Sarajevo Günlüğü - Sonsuz Ateş - 2

Güneşi bir başka güzellikte parıldayan, uluyarak akan derelerinden taşan rutubetin, günaşırı yağan yağmurun, göz kamaştıran güzelliğiyle büyüleyen dağların hüzünlü hikayelerinde bir uzak masumiyetin olduğunu hissederek, Bosna sokaklarının sesine kulak veriyorum. 

Arat Barış

28.05.2019, Sal | 17:37

Sarajevo Günlüğü - Sonsuz Ateş - 2
Makaleyi Paylaş

vrupa'nın tarih ve kültür açısından en zengin mirasına sahip bu Balkan ülkesi çok kültürlülüğün görülebileceği yerlerin başında gelmekteydi. Ta ki iç savaş kapıya dayanıp, içten içe bütün vahşetiyle üzerine çökünceye kadar.

Köklü bir geçmişe sahip böylesine güzel bir ülkenin, iç savaş ile, yüzbinleri bulan ölümlerle, sitematik tecavüz ve işkencelerle anılıyor olması çok acı.

Bosna'da yaptığım bu yolculuğu, ferah, kederden uzak, eğlenceli bir dille anlatabilmeyi çok isterdim. Ancak ağaç gövdelerinin dahi kurşun yaralarını kapatmadığı bir iklimde bunu yapacak gücü kendimde bulamadım.

Ne yana baksanız inceden bir sızı saplanıyor yüreğinize.

***

Yaşar Kemal, kendi çocukluğuna dönerek, babasının yolda öksüz ve yetim bir çocuk olarak bulup aldığı, oğlu gibi baktığı çocuğun, büyüdükten sonra, büyük bir hayranlık duyduğu o babayı öldürmesini konu alan "Kimsecik" üçlemesini anlatırken; gözümün önünde boyuna kan vardı, bu kadar kan nereden çıktı diyordum kendi kendime. Sonradan anladım ki gözümün önünden gitmeyen kan, o kanmış! Yani babasının kanı.

Bende gayri ihtiyari olarak o iklime gidiyorum. Gözümün önüne boyuna kan geliyor. Ne yana baksam göz çukurları kararmış aç insanları, tecavüze uğradığı için canına kıyan kadınları, cansız bedenleri üst üste yığılmış çocukları, duman tüten evleri, o evlerin yıkıntılarında amaçsızca dolaşan kimsesiz yaşlı insanları görüyorum.

Manzaranın hayranlık uyandıran güzelliği, insanın zihninde soğuk rüzgârlar estiren acı geçmişin hatıralarını dağıtmaya yetmiyor kimi zaman. İnsanı yaralayan savaş manzaralarını, uzun yıllar geçmesine rağmen savaşın dinmeyen acılarını, attığınız her adımda, gözünüze ilişen her yerde, ıslık çalarak gelip yüreğinize saplanan ok gibi hissediyorsunuz.

Ne yana baksanız sizi dehşet içinde bırakacak bir büyüyle karşılaşıyorsunuz. Doğanın büyüsü, biteviye akıp giden yeşilin büyüsü, kadim tarihin büyüsü, etnik ve dini çeşitliliğin büyüsü... Bu çeşitliliğe sırt çeviren, ırkçılık ve dindarlık üzerinden kendisini tanımlayanların bütün bu güzellikleri cehenneme çevirdiği bir ülke hakikatiyle büyülenip aynı zamanda kedere boğulmanız mümkün.

***

Güneşi bir başka güzellikte parıldayan, uluyarak akan derelerinden taşan rutubetin, günaşırı yağan yağmurun, göz kamaştıran güzelliğiyle büyüleyen dağların hüzünlü hikayelerinde bir uzak masumiyetin olduğunu hissederek, Bosna sokaklarının sesine kulak veriyorum.

Sarajevo vadisi içerisinde yer alan Milijacka Nehri, insanın insana yaptığı kötülükleri alıp götürmek ister gibi yemyeşil bir renkte, hissedilir bir ferahlıkla akıyor.

