“İnsan endişeden yaratılmıştır.”Can Yücel “Gitmek” şiirinde “Sırf yeme, içme ve barınmanın bedeli bu kadar ağır olmamalı” der. Bahsedeceğimiz endişe ise ne yeme, içme, barınma, ne genetiksel ve çevresel kaynaklı!
İlgilendiğimiz endişe; aniden ve hızlıca kavramaya başladığınız, sizi sizlikten geri dönüşümsüz, tersinmezce çıkararak iflah olmaz bir “şey”e dönüştüren ve bunlar başınıza getirilirken en ufak bir vicdan, engelleme, önleme kıpırtısına rastlanılmayandır. Biyolojik yatkınlık ya da çevresel besleyici, kaynaklı olanlar değil, ayrıca bilişsel-davranışçı yaklaşımın önleyici, tedavi edici gücünün pek de yetmediği bir endişe; bu bambaşka bir endişe ki, Tanrıçalar dahi bu derde derman olamaz.
Endişeye bir kez can üflendi mi gerisini ona bırakın! Zamanla yersiz olmadığı da kanıtlandı mı dönüşü yoktur. Siz artık tepeden tırnağa, o andan sonsuza dek bir yarasınızdır, sedirdeki ömrünüz bu yaraların nedenlerini, genişliğini, derinliğini ve etkisini anlamakla geçecektir. Kaçamayacağınız kadar sizindir o, kaçamayacağınız kadar içinizdir, soluğunuz teninizdir!
“görüntülerin ve ardindan seslerin de renklerini soğurunca susuş
acısıyla ölmek üzere olan bir hayvanın nefesidir artık yaşam
coşkusuzluğun sakatlığına yamanacak bir ömür benimsizlikte
yüreğin gittikçe küçülen bir girdaptan başka nedir”
Turgut Uyar “İnsan sevdikçe iyileşiyor artık anladım” deyip saflık içinde yanılıyorken, Irwin Yalom “Yalnızca yara almış iyileştiriciler gerçekten iyileştirebilir.” diyerek eksik de olsa doğru zemini gösteriyordu. “Yarayla alay eder yaralanmamış olan” doğruysa, derdinizi uygun kişiye anlattığınızdan nasıl emin olabilirsiniz ki?
“masaldan geriye kalan yine gökten düşen üç elma
payımı istiyorum artık
payımı vermezseniz
anlatırım masalcıların acıya şerbetli olduklarını
anlatırım masalcı olmaya adayların da bu işi kavradıklarını
anlatırım cânım kımıltıların örtbas edilişini
hani O sanki varmış gibi
yavaşça yumup gözünü
ve hafif eğip başını
yüzün teni aramasıdır şiir
şiir çıplaklığımızdır
şiir silahsızlığımızdır tüm iklimsiz ordulara karşı
şiir sipersizliğimizdir kendi yüreğimizin, edimimizin karşısında
şiir cesarettir gittikçe lalleşen şarap susuşlarına karşı
şiir o üç elmadan geriye kalandır
gözümüzü her gürültülü yumuşumuzdur”
Melike Uzun bir denememi okuduktan sonra etkileyici bir iç dökümü demişti. Denemem iç dökümü olmasa da ifade hoşuma gitmişti. Sanırım Sen Aydınlatırsın Geceyi tam bir iç dökümü, daha doğrusu tam bir kusuntu gibi duruyor; varlığı ortada görünmese de; gerçekte film kaskatı bir iç acısı, somut ve bitimsiz bir zavallılık, canlı ve inandırıcı bir kusuntu.
Soyut olarak bilinenler bu filmde kolayca ve açıklıkla somutlaştırılıyor; üstelik mimiksiz, ifadesiz, artistlik yaptırtmaksızın. Öyle ki, başrol oyuncuları o kadar iyi oynayamıyor ki, herkesin bu rolleri oynayabileceğini düşündürtüyor.
