Bu yazıda, Ankara’da, müşterilerine, özellikle öğrencilere hizmetini sürdüren Destar Kitap-Kafe hakkında bazı açıklamalar yapmaya çalışacağım.
***
Yıl 1948. Bu yıl, 21 Temmuz 1948’de, Ankara Üniversitesi, Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi’n de, Pertev Naili Boratav (1907-1998 ), Niyazi Berkes (1908-1988) Behice Boran (1910-1987) gibi öğretim üyelerinin üniversitedeki görevlerine son verildi. Bu hocaların Üniversiteyle ilişkileri kesildi.
1948’e kadar neler yaşandı? Bu yıllar, sağ düşüncenin özelikle ırkçı düşüncenin geliştiği yıllardı. Hükümet bu süreci yoğun bir şekilde destekliyordu. Yurt ve Dünya Dergisi, bu süreçte yayına başladı. Yurt ve Dünya aylık bir dergiydi 1941-1944 arasında 42 sayı yayımlandı. Derginin yazarları arasında Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes, Behice Boran, Muzaffer Şerif Başoğlu (1906-1988) Mediha Berkes (Esenel) (1914- 2005) gibi isimler vardı. Derginin imtiyaz sahibi ve yazı işleri müdürü Behice Boran’dı.
Aynı kadro 1943’de Adımlar Dergisini yayımladı. Adımlar, 1943-1944 arasında 12 sayı yayımlanabildi. Adımlar’ın da imtiyaz sahibi ve sorumlu yazı işleri müdürü Behice Boran’dı. Gerek Yurt ve Dünya, gerek Adımlar iktidarı çok rahatsız ediyordu. Yazarlar hakkında da sık sık soruşturmalar açılıyordu. Bu hocalar fakülte içinde de baskı altındalardı. Böyle bir ortam da Yurt ve Dünya ve Adımlar dergileri, 16 Mayıs 1944’de kapatıldı.
Yurt ve Dünya ve Adımlar dergileri, Türkiye’de sol düşünceni gelişmesinde büyük rol oynamıştır. DTCF’nın bu yıllarda önemli bir merkez olduğu söylenebilir.
Dönemin iktidarı bu dergilerden, bu dergilerde yazıları yayımlanan yazarlardan, öğretim üyelerinden çok rahatsızdı. Sağ akımlar, özellikle ırkçı akımlar, iktidarın, hükümetin teşvikiyle yoğun bir gelişme içindeydi. İstihbarat, öğrencileri kışkırtarak bu üç hocayı Fakülte içinde de baskı altında tutuyordu.
Sabahattin Ali-Nihal Adsız Davası, Hasan Ali Yücel- Kenan Öner Davası dönemin düşün hayatını iyi göstermektedir. Behice Boran’ın, Pertev Naili Boratav’ın, Niyazi Berkes’in üniversiteden uzaklaştırıldığı yıl Sabahattin Ali’nin de (1907-1948) katledildiği yıldır. Çok ağır idari ve cezai yaptırımlarla, gittikçe artan baskı, şiddetle karşı karşıya kalan Sabahattin Ali, Edirne’de Bulgaristan sınırını geçerken, 2 Kasım 1948’de ırkçı sağ görüşlü rehberi tarafından katledilir.
İktidarı rahatsız eden bir yayın organı da günlük Tan Gazetesi’ydi. Tan Gazetesi’ni Sabiha Sertel (1895-1968), Zekeriya Sertel (1890-1980) birlikte çıkarıyorlardı. Tan Gazetesi’nin matbaası bazı muhalif dergileri de basıyordu.
Hüseyin Cahit Yalçın (1875-1957) iktidara yakın bir gazeteciydi. 3 Aralık 1945’de ‘Kalkın ey ehl-i vatan’ (Ey vatan severler, ayağa kalkın!) başlıklı bir yazı yayımladı. Halkı sola karşı direnmeye çağırıyordu. 4 Aralık 1945’de, kışkırtılmış bir grup, baltalarla, balyozlarla, demir çubuklarla, kazmalarda, taşlarla vs. kapıları kırıp Tan matbaasına saldırdı, matbaa makinalarını tahrip etti.
Süleyman Demirel (1924-2015), Turgut Ozal (1927-1993), Necmettin Erbakan (1926-2011) gibi siyaset adamları o yıllar, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde öğrencilermiş. Süleyman Demirel cumhurbaşkanlığı yaptığı bir dönemde gerçekleşen bir söyleşisinde, sözü edilen gösterilere katıldığını ama, şiddet olayların katılmadığını söylemişti.
Aziz Nesin’in bu dönemi anlatan bir yazısı var. O yazıda şöyle deniyor: ‘
“Tan gazetesinin yakılmasını CHP iktidarından bilen Aziz Nesin, 5 Şubat 1948’de şunları yazıyordu…
“Ey Türk faşisti!