Nehrin kenarından geçen yol Başçarşı'ya gidiyor. Tramvay yolu da aynı güzergâhta. Vadinin bittiği yerde Başçarşı'ya kuş bakışı Vidikovac tepesi yükseliyor. Apak mezar taşları, yemyeşil tepelere sıra sıra dizilmiş. Yarım kalan hayatların acı dolu geçmişlerinde balkıyor güneş. Güneş bir başka güzellikte batıyor burada.

Yeşilin görkemi ne kadar göz alıcıysa, karanlık günlerin anısına ışık tutan mezarların verdiği efkâr da o denli baskın.

Aliya İzzet Begoviç'in anıt mezarı da aynı bölgede bulunuyor. "Din ahlaktır; onu hayata geçirmek ise terbiyedir" sözü günümüz Müslüman toplumuna ne hissettiriyor acaba?

Utanma mı? Yoksa umursamazlık mı?

"Ve her şey bittiğinde, hatırlayacağımız şey; düşmanlarımızın sözleri değil, dostlarımızın sessizliği olacaktır" diyen Aliya İzzet Begoviç, bağımsızlık yolunda ülkesine liderlik yapmış, halkı için verdiği mücadeleden dolayı uzun yıllar esaret altında kalmıştır. Adil olmayan bir barışın, süren bir savaştan iyi olduğunu söyleyen de, kimliğini kaybetmenin bedelinin kölelik olduğunu haykıran da Begoviç'ti.

Çok haklı bir öğüt... Kimliğini kaybetmenin bedeli köleliktir.

***

Anıt mezarın yanında, yolun karşı tarafında Osmanlı mezarlığı var. Osmanlı mezarlığını gördüğümde samimiyetle söyleyebilirim ki üzüntü duydum. Tahrip olmuş mezar taşları, devrilip kırılmış lahitler... "Ecdat" siyaseti üzerinden menfaat devşirme geleneğinin güçlü olduğu Türkiye'deki siyasetçilerin samimiyetsizliğinin resmi gibi duruyor.

Yaşanmış ıstıraplı günlere, her yanı saran apak taşlı mezarlıklara rağmen, yaşam, bombalanmış binaların yıkıntılarından filizlenen ağaçlar gibi kıpır kıpır bir tazelikle devam ediyor.

Genç kızlar ve erkekler gözle görülür bir özgüvenle, rengârenk şık giyimleri, mütemadiyen güleç yüzleriyle anı yaşıyorlar. Nezaketleri ve sevimli yüzleri gibi, bireyselliği önemseyen yaşam biçimleriyle de göz dolduruyorlar.

***

Başçarşı'nın merkezinde, 1889'da Paris'teki Notre Dame Katedrali'nden esinlenilerek yapılmış Saraybosna Katedrali, bilinen adıyla İsa'nın Yüce Kalbi Katedrali yükseliyor.

Neo gotik mimari tarzında inşa edilen katedral, Bosna Savaşı esnasında büyük hasar görmüş. Yenileme çalışmalarıyla ayakta kalan Katedralin ön cepheseindeki göz alıcı kabartmalar, bahçesindeki mezarlar ve iç kısmındaki süsleme ve heykeller görülmeye değer.

Katedralin sağ tarafında ise Serebrenitsa katliamı anısına yapılmış bir müze var. Katliamda hayatını kaybedenlerin isimleri duvarlardaki siyah zemin üzerine beyaz harflerle inci gibi art arda dizilmiş. Müzenin girişinde gözyaşı döken yaşlı bir kadın portresi karşılıyor insanı. Yaşanmış acılarla yüzleşme durumu her yönüyle sarsıcı. Yakınlarını kaybetmiş insanların ifadesiz bakışları, kimi açlıktan, kimi kurşun yarasıyla can vermiş, onlarca ceset, ağlayan kimsesiz çocuklar... Vahşetin hafıza merkezini, yüreğime kurşun yemiş bir bilinçle terkediyorum.