Filmi tartışmadan önce sorayım; Beşir Fuad’ı bilir misiniz? Hani 1887’de 35 yaşındayken henüz, annesi gibi delirmek istemediğinden belki; kesmeye bileğinden başlayarak intiharı, ölüşü yazıya dökmeye çalışan Fuad. Bilmiyorsanız doğaldır çünkü unutturulmak istendiği için bilmiyorsunuz. İlk kez dipnotu kullanan o çağın insanı Fuad. Osmanlı şairlerine “Yeter saçmaladığınız be!” diyen pozitivist Fuad. İşte Akhisarlı Cemal o Fuad’a hiç benzemiyor. Filmde kendi bileklerini kesen Cemal derdini anlatabilecek kelimeleri, kavramları bile bilmiyor, bunlara sahip değil. İkisinin ortak noktası kendiliğindenlikleri.
Shanley’in “Şüphe”sindeki gibi güçlü, zeki, kararlı iradelerin çarpıştığını görmüyoruz filmde. Evet, Akhisar’da olsa olsa böyle olur.
Mucizelere inanır mısınız? Kabullenilmiş devlik, çıplak elin tüfek/tabanca olması, kan ağlamak, ölememezlik, silik (kişilikle) görülmek, sadece aynada görünür olmak (aynadaki görüntünün gerçekliğinin tartışma dışılığı), duvarlardan geçmek ve duvarların ardını görmek, erkek de dahil nesneleri parmağıyla oynatmak, istediği her kişinin kendine aşık olmasını sağlamak, hayatı durdurabilmek birer mucize midir? Belki de “her neyi iyi yapabiliyorsak” gerçekte o sergilediğimiz mucizemizdir. Masum bir öpücükle mucizenin etkisinden kurtulmanız sağlanabilir mi? Mucizevi özellikler mutlu etmeye, mutluluğa erdirmeye yeter mi? Mucizelerin sıradanlaştığı, önemsizleştiği, hiçbir işe yaramadığı, hatta kötüye kullanıldığı yaşantılar…
A: “Beni seviyon mu?”
B: “İstersen severim!”
Sorunun değil ama yanıtın kışkırtıcılığı tartışılmaz. Yukarıdaki soruyu soran bir kadınsa eğer, erkeğin sevişi muhtemelen hevesi geçinceye kadar mı olur? Soruya bu özel yanıtı veren kadınsa, bu “içten” sevişi ömrü boyunca sürdürebilir mi; yeter ki aksilikler olmasın. Bir şeylerin başından beri ters gittiğini sonradan kavramaya başlamak…
Basitliğin değil de bayağılaşmanın, dipte olmanın kökenle, dinle, dinsizlikle, coğrafyayla, Kurdistan’da bir mezrada, Chicago’da, Svalbard’da olmakla ya da yaş, eğitim durumu, cinsiyet, meslek ya da varsıllıkla ilgisi yoktur. Kendinizi bilmezseniz ve kabullenmezseniz, karşınızdakini kullanmayı isterseniz, kendinizi kullandırmamayı bilmezseniz, kendinizi kullandırmamayı istemezseniz, kendinizi bilerek kullandırtıyorsanız yeter sebeptir.
Filmin bir diğer ve belki de asıl adı; “Sevmesini bilmiyorsan, bakma sakın gözlerime” (Sevmiyorsan, bakma sakın gözlerime). Sevmesini bilmek, sevilmeyi öğrenmiş olmayı da gerektirir mi?
“insan sevdiğini içinden nasıl atar;
ağlayarak mı
çürüyerek mi
çıldırarak mı
savrularak mı”
Kendi halinde, hiçbir canlının canını yakmayan, içinden geçeni dürüstçe sıralayan, başına geleni olduğu gibi anlatmaya çalışan, kimsenin kötülüğünü düşünmeyen, dedikodu yapmayan, sedirde otururken dalıp gitmiş bir erkek melek olmalı; bir gün karşısına kadınlar çıkmaya başlayıncaya kadar. Erkek öyle biriydi. Kafasının içinde dönüşünü durduramadığı tekerlekle, alev almış evlerinin içinde anne ve kardeşlerinin yanışını hala yanı başında taşıyan erkeğin kadını kaçıncı defa da olsa “ilk kez görüşü”, aşık oluşu, dönen tekeri huzurla durduruşu.. Buraya kadar sorun yok.