Birinci vazifen, Türk matbaalarını yıkmak, makineleri ısırmak, demirleri dişleyip duvarlara asmaktır. Mevcudiyetinin yegane temeli gazeteleri çamurlara serip, üzerinde ağzın köpürünceye kadar tepinmektir. Bu temel, partinin hazinesidir. Meydanlarda kitaplarını yaktığın namuslu insanlar bütün dünyada eşi emsali görülmemiş şekilde işkenceye tabi tutulabilirler.
Bütün malları, mülkleri zapt edilmiş, matbaaları yakılmış, gazeteleri kapatılmış, evleri tarumar edilmiş, çoluk çocuğu dağıtılmış, haneleri işgal, kendileri perişan edilmiş olabilir.
Ey faşist yumurcakları!
İşte bu ahval ve şerait içinde dahi bütün bu yapılanları kafi görmeden, vazifen matbaaları yıkmak, makineleri ısırmak, namuslu vatanperverleri parçalamaktır. Muhtaç olduğun kazma, balta Halk Partisi’nin ambarlarında mevcuttur.
Bakın, ben söylemiyorum; Aziz Nesin söylüyor. Zincirli Hürriyet, sayı 1, 5 Şubat 1948.”
4 Mayıs 2010’da, dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, CHP’yi eleştirirken söylüyor bu sözleri. ‘Bakın, ben söylemiyorum, Aziz Nesin söylüyor.’ diyen, Zincirli Hürriyet’i kaynak gösteren Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dır. Bu sözler, odatv sayfalarında yer alıyor.
Zincirli Hürriyet’i, İzmir’de Mehmet Ali Aybar çıkarıyordu. Mehmet Ali Aybar, 1946’ya kadar, İstanbul Üniversitesi, Hukuk Fakültesi’nde öğretim üyesiydi. 1946’da görevine son verildi, üniversiteyle ilişkisi kesildi. 1946’da İzmir’de Zincirli Hürriyet’i çıkarmaya başladı.
Zincirli Hürriyet Gazetesi’nde Aziz Nesin de yazıyordu. M. Mim Uykusuz karikatürlerini Zincirli Hürriyet’de yayımlıyordu.*
***
1946’da, da, Aziz Nesin, (1915-1995) Sabahattin Ali, Rifat İlgaz (1911-1993) Mustafa Mim Uykusuz ( 1922-1983) Markopaşa adlı, haftalık bir mizah dergisi çıkarmışlardı.
Burada, bir parantez açarak şunu belirtelim: 4 Aralık 1994 ne oldu? 4 Aralık 1994’ İstanbul’da, Yenikapı’ da, Özgür Günden Gazetesi’ne saldırı gerçekleşti. Dönemin başbakanı Tansu Çiller’in kışkırtmasıyla, gazetenin bürosu, arşivi tahrip edildi, imha edildi.. Saldırı sırasında ve yangınlarda gazetenin gece nöbetçisi katledildi. Bu olay, devletin Kürd sorunu konusundaki hafızasını göstermesi bakımından dikkate değer. İstanbul’da Cağaloğlu’nda, Ankara’da Halkın Emek Partisi’nin bulunduğu aparmanda da benzer saldırlar oldu. Belge Yayınları da bu saldırılarda büyük darbe aldı.
***
Tan Matbaası’nda, Görüşler Dergisi de basılıyordu. Derginin ikinci sayısı makinalarla birlikte tahrip edildi. Derginin birinci sayısında, Celal Bayar (1883-1986) Tevfik Rüştü Aras (1883-1972) Fuad Köprülü (1890-1966), Cami Baykut (1877-1949), Zekeriya Sertel, Mehmet Ali Aybar (1908-1995) Sabahattin Ali, Niyazi Berkes, Behice Boran, Adil Müstecaplıoğlu’nun (1904-1958) yazıları yer alıyordu.
1940’ların başlarında Köy Enstitüleri kurulmuş mezun vermeye başlamıştı. 1940’ların ortalarında, iktidar odağında yer alan bazı gruplar, Köy Enstitüleri’ne karşı yoğun bir muhalefet başlatmıştı. Bu muhalefet gittikçe şiddetleniyordu.
Bu baskılar sürecinde, Muzaffer Şerif Başoğlu DTCF’inden istifa edip ABD’ye gitti. Oraya yerleşti. Sosyal Psikoloji çalışmalarına ABD üniversitelerinde devam etti. Bir daha Türkiye’ye dönmedi. DTC Fakültesi öğretim üyelerinden Mediha Berkes (Esenel) de Fakülteden 1947 de istifa etti.
Burada yurt dışına eğitim için gönderilen öğrencilerin düşün hayatı üzerinde kısa bir değerlendirme yapma gereğini duyuyorum. 1930’larda, 1940’larda, ABD’ de eğitim görenlerin önemli bir kısmı, Türkiye’ye solcu olarak döndü. Muzaffer Şerif Başoğlu, Niyazi Berkes, Mediha Berkes (Esenel) Behice Boran, Sabiha Sertel, Zekeriya Sertel… bunlar arasındadır. Bu gruba Mihri Belli (1915-2011 ) yi de dahil edebiliriz. Eğitim için Avrupa’ya gönderilen öğrencilerin önemli bir kısmı ise Türkiye’ye sağcı olarak döndü. Bunların içinde Hitler hayranı olarak dönenler çoktu.