Dışarıda bulutlu, rutubetli bir hava olsa da, karanlıktan aydınlığa adım atmak ve o aydınlık havayı solumak iyi geliyor.

***

Katedralin tam karşısında, yerde etrafı işaretli bir alan var. Mermerin üzerine kırmızı boyadan kan lekesi görünümü verilmiş bu alan, savaşta çocukların toplu olarak infaz edildiği yermiş! Katledilen çocukların sayısı tam olarak bilinmemekle beraber, o dönemin tanıklığını yapanların ifadelerine göre yüzlerce çocuk bu noktada kurşuna dizilmiş.

Başçarşı'nın içlerine doğru yolu takip edip ilerlediğinizde kan lekesi görünümü verilmiş işaretli bir alan daha göze çarpıyor. Hasbel kader seçilmiş alanlar değil, bilinçli olarak belirlenmiş bu yerlerde yüzlerce, belki binlerce çocuk katledilmiş.

Kan lekesi görünümü verilmiş o taşlara elimi sürerken, derimin kemiklerimden sıyrılıp döküldüğü hissine kapıldım.

Bu manzarayı görünce IŞID'in cami silueti karşısında, arkadan elleri bağlanarak diz çöktürülmüş bir Kürt peşmergesinin kafasını kesme anı gözlerimin önünde belirdi. Kanı çekilmiş, gözlerinin akı sönmüş pesmerge, yutkunarak belirsiz bakışlarıyla olan biteni izliyordu.

Kutsal olarak kabul edilen ibadethaneleri vahşetin propogandasına bayrak yapmak, dindar insan formunun kendi saadetini başkasının yokluğunda gördüğünün kanıtı aslında.


***

Gelip görenlerin fotoğraf çektirmek için birbiriyle yarıştığı, görülmeye değer yerlerin başında "Sonsuz Ateş" geliyor. Ateşin sürekliliğinden öte, barışa giden yolu aydınlatması, özgürlük tutkusunu perçinlemesi bakımından çok anlamlı.

Ferhadiye Caddesi'nin Mareşal Tito Caddesi ile kesiştiği yerde Sonsuz Ateş anıtı karışınıza çıkıyor. 2. Dünya Savaşı'nda asker ve sivil kurbanların anısına yapılmış bir anıt. Şehrin kurtuluşundan sonra 6 Nisan 1946'da açılmış olan bu anıt, önündeki ateş hiç sönmeyecek şekilde tasarlandığı için bu ad verilmiş.


***

Bu küçük Balkan ülkesinde kalbinize alıp gezdireceğiniz bir çok güzellik var.

Devasa bir karstik kayanın dibinde çıkan Buna Nehri'ne uğrayın. Nehrin kaynağında doğanın sonsuz ve sınırsız gücünü, insanoğlunun acziyetini göreceksiniz.

Hotel Hecco'nun terasına çıkıp kuş bakışı Sarajevo'yu, Başçarşı'yı, Ilızda'yı, bu şirin kentleri çevreleyen yemyeşil dağları, Vidikovac tepesinde apak mezar taşlarına çarparak kırılan güneşi izleyin.

Bir arkadaş, bir yakın dost gibi içinizi ısıtan, rutubetten kararmış, yer yer yosun tutmuş, yeşile kesen, gölgesinde insanların durup dinlendiği, birer muzaffer ordu kumandanı gibi vakur duran tarihi yapıların pütürlü duvarlarına dokunarak, o kadim havayı, teninize işleyen serinliği duyumsayın.

Yeşilin uçsuz bucaksız bir canlılıkla arzı endam ettiği, güneşi bir miktar mahzun, bu küçük ama kadim, güzel ama kederli ülkeyi görmek, acılarına dokunmak, rutubetli havasını solumak, yeni bir yaşam formu üzerinde efekkür etmek için fevkalâde bir ortam sunuyor.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.

9089 kişi tarafından görüldü.
Son Güncellenme:15:46:37
x