Erkek kadından şüphelenmeye başlıyor. İlk şüphe zerresi oluştuğu andan itibaren erkek kendini kaybediyor, ikisinin geçmişlerini tekrar en baştan gözden geçiriyor, çok geç de olsa doğru sorular sormaya başlıyor. Yeni ve uçsuz bucaksız bir endişenin tam ortasına hiç desteksiz bırakılmış oluyor, yok saymıyor, sırtını dönmüyor, görmezden gelmiyor; başına geleni anlamaya, doğrulamaya, bilmeye çalışıyor. Öğretmenini dinliyor. Bu öyle bir endişe ki diğerlerine benzemiyor; geçmişte onu endişelendirenleri hiçleştirip tamamen kendini egemen kılıyor.
O ana dek sessiz sakince yaşayan, içinde yanan şiddeti hiç açığa vurmamış erkek şüphesinden emin olduğunu sandığı anda kadını kötü dövüyor. Kadın şaşırtıcı biçimde hiç sesini çıkarmıyor ve sakince akşam yemeğini hazırlamaya gidiyor. Burada filmin kolye başlangıcıyla yokuşu tırmanmaya çalışması pek anlamlı gelmedi, endişeye asıl girişin yapıldığı bu sahneler önceye ve sonraya göre tutarsızlıklara, kopukluklara, yetersizliklere sahip.
Erkek yanıldığını anlıyor ve özür dilemek için güya Shakespeare sonesi ezberliyor. Shakespeare okuyup hangi sonenin duruma uygun olanı arayan yani soneleri anlamaya çalışan biri artık eskisi gibi olabilir mi? Kolye dayağından sonra film kemikleşmeye başlıyor. Erkek tekrar dönmeye başlayan tekerleği aklında taşıyor.
Erkek kolye meselesini örtbas ediyor, gerçekte kolyenin kaynağını kadına sormayı bile denemiyor. Ancak ilk dalga sönerken asıl dalganın gerçek ve yıkıcı olduğu ortaya çıkıyor. Kadının gizlediği birden bire açığa çıkıyor. Açığa çıkmasa belli ki kadın öylece yaşayıp giderdi. Kadının kendini gizleyerek erkeğe sığındığını anlıyoruz. Belli ki erkeğin kendinden şüphelenmesini sağlayacak her kanıtı gizlemeye çalıştı, başaramadı. Kaçacak yer kalmayınca yani gizlediği ortaya çıktığında kadın geri durmuyor; “Sen iyi birisin, bana yardım edersin dedim. Artık rahata ererim dedim” diyor. Erkekse tüm doğallığıyla kadını kabullenmiyor.
Bu sahnelerden sonra her şey değişiyor. Kadın birden bire salt gurur kuşanıyor. Daha önce dayak yiyince sesi çıkmayan, kabullenen, sinen, erkeğe “öfken diner” edasıyla bakan kadının gizlediği yani erkeği kandırmışlığı açığa çıkınca birden bire roller değişiyor. Erkek ezilmeye başlıyor ve film bunu çok iyi veriyor. Erkek “Ben iyi değilim, ben hiç iyi değilim” diyor. Sanırım Onur Ünlü bu filmi sırf kendisi için çekmiş; izleyici, Cannes ya da Oscar umurunda bile değil.