***
Üniversiteyle ilişkileri kesildikten sonra Pertev Naili Boratav Fransa’ya yerleşti. Çalışmalarına Fransız üniversitelerinde devam etti. Niyazi Berkes Kanada’ya yerleşti. Muzaffer Şerif Başoğlu’nun ABD’ye yerleştiğini yukarıda belirtmiştim. Sabiha Sertel ve Zekeriya Sertel ise, Sovyetler Birliği’ne sığındı. Behice Boran, eşi Nevzat Hatko’yla (1911-1981) birlikte Türkiye’de kaldı.
***
Üniversiteyle ilişkisi kesilen Behice Boran eşi Nevzat Hatko, gazetelerini, matbaalarını kaybeden Sabiha Sertel, Zekeriya Sertel, baskılarla karşılaşan, görevinden uzaklaştırılan Adnan Cemgil (1909-2001), Güzin Dino (1910-2013)… geçim derdine düştüler. Zaman zaman İstanbul’da, Beyoğlu’nda bir kafede toplanıp bu durumu görüştüler. Bu görüşmeler sonunda , Beyoğlu’na bir lokanta açma görüşünde birleştiler. Malzemeleri kendileri alacaklar, yemekleri kendileri yapacaklar, servisi de kendileri yapacaklar…
Ama istihbarat, devamlı olarak arkalarındadır. Devamlı izlenmektedirler. Bu toplantıların birinde istihbarat yüzlerine söyler. ‘Devletin aleyhine ne planlar yaptığınızı biliyoruz. Sık sık toplanıp neler konuştuğunuzdan haberimiz var…’
Bu takip üzerine lokanta işini gerçekleştiremeyeceklerini düşünürler ve bu işten vazgeçerler. Bu süreci Behice Boranla ilgili bir yazıda veya kitapta okumuştum. Şimdi hangi kitap veya yazı olduğunu hatırlamıyorum. Araştırılabilir.
Behice Boran, Nevzat Hatko, Adnan Cemgil tarafından Tercüme Bürosunun kurulması da bu dönemde gerçekleşmiştir.
14 Temmuz 1950’de, Behice Boran, Adnan Cemgil ve arkadaşları, Türk Barışseverler Cemiyeti’ni kurarlar. Kurucular arasında, Muvakkar Güran, Vahdettin Barut, Reşat Sevinçsoy, Osman Toprakoğlu, Nevzat Özmenç de vardır. 25 Temmuz 1950 de Başkan Behice Boran ve Genel Sekreter Adnan Cemgil Kore’ye asker gönderilmesini protesto çerçevesinde TBMM’ne bir telgraf çeker. Bu düşüncelerini, bir bildiriyle kamuoyuyla paylaşır. 29 Temmuz 1950’de Türk Barışseverler Cemiyeti kurucuları tutuklanır. Cemiyet kapatılır.
***
Destar Kitap-Kafe
Destar Kitap-Kafe’nin kuruluşunu, çalışmalarını yakından biliyorum. Ankara’dayken, Destar Kitap Kafe’ye sık sık gider gelirdim. Destar Kitap Kafe’yi iki kızkardeş, Nurcan Aktay, Hatice Aktay yönetiyor. Malzemeleri, pazardan kendileri alıyor, yemekleri, çayı vs. kendileri hazırlıyor, servisi de kendileri yapıyor. Nurcan Aktay’ın Mazlumder (İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği) kökenli olduğunu da hatırlatmak gerekir.
Destar Kitap-Kafe, Ankara’da İnkılap Sokaktayken beş katlı bir binanın beşinci katında faaliyet yürütüyordu. O dönem Destar Kitap-Kafe yöneticileri ve çalışanları arasında Abdüsselam Akıncı da vardı. Abdüsselam Akıncı, şimdi, Diyarbakır’da. Rudaw TV muhabiri.
Destar Kitap-Kafe mütevazi bir Kürd kurumu. Zaman zaman, konferanslar, söyleşiler, müzik dinletileri de düzenliyor. Filimler de gösteriyor. Bugün, Destar Kitap-Kafe taşradan gelen öğrenciler için bir haberleşme merkezidir, iletişim merkezidir. Herkes, birbirlerine ‘Destar’da görüşelim’ ‘Destar’da buluşalım’ diyor. Veya bir eşyasını Destar’a bırakarak, arkadaşına ‘poşeti Destar’a bıraktım, oradan alabilirsin…’ diyor.
