Mustafa Yelkenli: Mehmet Uzun Ve Kürt Aydınlarının Dramı

1 Ekim 2025 - 09:46
1 Ekim 2025 - 09:46
 0
Mustafa Yelkenli: Mehmet Uzun Ve Kürt Aydınlarının Dramı

Sen, Mehmet Uzun’un ilk romanı, büyük bir yolculuğuna çıkışın ilk kilometresi. Genelde yazma merakı içinde olan yazarların ilk romandan sonra nefeslerinin tükendiğini, devamını getiremediklerini, edebiyatın kulvarlarında yitip gittiklerini biliyoruz. Orhan Pamuk ilk romanı Cevdet Bey ve Oğulları’nı Milliyet yayınlarına verdiğinde yayınevinin editörü şair Ülkü Tamer “ikinci romanını da yaz öyle getir” demişti. Çünkü Ülkü Tamer de biliyordu ki edebiyat çevrelerinde roman, öykü yazan onlarca yazar vardı. Ama çoğu ilk romanları yayınlandıktan sonra kaybolmuşlardı. Ülkü Tamer de Pamuk’u onlardan sanmıştı ilk başta. Deneyimli editörler genelde yazara not verirken ikinci romanlarını beklerler. Ama Cevdet Bey ve Oğulları’nı okuyanlar bu romanın öyle acemi işi olmadığını hemen anlamışlardı. Zaten gerisi de geldi. Orhan Pamuk’un yolculuğu Nobel’le taçlandı. Bu soluksuz yolculuğunu ulusalcı, faşist Kemalistlerin çelmelemelerine rağmen hala sürdürüyor. 5000 kadar Türkçe sözcükle, Türkçeyi edebiyat dili haline getirdi.

Mehmet Uzun ilk romanını yayınevine verince Ülkü Tamer gibi ikinci romanını da yaz sonra gel yanıtını aldı mı bilemem ama her ilk roman gibi biyografik özellikler taşıdığında tüm eleştirmenler hem fikir…  Ama sonraki romanlar artık yazarın düş gücüne, yaratıcı yeteneklerine ve dili ustaca kullanmasına bağlı. Bunun için de yazar olma hayalini kuranların öncelikle çok fazla roman okumaları gerekir. İstanbul’da Mehmet Uzun ile yaptığımız sohbette Sen romanını yazmaya başladığında en az 2 bin roman okuduğunu söylemişti.

Sen bir ilk roman. Bu romanda Mehmet Uzun’un cezaevi günlerinin, yaşadığı işkencelerin izleri var. Sadece Sen romanında değil Yaşlı Rind’in Ölümü romanında da kendi yaşamından izler taşır. Elbette cezaevindeyken konuştuğu kişilerin yaşadıklarından, tanık olduğu olaylardan da etkilenmiştir. Toplumcu gerçekçiliğin yazara dayattığı ideolojik öncelliğinden, yapaylıkların kolaycılığına ve abartılarından uzak kalmasını bilmiş. Toplumcu gerçekçilik Sovyetler dönemlerinde edebiyat otoriterleri tarafından yazarlara bazı özelikleri romanlarında işlemeleri gerektiğini, estetik ve edebi kaygıdan önce ideolojinin ön plana çıkarılmasını dayatmışlardı. Roman kahramanı işkencelerde asla yılgınlık göstermez, sonuna kadar dirençli ve kahramandır. İdam sehpasına çıkarken dizleri titremez, yüzündeki korku ifadesini düşmana yansıtmaz.   Romanın sonunda mücadele mutlaka zafere ulaşır. Roman kahramanı erdemli, yiğit ve dürüsttür her zaman. İlk başlarda olumsuz bir kişilik olsa da yavaş yavaş devrimci bir ruh kazanır ve önderlik konumuna gelerek kahramanlaşır. Bu dayatmalar Sovyetlerde yazarların hayal dünyalarını sınırlandırdığı gibi yaratıcılıklarının gelişimini de engeller. Sovyetler döneminde Dostoyovesky, Tolstoy benzeri büyük romancıların çıkmaması hep bu dayatmalar sonucu. Kimi yazarlar da bu dayatmalara karşı düzen eleştirilerini fütürist veya bilimkurgu şemsiyesi altında ürünlerinde işler. Zamyatin, Bulgakov, Aieksandr Belyaev, Ivan Yefremov muhalif düşüncelerini bilimkurgu ile anlatmaya çalışırlar. Mehmet Uzun ise ne böylesi bir tavır içine girmiş, ne de olayları abartma yolunu seçmiştir. Kahramanları her insan gibi kaygılı, ürkek, fazla cesur olmayan ama inançlarından da ödün vermeyen gerektiğinde direnç gösterebilen sıradan insanlar. Çok fazla tekrara düşmeden yaşananları yalın bir dille süslü cümleler kurmadan anlatırken betimlemelerinde abartılara yer vermez. Romanın sonunda yaşasın devrim kazandı gibi hamasete de düşmez.

