Bir sabah vakti doğanın rengârenk güzellikleri arasında yürüyüş yapmak istemiştim. Şunun olurları ya da öbürünün karşıt olmazların kemirip bitirdiği beynimi dilendirmekti amacım. Sevdalara uğur getiren ağustos böcekleri, özgürlüğü sembolize eden rengârenk kanatlarıyla uçuşan kelebeklerin, bir başka midenin sofrasında yem olmama refleksleriyle daldan dala uçuşan kuşların, doğanın harmanından alabildiğini toplayarak kışa hazırlık yapan böceklerle buluşmak iyi gelecekti.
Kesik bacağının protezini soluna koymuş, sağa sola yaprakları dökülen bir ağacın gölgesinde derinlere dalmış biri dikkatimi çekti. Tanımadıklarımla yakınlaşma tutukluğumu özgürleştirip merhaba diyerek yanı başına oturdum. Güneşin kavurduğu, rüzgârın oyuncağı haline gelen çiçekleri eliyle okşarken başını arada kaldırıp sitem edercesine güneşe bakıyordu. Kim bilir belki de “hem yaşatıp hem yok eden sensin” diye güneşin şahsından başka yerlere göndermelerde bulunmak istiyordu. Ya da sitemden çok ötesi bir edayla yaşatıp ve yok eden güneşin kaypaklığını sorgular gibiydi.
Ona hiçbir yaşamışlığın boşa gitmediğini, bir bacağınla bile değer bilenlerin sofrasında değerli olabileceğini anlatmaya çok istekliydim. Ama derinlikli düşünüşüyle patlamaya hazır duygusal dünyasına zararım dokunur diye vazgeçtim. Her ne kadar beynim yüreğime bir başka insanın gizemli dünyasının bahçesine dalmanın kolay olmadığını söylüyorsa da yüreğim yine de bu insanın gizemli dünyasına dal diyordu.
Mırıldanarak kendisiyle konuşuyordu, belli belirsiz de olsa duyuyordum. “Yol aldığım yollar tuzaklanmış patikalarla doluydu,” diyordu. Düşünselliğimi tamamlayacak akıl ve yeteneğimin yarısı söz konusuydu. Yolculuk yapılan yollar dar ve engebeliydi, kaymalar sendelemelerle günlük hayatın tüm normları alabildiğince anormal bir hale dönüşüyor, olabilir diye atılan her adım, her ne hikmetse bir başka manevrayla bir başkasının ördüğü olmazların duvarına toslanıyordu. Ama yine de kendime olan güvenimi, düşünselliklerimle barıştırıp aralarındaki uyum sorununu, sağlamaya çabalıyordum.
Sağdan soldan, yukardan, aşağıdan, gelecek darbeleri küçümsemeyerek nasıl olmalılara odaklanıyordum. Kendime ve inandığım değerlere güvenerek ''Haydi az kaldı en uca yetişmek üzeresin,” diye kendimi hep motive ediyordum. Mırıldanarak söylediği her söylemin altını doldurup anlamlandırmaya çalışıyordum. Çenesini avuçlayıp uzaklara dalıp söylediği her söylemi düşünsel dünyamı altüst etmeye yetiyordu.
Şu halimle neyi nasıl yaşadığımı merak mı ediyorsun dercesine gözlerini gözlerime dikmişti. “Oyuncaksız büyüyen Kürt çocuğunun çocukluğunu yaşıyorum,” demesiyle, vicdanım ve yüreğim burkulmuştu. “Bacağı kesik bir ben miyim sadece” dedi. “ Kolu bacağı kesilmiş, yüzü gözü parçalanmış binlerce kişinin varlığından haberi olan kaç kişi var dersin?” Sitemi ise adresi belli yerlere mesaj yollamak istiyor gibiydi. Kolunu, bacağını, gözlerini… kaybedenlerin sayısını sorsan bilen birkaç kişiden öteye geçmez. Ne yapıyorlar, ne gibi sorunları var diye sorsan, soruya muhatap olanın omuzlarını silkelemekten başka ne cevap verebilirdi ki!
Bir tek doğru olduğunu hep söylerler, oysa doğrular o kadar çok ki! Ve kimi doğrular var ki; bir başkasının doğrularının üzerine ağır bir yük olarak çöker. Bu benim doğrumdur dediğinle şekillenen duruşun bir başkalarının doğrularına ve duruşlarının sofrasında öyle bir meze olabiliyor ki, yüreğinin yanık kokusu gök kubbenin yedinci katını bile kokusuna boğdurmaya yeter. Görmek istediğiniz ya da binbir emekle döşediğiniz yolun ucu Kaf Dağı’nın arkasında kaybolunca ancak bir adım ötesini görmeye hasret kalırsınız.
Bir ağaç dibinde oturup kesik bacağını sadece görsel ya da anlatımlarla nemalanma amacına dönüştürenlere karşı dopdoluydu yüreği. Kirli bir savaşa bacağı yem olmuş birinin yanına oturup derdini dinlemek yüreği sağlam olanın işidir. Yaş sınırımla, yorgunluğa oynayan yüreğimin daha fazla dayanamayacağını anlayarak, herkes gibi bacağı kesik dostuma sırtımı dönüp “eyvallah” diyerek ayrıldım.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.