1940’ların sonlarında, Behice Boran ve arkadaşları tarafından gerçekleştirilemeyen lokanta-kafe işi 2020’lerde iki genç kadın tarafından büyük maddi zorluklara rağmen yürütülebiliyor. İki dönem arasında, devlet ve hükümet bakımından, özgürlükler bakımından, basın özgürlüğü açısından çok büyük fark olduğunu elbette vurgulamak gerekir.
1923-1946 Tek Parti dönemi. Bu, tam anlamıyla, Tek Adam yönetiminin egemen olduğu bir dönem. Yasama’nın, yürütmenin, yargının tek adamda toplandığı bir dönem. Bu dönem hakkında, kısaca şunlar söylenebilir.
1923, 1927, 1931, 1935, 1939, 1943, 1946… Bu yıllar, milletvekili seçimlerin yapıldığı yıllar oluyor. O dönemler, TBMM 400 milletvekili ile çalışıyordu. Bu milletvekilleri, seçim dönemlerinde, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal (daha sonra İsmet İnönü) tarafından tayin ediliyordu. Evet. Aynen kaymakam, vali tayinleri gibi, öğretmen, genel müdür vs. tayinleri gibi milletvekilleri de tayin ediliyordu. Diyelim Hakkari… İki milletvekili çıkarıyor. Mustafa Kemal ve arkadaşları dönemin önde gelen yazarlarından veya gazetecilerinden, profesörlerinden ikisini alt alta yazıyordu. Bu kişiler, şüphesiz Hakarili vs. değil. Hakkari’yi bilmiyorlar, oraya gitmemişler, orayı görmemişler. Ama Mustafa Kemal’in, Atatürk’ün daha sona İsmet İnönü’nün Kürdler hakkındaki görüşlerini çok iyi biliyorlar. Dönemin, Şeyh Said, Ağrı, Zilan, Sason, Dersim direnişlerinin sürdüğü bir dönem olduğunu da unutmamak gerekir. 400 milletvekilinin bu şekilde tayin edildiğini bilmekte yarar var.
Bugün, üniversitelerde, toplumsal bilimler okutan profesörler arasında, Mustafa Kemal, Atatürk övgüsü yaparken, bu süreci, pek de dibini bucağını kurcalamadan ‘demokratik’ bulduğunu söyleyen hocalar da olmuştur.
Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Tüzüğü (1927) ve Kürt Sorunu (İBV Yayınları, Nisan 2013, İstanbul) kitabında bu konuda ayrıntılı bilgiler var.
O dönemler milletvekili seçimleri iki turluydu Birinci turda, Cumhuriyet Halk Partisi üyeleri ilçelerde, isimleri, parti tarafında gösterilen delegeleri seçerlerdi. İkinci turdaysa, seçim günü o delegeler ilde toplanır, Ankara’dan gönderilen milletvekili listelerini sandığa atarlardı. Cumhuriyet Halk Fırkası (Partisi) yüzde yüz kazanmış olurdu. TBMM ilk toplantısında da Mustafa Kemal’i, Atatürk’ü (daha sonra İsmet İnönü’yü) Cumhurbaşkanı seçerdi. Veya Cumhurbaşkanının süresini uzatırdı.
Basın özgürlüğü, üniversite özerkliği, hukukun üstünlüğü gibi kurumlar yaşam bulmamıştı. Celal Temel hoca, İBV’deki bir sohbetde, ortaya bir soru atmıştı. Soru şuydu: 28 Ekim 1923 ile, 29 Ekim 1923 arasında ne fark vardır? Celal Temel hoca, bu soruya daha sonra kendisi cevap verdi. 28 Ekim 1923’ de Meclis Hükümeti var. TBMM, hükümeti denetliyor. Hükümete soru sorabiliyor, hükümeti eleştirebiliyor. 29 Ekim’deyse Mustafa Kemal kendi hükümetini kurmuştur. Bu hükümete soru sormak, hükümeti eleştirmek, denetlemek mümkün değildir.
25 Aralık 1935 tarihli ve 2884 sayılı Tunceli Kanunu’nu hatırlayalım. Yasada, ‘Bu kanun hükümleri makable şamildir’, (Geçmişde işlenen fiiller için de kullanılabilir) ‘Sanığa iddianame verilmez’, ‘duruşmalarda tercüman bulundurulmaz’ ‘Duruşmalarda avukat bulundurulmaz’ ‘Mahkemenin kararları kesindir, temyizi yoktur… ’ gibi hükümler var.
Bu kanunun çıkarıldığı dönemde, TBMM’nde 60 civarında profesör vardır. Yukarıda belirtildiği gibi tayinle milletvekili yapılan profesörler… Bu 60 milletvekili arasında Ceza Hukuku profesörleri de vardır. Anayasa Hukuku, Kamu Hukuku, Tarih, siyaset bilimleri, ekonomi, mühendislik, tıp, ilahiyat profesörleri de vardır. (bk. Tunceli Kanunu (1935) ve Dersim Jenosidi, İBV, Nisan 2016 İstanbul)
Bunların hiçbirinin, ‘böyle hukuk olmaz. Ceza yasaları, yasanın kabul edildiği tarihten sonra işlenen fiiller için geçerledir…’ diyemiyor. Yasanın yukarıda belirtilen hiçbir maddesi konusunda eleştirel bir laf edemiyor. Kanımca, bu süreçlerin saptanması önemli. 1940’ların sonlarının ve Destar Kitap-Kafe’nin çalışmalarını sürdürdüğü 2020 lerin koşullarının çok farklı olduğunu bilmek de önemli.
