Gözlerini dikmiş Bagok Dağı’nın doruğuna bakıyordu. Kuzeyin soğutucu sert rüzgârına bağrını açmış, “Ne acılar çekti bu yürek!” diyordu.
Kader çizicilerin yaşattırdıklarıyla ve yaşarken aldığı yüreğindeki yaraların acısını dağın doruğunda gelen esinti bile serinletmiyordu. Bedenini rüzgâra barikat yapmış, tıpkı kendi tayını koruyan atın ve yavru kuzusunu koynuna alan ana koyunun görüntüleri aklına gelince, Fatma Nine duygulanmıştı.
Mariya’nın tüm yaşamını, dini inancını, ırksal göreneklerine ve bir bütün olarak her türlü varlığına tecavüz edenlerin insansızlığına yüreği ağlamakla meşguldü. Zaten tüm hayatı olur olmaz hayaller ve ‘keşkeler’ ile geçmişti. İnsan olmanın en sade ve basit keşkesi ise, günün birinde babası Yozef’den, ya da annesi Gabriya’dan kendi ana dilinden -Süryanîce- “Mariya, kızım bir bardak su ver,” denilmesiydi.
Köy imamının her ezan okuyuşunda, çalan kilisenin canları hayal dünyasını bir başka duygularla hoş ediyordu Mariya’nın yüreğini. Köyün çeşmesinden su taşıyan desen desen giysileriyle göz kamaştıran köyün genç kızları, çeşmenin etrafında dört dönen köyün genç delikanlılarını her gördüğünde, delicesine sevdalandığı Şemhünile olan anılarını yeniden yaşarcasına eskilere dalıyordu. İçi acıyor, yüreği burkuluyordu, geçmişte gezerken…
Şemhun Gelho’nun yetişkin oğlu Mariya’ya komşuydu. Şlomuyla başlayan hal hatır faslı zamanla karşılıklı sevdalanmaya dönüşmüş, Mariya tam anlamıyla bir kırıma uğratılmış ve hiçbir canlının egosunda rastlanmayacak bir vahşet ve barbarlık örneğiyle kaçırılarak yaşamına el konulmuştu!
Dillerine, dinlerine, anane ve göreneklerine tümden yabancı başka bir toplumun yaşamına zorlanmıştı. İslam’ın Tanrısı dışında başka hiçbir inanışın Tanrı’sını kabul etmeyen Sünni Kürt sofilerce kaçırılmıştı Mariya! Mariya’nın inancını, insan oluşuyla var olan insanlığını, özgürce yaşama hevesini, karanlıklar dünyasının gözde sofilerince rehin alınmıştı! Her ne kadar, Mariya’nın adını Fatma, dinini de İslam yapmışlarsa da yavuklusu Şemhun’le kilisenin çanları her çaldığında “Bizim sevdamız için çalıyor,” hatırlatması bile Mariya’nın yüreğini ısıtıyordu yine de.
Hemen arkasından gelen imamın ezanı ise, Mariya’nın kulaklarına yabancı bir çağrışım, “Seni senden koparıp senin sen olmadığın birini yaptık,” der gibi ruhsal varlığına yağlı bir hançer gibi saplanıyordu. Yaşama dair ne bir ışık nede gök kubbenin yedinci katından kulağına eğilip “Hayır, hayır sen Fatma değil Mariya’nın ta kendisisin!” diyebilecek umudunun da tükenişi, Mariya’yı Fatma olmaya zoraki bir şekilde alıştırmıştı. Ama yine de yetmiş beş yaşına ayak bastığı ve özellikle ölümüne sayılı yıllar kalıncaya kadar, Mariya Mariyalığını kendi hayal dünyasıyla yaşatmaktan bir saniye bile geri kalmamıştı.
Yedi yavru doğuran ve köy ahalisi tarafından Xemê adıyla anılan köpeğin çektiği acılarını görüp düşündükçe, Xemê’nin kulağına eğilip “Sen benden çok ama çok daha şanslısın,” demek istercesine gıptayla bakıyordu ona. Sade ve bir parça ekmeğin elde edebilmesi uğruna, insan diye iddia edilen iki ayaklı kapkaranlık canlıların taşlı sopalı hakaretlerine rağmen, pençeleriyle yeri kazıp yavrularının korunmasını büyük bir analık özverisiyle yapan Xemê’nin tüm acılarını “köpek gibi köpek kalışına değerdir,” diyor ve kendi yüreğindeki esintilere ağlıyordu.
Süs bebeği olarak dağıtılan Dersimdeki Kürt kızların dramını, zevk ve sefa adına Arap Sofrasına servis edilen Iraktaki Kürt kızların hikâyesini, gelecek yaşanmışlıkların acılarına örnek olur diye yazan Kürt aydınlar, Kürt sofilerce tecavüz edilen Ermeni kadının, yada kaçırıp zorla nikâhına alınan Süryani ve Yezidi kızların dramı oluk oluk kâğıtlara akmadıkça yazan kalemin hiçbir anlamı olmaz!.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.