsa gerek. Aşklar, destansı hikâyeler, kırılan kalpler, acı veren hadiseler ve ihanet ve acımasızlık, biz insanlara özgü.
Başımızda esen mutluluk rüzgârları kadar, sevinci kursağımızda bırakan acı deneyimler, hüzünlü hikâyeler de biriktiriyoruz.
En katlanılamz olanı da budur işte... Sevgiyi ararken, pırıl pırıl yüreğini aşka adarken, adım adım ölüme yürümek.
Harese gibi... Çiğnedikçe kanayan, sevdikçe karanlığa sürükleyen acı.
***
Gülistan Doku'nun hikayesi tam da bu noktada başlıyor. Ve tam da bu noktada son buluyor.
Farkına bile varmadan, onu karanlığa çeken ele tutunmuştu. Aslında hepimizin deneyimlediği bir durumdur; yanlış insana tutunmak.
21 yaşında üniversite okuyan bir genç kız, kurgu romanlarına benzer bir biçimde zemheri bir kış günü kayboldu. En azından biz öyle biliyoruz.
Gülistan'ın intihar ettiği varsayımıyla aylardır arama çalışmaları yapılmasına rağmen, izine rastlanılmadı. Öyle anlaşılıyor ki Gülistan intihar etmedi. Peki öyleyse nerede bu kızcağız?
Gülistan intihar etmediyse, o halde başka birileri tarafından kaybettirildi. Kederli ailesinin yaygın kanısı da bu yönde.
Gülistan'ın arkadaşlık ettiği şahsın, vuku bulan olayın ertesi günü ortadan kaybolması, en büyük soru işareti. Masum bir insan, suçlanma korkusuyla bile olsa kaçmaz, kaçmamalı.
Bir insan düşünün, sevdiği kız bir anda ortadan kayboluyor, bunun için ortalığı ayağa kaldırması gerekirken esrarengiz biçimde izini kaybettirmeyi seçiyor.
Gülistan, 5 Ocak tarihinden bu yana kayıp. Ne bir iz, ne bir ses, ne bir çığlık.
Olayın baş şüphelisi olan şahıs da o tarihten bu yana sırra kadem bastı. Bu vicdansızlık nereye kadar sürüp gidecek?
Kimi çevreler, Gülistan'ın şüpheli şahısla arkadaşlığını bir suç metaforuna dönüştürüp, insafsız bir biçimde acılı aileyi suçladı.
Tecavüz eden erkek, suçlayan erkek, yargılayan erkek, hüküm veren erkek... Öyle ya dünyaya cehennemi yaşamak için geldi kadınlar!
Her cinayetten sonra kadınları suçlamaya çalışanlar, her gün onlarca kadının canına mal olan bu lanetlenmiş hikâyenin ne zaman son bulacağına dair bir söz söylemeyi nedense düşünmezler.
Oysa biliyoruz ki her cinayete bir bahane aranır, her vahşet bir sebebe bağlanır bu topraklarda. Kiminde etek boyu, kiminde kadının huyu ölümün şifresi olur. Bu karmaşık olanı anlamlı kılmak amacıyla değil, hakikati toplumdan kaçırmak için başvurulan bir yöntemdir.
***
Kardeş acısı zordur bilirim.
Acı haberi alınca, uzun yıllar yokluğuna ağladığımız canımızın ölümüne ağıt yakmıştık.
Ört ki ölem...
Dinmeyen, için için harelenen bir ateş gibi yakar durur yüreği. Olmadık zamanlarda, olmadık hayallere savurur insanı.
Yapmak isteyip de yapamadıkların, bir eksik gülüş, küçük bir bağırış, anıların tozlu raflarından iner gelir, bir kaya ağırlığınca yüreğine oturur insanın.
Abla Aygül Doku'nun yeri göğü inleten çığlığını işitiyorum: "Ben Gülistan'ın ablasıyım, benim küçüğüm nerede?"
Gülüşlerin kışa döndüğü, dudaklarda donup kaldığı zamanlar.
Ya anne!
Ne yer, ne içer, nasıl uyur, köşe bucak saklanıp hıçkıra hıçkıra nasıl ağlar bilir misiniz?
Bilir misiniz, çocuklarından acısını, gözyaşını saklamaya çalıştıkça, yükünün nasıl ağırlaştığını, gözlerindeki ışığın nasıl söndüğünü?
Siz hiç gülüşünüzden utandınız mı?
Böyle zamanlarda ufak bir tebessüm dahi esrik bir tat bırakır damakta.
Kardeşinizin adını anarken, boğulacakmış gibi bir hisse kapıldınız mı hiç?
Bunca acı, olanca ağırlığıyla yüreklere çöken keder, bu feryat, annenin dilinden dökülen bu ağıtlar, nasıl oluyor da bu kesif karanlığı aydınlatmaya yetmiyor?
Kim neyi saklıyor?
Kuş olup kanatlanmadı ya Gülistan!
Acılı aile şimdi Dersim'de. Gülistan için yorgun ve hüzünlü bekleyişlerine devam etmekteler.
Yazıyı bitirirken abla Aygül Doku'yla konuştum. Sesi kederliydi, lakin bir o kadar da mukavimdi.
"Biz küçüğümüzü bulmadan evimize dönmeyeceğiz. Bunun unutulmasına müsade etmeyeceğiz. Bu uğurda biri feda olacaksa, ben ablası olarak, küçüğüme kendimi feda edeceğim."
İki yaralı yürek olarak dertleşip, uzun uzun sustuk. Böyle zamanlarda anılar ağıtlara odun taşır, suskunluğumuz bundandı.
Şimdi yapmamız gereken; ısrarla ve inatla Gülistan'ın akıbetini sormak, kederli ailesinin feryadına ses olmaktır.
Hrant'ı katlederek canımızı yakanlara inat, inançla hayırmıştık. Şimdi de ömrünün baharında, büyüme mevsimi kışa dönen Gülistan için, çığlıkları çok az kulağa ses olan kederli ailesi için haykırıyoruz.
Biz bitti demeden bu dava bitmez!
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.