Yukarıda , 1923, 1927, 1931… diye seçim dönemlerinden söz ederken, 1947 yerine 1946’ denmiştir. Bu, artık, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda çok partili düzene geçildiği yıllardır. Demokrat Parti sesini yükseltmeye başlamıştır. DP’nin muhalefetiyle seçim, bir yıl öne alınmış.
Bu, sol partilerin kurulduğu , yaşamını sürdürdüğü anlamına gelmemektedir. Adil Müstecaplıoğlu tarafından kurulan Türkiye Sosyalist Partisi 14 Haziran 1946’da, kuruluşundan çok kısa bir zaman sonra, hemen kapatılmıştır. Şefik Hüsnü Deymer’in ( 1887-1959) kurduğu, Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi de, 14 Aralık 1946’da kapatılmıştır. Kapatılan bu siyasal partiler hakkında cezai işlemler de başlatılmıştır. O yıllarda, yani 1960’dan önce siyasal Partiler tek hakimli Sulh Ceza Mahkemesi tarafından kapatılabiliyordu. Anayasa Mahkemesi 1961 Anayasası ile kurulmuştur.
Destar Kitap-Kafe’nin mütevazi bir Kürd kurumu olduğunu söylemeye çalışıyorum. Bu kurumun yaşamasında, yaşatılmasında, geliştirilmesinde büyük yarar vardır.
Son yıllarda Türkiye’nin Batı bölgelerine, özellikle İstanbul, İzmir gibi alanlara yoğun Kürd göçlerinin gerçekleştiği görülmektedir. 40 yıla yakın biz zamandır, köylerin yakılması yıkılması, faili meçhul denen ama failin herkes tarafından çok iyi bilinen cinayetlerin artması, iki ateş arasında kalma gibi durumlar, insanların, ailelerin göçünü hızlandırmıştır.
Bu Kürdler, örneğin İstanbul’da toplumsal ve ekonomik dayanışma ve kültür kurumları kurmaktadırlar Örneğin, İstanbul’da, Doğu ve Güneydoğu Dernekler Platformu bu örgütlenmelerle oluşmuştur. Ankara’da bu tür örgütlenmeler azdır. Destar Kitap-Kafe, bu örgütlenmeler çerçevesinde, bu örgütlerden biri olarak değerlendirilebilir.
Göçlerle gelen bu Kürdler, eğer, Kürdistanla ilişkilerini tamamen kopararak, evlerini, bağlarını- bahçelerini satarak gelmişlerse, ailelerinin tamamı doğup-büyüdükleri alanlarla ilişkilerini koparmışsa, durum, Kürdler’in, Kürdistan’ın geleceği açısından olumsuzdur. Ama, oradaki mülkleri duruyorsa zaman zaman memleketlerine gidip geliyorlarsa, bunun için bir neden varsa, ailelerinin bir kısmı hala oralardaysa, durum, o kadar yıkıcı değildir. Bu tür örgütlenmeler bu yıkıcı durumu biraz kırabilir.
***
Bugün, Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Tek Adam olmakla, Tek Adam rejimi kurmakla eleştirilmektedir. Ama, şu durumun saptanması önemlidir. Recep Tayyip Erdoğan eleştirilebilmektedir. Bazı eleştiriler hakkında Cumhurbaşkanına hakaret davaları açılsa da bu eleştirilerin sürmesi anlamlıdır.
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in, Gelecek Partisi Lideri Ahmet Davutoğlu’nun, Demokrasi ve Atılım Partisi Başkanı Ali Babacan’ın, Saadet Partisi Başkanı Temel Karamollaoğlu’nun Türkiye İşçi Partisi Genel Başkanı Erkan Baş’ın daha birçok parti, sivil toplum kuruluşlarının, yazarların, basın mensuplarının eleştirilerini her gün televizyonlarda ve radyolarda, gazetelerde, internette izliyoruz. Bu eleştirilerde haklılık payı oluğu da açıktır.
Bu eleştirilerin yapılabiliyor olması önemlidir. Tek parti dönemindeyse örneğin Atatürk’ü eleştirmek pek mümkün değildi. Eleştiri elbette çok önemlidir, yapılması gerekir. Ama, Mustafa Kemal’i, Atatürk’ün, yapıp ettiklerinin, özellikle Kürdler konusunda yapıp ettiklerinin eleştirisi gerekir. Eğer bunu yapamıyorsanız, Atatürk’ü eleştirmiyorsanız, eleştiremiyorsanız, Recep Tayyip Erdoğan’ı eleştirmek çok anlamlı değildir.
