Stephen Hawking zihinlere kazınan "yaralı" görüntüsüne, yaşadığı ağır travmaya rağmen bilim tarihini alt üst edecek buluşlara imza atmayı, çağın dehalarını bir bir geride bırakmayı başaracaktı.
Hepimiz sorunlar yumağıyız. Evde, okulda, sokakta...
Kendimize sığındığımız yalnızlık alanlarında ve yalnız kalmaktan kurtulamadığımız kalabalıklar içinde...
Sorunlarımızla uyuyoruz, onlarla uyanıyoruz.
Sorunlarımızı büyütüyoruz.
Sonra baş edemediğimiz bir garip çaresizlikle bizi yonta yonta şekillendirmesini izliyoruz.
Tıpkı volkanik kayaçların yağmurun ve rüzgârın şiddetiyle şekillenmesi gibi.
***
Elimizden kayıp gideceğini hissettiğimiz zaman yaşamı sevmeye, o meşum belirsizliğe sıkı sıkıya sarılmaya başlıyoruz.
Çaresizlik, bir tür hayat sevgisine dönüşüyor.
O güne kadar fark edemediğimiz şeyleri büyülü bakışlarla gözlemliyoruz.
Gözlemlediğimiz belirsizliklerin ayrıntılarında kaybolduğumuz, o ayrıntılara vurduğumuz olur.
***
Bilimin başa çıkamadığı için kanser olarak isimlendirdiği o belalı hastalığa yakalanan erdemli, güzel yürekli bir insanla sohbet etme fırsatı buldum yakın zamanda.
Bir organ veya dokudaki hücrelerin düzensiz olarak bölünüp çoğalmasıyla beliren ve bulundukları alanın dışına yayılabilen kötü hücrelerin yani kanserin çağrışımı bile tüyler ürpertici.
Haliyle bu hastalıkla mücadele etmek ciddi bir savaşıma dönüşüyor.
Kişinin yaşama tutunma direncini zayıflattığı ölçüde onu münzevi bir hayata sürükleyebileceği gibi hayatı daha derin yaşamasına olanak sağlayarak zirveye yürümesine de güç verebilir.
Bu kişinin karanlıkta el yordamıyla da olsa aydınlığa yürüme azmine ve ısrarına bağlı.
***
Kendisini yakinen tanımanın dışında, bir dönem kendisiyle aynı gazetede yazı yazma fırsatı bulmuştum.
İnsanların sessizliğine, o sessizlikte uğuldayarak çalkalanan ahlâki çöküntüye ışık tutan cümleleri hâlâ zihnimde siyah beyaz bir film şeridi gibi akmakta.
Hastalığın yorduğu bedeninin aksine yaşam fışkıran canlı bakışlarını bana yönelterek; düşünen, tefekkür eden insanlar hayatın belli dönemlerinde niçin bu tür belalarla sınanıyor, neden huzur bulamıyoruz diye sordu.
Zaman zaman benim de kendi kendime sorduğum, yalnızlığımın ufkuna varıp bu sorulara cevap aradığım olmuştur.
Cemal Süreya'dan örnekle cevapladım soruyu.
Cemal Süreya, "1943 senesinde Dostoveyski'yi okudum ve ondan sonra hiç huzur kalmadı bende" demişti.
Bu cevap onu tatmin etmişti. İçtenlikle tebessüm etti.
Dostoyevski de bizim gibi miydi acaba, ruhundaki ele avuca sığmaz kıpırtıdan mı muzdaripti?
O etrafı gezerken, etraftaki olup bitene, rüzgârla savrulan kuru otlara, ağaçlardan salınarak düşen yapraklara, sağlıklı bedenlerinden fışkıran enerjiyle oyun oynayan çocuklarına, büyük bir özveriyle ömrünü ömrüne adayan eşine bakarken bende büyük bir dikkatle onun yaşam devinimlerini gözlemliyordum.