Beylik laflar etmesini seven bir arkadaşım kendini kıyaslarken “Ben maymun değilim” demişti. Bu ifade, kimi insanların süren ilişkisini bitirmeden yenisine bakınışının içgüdüselliğini açıklamaya yararmış; maymun yeni ve sağlam dalı bir eliyle sıkıca tutmadan tutunduğu diğer dalı bırakmazmış. Halbuki bu evrimsel ifade; bir elinde temiz, itibarlı, yasal ve mantıksal dalı hiç bırakmadan, diğer eliyle duygusal ama sıkıldıkça değişebilir kirli ve saklı dalları tutabilenlerin bırakınız devrimselliğini, mucizeviliğini es geçiyor.
Filmde bunların ardından farklı bir yaraya sahip, yine ilk kadın gibi güvenli liman arayan ve her dediği yalan olan ve ısrarla yalanlara devam eden yeni bir kadının görünürlüğü artmaya başlıyor. İyi birine (filmde erkeğe) sahip olmak fırtınadan limana sığınmak gibi; fırtınanın asla dinmemesi için dua ederek. Eğer fırtına hasarsız dinerse “mükemmel” bir erkeğe sahip olmak da yetmez, aşık olunacak bir diğeri de gerekir. Erkeğin ikinci kadına “Hamile misin sen?” sorusu da konunun gittikçe dikleşen yolda teklemeden ilerleyişini sağlıyor.
Başınıza taş ne zaman yağar? “Avutucu araçlar” arayan kötü kişi iyi kişiye sokulduğunda değil, bu sokuluşta iyi kişi de kötü kişiye karşılık verdiğinde mi yağar? Dünya ne zaman tartışmasızca tersine döner; karşınıza her çıkanın yalan söylediğini, kendi aşkı için hep diğerini kullanmaya çalıştığını anlayınca mı, siz de onlarsılaşınca mı?
Gerçekten hayatta herkesin (her gördüğüne) bir kere yalan söyleme hakkı var mıdır, yoksa bu sürekli yalan söyleyenlerin yalancılıklarını masumlaştırma kandırmacası mıdır? Gerçekten mucize uzuvsal mıdır? Yani, iki kol mucizeyi sağlıyorsa onu bedenden ayırmak mucizenin kaybolmamasını mı sağlar? İki kol bedenden ayrılmışken avuçlar birbirine temas ettiğinde gerçekte cansızlaşan beden yüzünden mi mucize gerçekleşmez, yoksa erkek artık yaşamamakta mıdır?
Pişmanlık, hak etmeme duygusu o denli benimsenmeye, yoğunlaşmaya, kıvamlaşmaya ve akmamaya başlar ki, Dr. Faust’un evinin önünde kendisi de senedi kanıyla imzalamak için lime lime ruhuyla yalvararak kapıyı yumruklayan Nazım gibi, erkek de “kadınını” getirmesi için bir başka kötüyle anlaşma yapar. Erkek karım demeyi tekrar kabullendiği kadın için şeytana küfürler edebilmektedir. Hiçbir girişim işe yaramaz. Kadın kendine güvenen bir birey gibi davranmaya başlıyor. Gideceği yerde başına ne geleceğini bilmese de gidiyor. Şansını denedi, olmadı! Geridekinin ne halde yaşayacağı umurunda bile olmayacak! Kadın gönül rahatlığıyla, sessizce ve hızla gidecektir; çünkü o erkeği hiç ama hiç sevmemiştir. Sevse; kaldırımda kitap satar, bankta uyur, dayak yer, her şeye ve herkese katlanırdı; hep bahsettiğimiz ve “gaari” diyen erkeğe bile!
Film konusunu hemen hemen sadece kadınlar üzerinden götürüyor ve ben buna karşı geçerli bir itiraza sahip değilim, sahip olan bunu belirtmeli ve filmdeki erkek dünyasını da eleştirmeli. Filmdeki erkeğin tek suçu kadına aşık olması, erkeğin tek talihsizliği o “yaralı” kadınların erkeğin içten duygularını kullanmaya acımasızca hazır, aç olması.
Filmi yine kendi cümlemle bir kez daha toparlamaya çalışayım;
“Dünyanın çıkmış çivisini alnıma çakıp gidişin kaldı.” Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.