***
Bu ilişkiler ağında şu konunun vurgulanması da önemlidir. Bu yazının sonunda yararlanılan üç kaynak gösterilmiştir. Örneğin Gökhan Ak’ın yazısında yerli-yabancı onlarca akademisyenin yazarın, gazetecinin adı geçmektedir. Bu yazıda da onlarca akademisyenin, yazarın, gazetecinin, aydının adı geçtiği dikkatlerden uzak değildir.
1940’lar… Bu akademisyenlerden, yazarlardan, siyasetçilerden vs. hiçbirinin Kürdlerle ilgili görüş açıklamadıklarını, hatta Kürdlerden haberdar bile olmadıklarını belirtmek gerekir. Ama yaşları, doğum tarihleri itibarıyla, Şex Said’i, Ağrı’yı, Zilan, Sason, Dersim soykırımlarını biliyor olmaları, en azından duymuş olmaları gerekir. 1940’lar… Sol düşünce gelişiyor vs. derken bu hususun da dikkatlerden uzak tutulmaması gerekiyor. Türkiye’de sol düşüncenin, sol hareketin ta o yıllardan beri resmi ideolojiye biat ederek geliştiği söylenebilir. Bunu, 1940’lardan daha önceki yıllara, dönemlere götürmek de mümkündür.
***
1958-1962 arasında Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okudum. Dört yıllık eğitimde, hiçbir derste, Kürd, Ermeni… gibi sözcüklerin geçtiğini hatırlamıyorum. SBF’de, benden önce eğitim- öğrenim görenlerin de, benden sonra eğitim-öğrenim görenlerin de bu sözcükleri duymadıkları kanısındayım.
Dışişleri mensupları, ancak, Irak, İran, Surıye gibi, ülkelere, büyükelçi, konsolos ve diplomatik memur olarak tayin edildiklerinde, Kürdlerle, Kürd sorunuyla karşılaşıyordu. ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, İyalya gibi devletlere tayin edilen diplomatlar da Kürdlerle, Kürd sorunuyla şu veya bu şekilde karşılaşıyordu. O zaman da, merkez Ankara’dan kendilerine, ‘ bu konuları kati surette, basın mensuplarıyla, kimseyle tartışmayın…’ direktifi veriliyordu.
SBF’de, bu tür sorunlarla ilgilenlenmeme durumu 2010’larda değişti.
***
Fakültede, Türkiye’nin Sosyal ve Etnik Yapısı isimli bir ders vardı. Bu ders son sınıfta, İdari Şube ve Dış Münasebetler Şubesi öğrencileri içindi. Ama etnik sözcüğü, sadece dersin adında vardı. Dersin hocası o yıllarda, Pof. Dr. Hamid Sadi Selen’di (1892-1968) Hocanın 50 sahife civarında teksiri vardı. Teksir, Türkiye’de yaşayan herkesi Türk olduğu anlayışına göre hazırlanmıştı. Teksirde, Kürd, Ermeni, Rum, Alevi, Kızılbaş gibi sözcükler geçmiyordu.
O yıllarda, hocalar, sanıyorum 1946-1947 yıllarında Van-Hakkari yörelerine bir gezi yapmışlar. Gezi izlenimlerini de Siyasal Bilgiler Okulu Dergisi’nde yayımlamışlar.
Not: Siyasal Bilgiler Okulu, 3 Nisan 1950 tarihli bir yasa ile Ankara Üniversitesi’ne katılmış, Siyasal Bilgiler Fakültesi adını almıştır. Sekiz ciltlik Mülkiye Tarihi kitaplarında 1859’dan itibaren, bu eğitim kurumunun adı çeşitli zamanlarda değişik isimle almıştır.
Kuruluşunda, yani 1859’da adı Mekteb-i Mülkiye -i Şahane’dir. İçişleri Bakanlığına bağlı bir kurum olarak çalışmıştır.. 1918 yılında Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmış ve adı Mekteb-i Mülkiye olmuştur. Mülkiye, 1936-1937 ders yılında, Atatürk’ün istemiyle İstanbul’dan Ankara’ya taşınmış ve Siyasal Bilgiler Okulu adını almıştır.
Kürd inkarına rağmen dersin adındaki etnik sözcüğünün nereden geldiğini bilmiyorum. O dönemlerde İdari Bilimler Enstitüsü’nde, Dış Münasebetler Enstitüsü’nde, İskan ve Şehircilik Enstitüsü’nde, İktisat ve Maliye Enstitüsü’nde, Avrupalı ve ABDli öğretim üyeleri de çalışırlardı. Ders programlarının hazırlanmasında onların bir etkilerinin olup olmadığını bilmiyorum. Nitekim dersin adı kısa bir zaman sonra, Türkiye’nin Toplumsal Yapısı olarak değiştirilmişir.