Çektiği acıları azalmak için çırpındığımı bir tek kendime anlatabilirim bu noktada.
***
Bir yanım olup biteni izlerken, bir yanım da başka dünyaların insanlarını, o insanların eksilen hayatlarını, azimle devam eden umutlarını düşünüyordu.
Stephen Hawking, 21 yaşında amansız bir hastalığa yakalandı. Konuşmasını, yürümesini, yemek yemesini, yutkunmasını hatta gülmesini etkileyecek, çoğunu imkânsız kılacak bir hastalık.
Doktor, tıbben elinden bir şey gelmediğini, ortalama yaşam süresinin iki sene olduğunu derin bir üzüntüyle söyler.
Evrenin gizemiyle ilgilenirken beyninde depremler olan genç Hawking, o gizeme kapı aralamadan yolun sonuna gelmişti.
Elimden bir şey gelmez demişti doktor. Bundan daha sarsıcı ne olabilir hayatta?
Gündoğumuna, o eşsiz parıltılı ufka bakarak evrenin sırlarını çözmek için hayal kurarken, ebedi karanlığa gömülmek, bir dehşet senaryosundan başka ne olabilir!
Doktorun karanlık öngörüsüne karşılık Hawking şu soruyu soracaktı: Peki beyne ne oluyor?
Hastalık bedeni tahrip edecek güçte olabilir ama bu tahribatı dengeleyecek, hatta etkisiz kılacak şey akılda saklı.
Hawking bunu biliyor, buna inanıyordu.
Ölüm hariç doktorun hastalığa dair öngörüsü doğru çıkmıştı.
Sağlıklı, hayat dolu biriyken kısa bir sürede yürüyemeyen, konuşamayan, yutkunamayan ağır bir hastaya dönüşmüştü.
Bedenini felç eden hasar ilginçtir beynine ulaşmamıştı.
Hayal ettiklerini gerçekleştirmek için bedeni olmasa da olurdu. Yeterki beyni sağlam olsun. Bu ona yeterdi.
Stephen Hawking zihinlere kazınan "yaralı" görüntüsüne, yaşadığı ağır travmaya rağmen bilim tarihini alt üst edecek buluşlara imza atmayı, çağın dehalarını bir bir geride bırakmayı başaracaktı.
Olmayan bir bedenle "zamanın kısa tarihinde" yolculuk yapmak ona nasip olacaktı.
Poker masasında ilkin klasik mekaniğin temelini atan, yerçekimi kanununun mucidi Isaac Newton'ı, ardından özel ve genel görelilik teorilerini yayımlayan, tüm zamanlarım dehası Albert Einstein'ı geride bırakmayı başaracaktı Hawking.
Bunu işlevini yitirmiş yaralı bedenine karşın umutsuzluğu umut kılan iradesiyle, bilimi önceleyen parlak zekasıyla başarmıştı.
Kadere bakın ki Hawking'e iki sene ömür biçen doktoru ondan önce ölecekti.
***
En derin acıları, en amansız yaraları iyileştirebilecek şeyin sevgi olduğunu, çıkarsız, umarsız bağlılık olduğunu gün ışığında karanlığa yakalanırken daha iyi anlıyor insan.
Sahi neydi bizim birbirimizle derdimiz?
Niçin sevmedik birbirimizi?
Sevmeye neden vakit ayırmadık?
Ağız dolusu gülmeyi niçin akıl edemedik?
Umut iklimine ışık olmak varken nasıl oldu da korkuya ve kötülüğe meylettik?
Neydi bizi bu kadar yoran?
"Şunu bir kez daha gördüm ki hayatınızı altüst edecek gerçeklerle karşılaştığınızda, o üzgün gerçeklerin azgın sel suları gibi sizi kapıp sürüklemesi ancak sizin o gerçeklere boyun eğmeniz, o gerçeklerin sizden beklediği gibi davranmanızla mümkün olabiliyor."