Halbuki Mülkiye’nin, 1859-1923 döneminde, derslerde, Kürdlerden, Ermenilerden vs. sık sık söz edilmektedir. O zaman yayımlanan Mülkiye dergilerinde bu konularla ilgili yazılar da yayımlanmaktadır. Örneğin 1870’lerde, 1880’lerde vs. Teşkilat-Esasiye, Tarihi Siyasiye, Coğrafi Siyasiye, Eyalet İdaresi, Eyalet İdarelerinin Maliyesi dersler böyle gerçekleşmektedir. Erzurum Eyaleti, Van Eyaleti, Bitlis Eyaleti, Diyarbakır Eyaleti, Musul Eyaleti… anlatılırken, Osmanlı-Kürd-Ermeni-Asuri-Süryani ilişkilerinden sık sık söz edildiği görülmektedir. Bugün Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni oluşturan üç il, Hewler, Süleymaniye, Duhok ve Kürdistan’dan koparılan alanların tamamı o dönemler Musul Eyaleti içindeydi. O dönemler Irak üç bölgeden oluşuyordu: Bağdat, Basra, Musul. Yukarıda belirtildiği gibi sekiz çiltlik Mülkiye Tarihi kitaplarında bu konularda ayrıntılı bilgiler vardır. Kürd inkarı 1923 de Cumhuriyetle başlamıştır. O zaman temel soru şu olmalıdır: Cumhuriyet Kürdlere ne getirmiştir? Bu konularda, Kürdler, Türkler ayrı ayrı değerlendirilmelidir.
Üniversite ve Biat Sorunu
Son yıllarda, öğrenciler, Boğaziçi Üniversitesi’nde ve ODTÜ gibi üniversitelerde, hükümetin üniversite politikalarını, rektör tayinlerini protesto etmek için gösteri yapmaktadırlar. Bu gösterilerde birçok pankart taşımaktadırlar. Bu pankartlar arasında ‘Akademi biat etmez’ (Bilim çevresi üniversite için oluşturulan düzene başeğmez) şeklinde bir pankart da vardır.
Bu çok dikkat çekici bir pankarttır. İçeriği elbette çok yanlıştır. Öğrenciler, örneğin Boğaziçi Üniversitesi’nde, İktidarın üniversite politikasına, rektör tayinler politikasına başeğmez, diyebilirler. Öğretim üyelerinin büyük bir kısmının bu politikalara biat etmediğini söyleyebilirler. Ama, ‘Akademi biat etmez’ denerek çoğul bir kavram kullanılması, çok yanlış bir düşüncedir, çok yanlış bir görüştür.
1923 sonrasında, Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından Darülfünun ’a (bilimler, fenler evi-üniversite) şu söylenmiştir: Türkiye’de, Kürd diye bir halk yoktur, Kürdçe diye bir dil yoktur. Herkes Orta Asya’dan gelmiştir. Darülfünun bu konularla hiç ilgilenmeyecek. İkinci olarak Darülfünun, Ermeniler kimdir, Ermenilerin başına ne işler gelmiştir, gibi konularla da hiç ilgilenmeyecek. Bu konularda araştırma, soruşturma, inceleme vs. yapılmayacak. Bu direktiflerin sözlü verildiği kanısındayım. Çok güçlü direktifler olduğu besbellidir.
Bu direktifler daha sonraları, Darülfünun’a, Üniversiteye sık sık hatırlatılmıştır. Akademi-üniversite de bu direktife kararlı bir şekilde biat etmiştir. Boyun eğmiştir. Bu kabuller ise bilim kafasına işaret etmemektedir. Bunlar akademide memur kafasının yaşam bulduğunun göstergeleridir.
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal, 1933 de, Naziler döneminde, Almanya’dan kaçmak durumunda kalan profesörlerin bir kısmını Türkiye’ye davet etmiştir. Profesörler gelmiştir. Üniversitede, çeşitli fakültelerde görev almıştır. O zaman tek üniversite olduğunu hatırlamak gerekir. İstanbul Üniversitesi.
Almanya’dan gelen bu profesörlerle Darülfünun’dan üniversiteye geçildiği, üniversitenin kurulduğu söylenmektedir. Kanımca bu da yanlış bir görüştür. Şunun için. Üniversite için gerekli olan temel koşul ifade özgürlüğüdür. İfade özgürlüğünün yeterli bir koşul olduğu da söylenebilir. Ama Almanya’dan gelen profesörler, bilim yöntemi getirmemişlerdir. Bilim yönteminin temel koşulu olan gerekli ve yeterli koşulu olan ifade özgürlüğü getirmemişlerdir. Böyle bir söylem geliştirmemişlerdir. Bir konuda çok malumat sahibi olmak bilim yöntemine sahip olmak değildir.
Bir devletin siyasal sisteminde ifade özgürlüğü kurumlaşmışsa, orada rektörün nasıl seçildiği, kim veya hangi kurum tarafından seçildiği hiç önemli değildir. İfade özgürlüğü varsa, kurumlaşmışsa, rektörün öğretim üyeleri tarafından seçilmesi, mütevelli heyeti tarafından seçilmesi, cumhurbaşkanı tarafından tayin edilmesi… ciddi bir sorun değildir. Örneğin 1950’ler’de, 1960’larda, 1946 tarihli ve 4936 sayılı üniversiteler kanunu çerçevesinde rektörleri öğretim üyeleri seçerlerdi. Ama ifade özgürlüğü kurumlaşmadığı için, o yıllarda da üniversitenin varolduğu söylenemez. Türkiye’de ifade özgürlüğü hiçbir zaman, olmamıştır, hiçbir devirde kurumsallaşmamıştır.
Türkiye’de üniversiteler, kurumsal düzeyde, ifade özgürlüğünü hiçbir zaman savunmamışlardır. Üniversitenin akademik özgürlüğü var, bu yeter demişlerdir. İfade özgülüğünü insan hakları kurumlarının işi, insan hakları savunucularının meşgalesi saymışlardır.
Halbuki ifade özgürlüğü yoksa, kurumlaşmamışsa, akademik özgürlüğün hiçbir değeri yoktur. İstediğiniz kadar profesör olun, istediğiniz kadar unvanınızı büyütmeye çalışın, eğer, Kürdler, Ermeniler gibi temel konularda, resmi ideolojinin görüşleri dışında bir ifade kullanırsanız, kendinizi karakolda, savcının karşısında bulabilirsiniz. Mahkemeyle ve cezaeviyle de karşılaşabilirsiniz.
Bunun dışında akademik özgürlük insan haklarına aykırı bir kavramdır. Çünkü, insan hakları bütün insanlar içindir. Irk, dil, din cinsiyet sınıf farkı gözetmeden bütün insanlar içindir. Akademik özgürlük ise, üniversitede bazı gruplar içindir. Bunun, resmi ideoloji karşısında nasıl işlevsiz kaldığını da yukarıda belirtmeye çalıştık.
1930’larda, Türkiye’deki fikir iklimini göstermesi bakımından Darülfünun’da geçekleşen şu olaya bakmak gerekir. O zaman Darülfünun’un 160 civarında müderrisi vardı. O zaman müderris deniyordu. Bugün profesör deniyor. Bunlardan yüz kadarının (100) görevine son verildi. Bunlar, Kürdler, Ermeniler gibi konularda açıklama yaptıklarından değil, Türk Tarih Tezi, Güneş-Dil Teorisi gibi konularda, derslerinde öğrencilere, övücü, savunucu konuşmalar yapmadıkları için, gazetelerde bu tezleri öven, savunan yazılar yazmadıkları için görevlerinden uzaklaştırıldı. Almanya’dan Nazi baskısı sonunda gelen profesörlerin de bu fikir iklimiyle kısa zamanda bütünleştiklerini söylemek, aşırı bir değerlendirme değildir.
Not: Bu yazıyı hazırlama sürecinde üç kaynaktan yararlandım. Bu üç kaynak şunlar.
Mete Çetik, Üniversitede Cadı Avı 1948 DTCF Tasfiyesi ve Pertev Naili Boratav’ın Müdafaası, Dipnot Yayınları 2008, Ankara
Gökhan Ak, Türk Düşün Hayatında Mediha Esenel (Berkes) ve 1948 DTCF Tasfiyeleri İlişkisi Üzerine Bir İnceleme (Nişantaşı Üniversitesi, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmalar Dergisi, XV/30, 2015/Bahar, s. 251-293)
İlhan Tekeli, Sosyal Bilimci ve Siyasetçi Olarak Behice Boran Hesabı Akılla Verilen Bir Yaşam, (Sosyoloji Dergisi, 2011, ss. 1-45) Ege Üniversitesi tarafından düzenlenen, ‘Behice Boran 100 Yaşında’ etkinliği çerçevesinde yapılan bir konuşma)
*Destar Kitap Kafe yazısını hazırlarken, google’dan Aziz Nesin’in sözü edilen yazısını aramaya başladım. Bulamadım. Yazıyı aklımda kaldığınca vermeye çalıştım. Yazı yayımlandıktan sonra, Almanya’dan değerli yazar İskan Tolun aradı. Yazının ‘Ey Türk Gençliği!’ şeklinde, değil, ‘Ey Türk Faşisti!’ şeklinde başladığını söyledi. Yazının 4 Mayıs 2010’da dönemin Başbakan’ı Recep Tayyip Erdoğan’ın, odatv’de, CHP’yi eleştirirken dile getirdiğini anlattı.
İskan Tolun, şunu da belirtti. ‘Yazı google’da bulunmuyordu. Yazının son birkaç gündür, google’a konulduğunu farkettim. İskan Tolun’a bu sıcak ilgisi için teşekkür…
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.