Sen Türkiye Kürtleri tarafından yazılan ilk Kürtçe roman. Her ne kadar eksikliği olsa bile ağır bir yükün altında ezilmeden başarıyla çıkmıştır Mehmet Uzun. Ancak bazı eleştirilerin olması da çok doğal. Yok edilmeye çalışılan bir dil ile anlatım olanaklarını geliştirmek, sınırlı sözcük sayılarını unutulmuş sözcüklerle takviye ederek edebi bir dil ve üslup tutturmak çok kolay olmazsa gerek. Her ne kadar Sovyetlerde ve Irak Kürdistanı’nda birkaç Kürtçe roman yazılmış olsa da gerisi pek gelmemişti. Mehmet Uzun ise hem uzun soluklu bir işe girişmiş hem de unutulmuş ve tedavülden kaldırılmış ölü sözcüklere hayat vererek çağdaş edebiyatta ciddi edebi ürünlerle boy ölçüşebilecek nitelikte romanlar yazmaya soyunmuştu. Bunun için önce yazılan roman örneklerini incelemeye koyulmuş, sonra da sürgüne giden ve yaşamlarını yaban ellerindeki boğucu  atmosferinde tüketmek zorunda kalan sürgün yazarlarının ürünlerini su içer gibi okumuş; bunlardan bir sentez yaparak kendi çizgisini yaratmıştır. Sadece zorluklarla boğuşmakla kalmamış yasaklanan, horlanan, aşağılanan ve eğitim dili olması yüz yıl boyunca engellenen Kürtçeden edebi bir dil yaratmayı başarmıştır. Bu yönüyle Mehmet Uzun bir ilk olma özelliği taşır.

Sen özellikle Kürt çevrelerinden eleştiri alır. Cesaretlendirici bir eleştiri değil bu. Aksine yazarın moralini bozacak kadar kötücül bir eleştiri. Kıskançlık, çekememezlik, beğenmemezlik ve en kötüsü moral bozucu bir eleştiriyle karşı karşıya kalır. Kuzeni ve kayınpederi Celal Uzun’un Esmer dergisinde verdiği röportajda “İlk romanını hazırladı, ama onu yazıya döken arkadaşlar Kürtçeyi tam bilmedikleri için birçok hata olmuştu. Bu yüzden Mehmet çok eleştiri aldı. Kürt örgütleri Mehmed’i yerden yere vuruyorlardı. Kimse ona yardımcı olmuyordu, aksine çok kötü eleştiriyorlardı” der.(Popüler Kürtür Esmer, sayı 20 Ağustos 2006) Mehmet Uzun bu olumsuz eleştirilerden etkilenmesine rağmen inatçı karakterinin verdiği cesaretle geri adım atmayarak baş yapıt sayılacak ürünlere imza atmıştır. Devrimciliği ve mücadeleci yönü onu klasik mültecilikle sınırlamaz. Kürtçe bir dergi çıkarmak için de çabalar. Rizgariya Kürdistan adıyla bir gazete çıkarır. Yanında kimse olmamasına karşın tek başına uzun süre bu gazeteyi ayakta tutmaya çalışır. Rizgariya Kürdistan gazetesinde M. Ferzend Baran adıyla Kürtçe şiirler yazar. Gazete çıkarmak, dilde yoğunlaşarak edebiyatla uğraşmak da ona yetmez. Bu kez Necmettin Büyükkaya ile Kürt örgütlerini bir çatı altında toplayarak bir federasyon kurar. Bu federasyon yine Celal Uzun’un deyişi ile uzun yıllar başarılı çalışmalar yapar. Kürt örgütlerinin anlaşmazlıkları kavgaya dönüşünce siyasi çalışmalarına son verip tamamen edebiyata yönelir. Birbirleriyle çelişen ve kavgalı olan Kürt örgütleri onu yanlarına çekmek için ısrarcı olsalar bile edebiyat çalışmalarından ödün vermez. Hiçbir siyasal görüşe angaje olmadan inatla Kürtçenin gelişimi ve edebi bir dil haline gelmesi için yazmayı sürdürür. Sürgündeki yaşamını edebiyata da yansıtırken roman kahramanlarını da sürgünde yaşamak zorunda kalanlardan seçer. Fırat Ceweri’nin deyişiyle sürgünde bin bir çile ile yurt hasretini yaşayan ve sürgünde yaşamlarını yitiren Bedirxan ailesinin bireylerini, Memduh Selim Bey, Qedri Can, Nurettin Zaza, Osman Sebri gibi Kürt aydınlarının unutulmaması için yeni kuşaklara tanıtır. 

Sen romanında işkenceye uğrayan genç adamın umarsızlığın verdiği bezginlikle bir böcekle konuşması da eleştiri konusu yapılmıştır. Kafka’nın Metamorfoz (Dönüşüm) öyküsündeki George Samsa’nın böceğe dönüşmesine vurgu yapılarak aralarında bir ilinti kurmaya çalışmaları çok zorlama olur. Kafka bu öyküsüyle alegorik olarak kapitalist sistemin insanları böceğe dönüştürdüğünü anlatırken, Uzun yalnızlığını, çaresizliğini ve iç dünyasını, çektiği acıyı ve zulmü ifade etmek için bir metafor olarak böcek imgesini kullanır. Romandaki genç adam hücrede bir böcekle konuşması hem yaşadığı acıları ve eziyetleri, aşağılanmışlıkları dile getirmek hem de yalnızlığın verdiği kaotik ruh durumunu gidermeye çalışmasıdır. Romandaki bu anlatımla farklı bir tarz geliştirir.

Mehmet Uzun’un romanlarına aşina olanların her romanda farklı bir kurguyla okurun karşısına çıktığını görecektir. Sen romanında geriye dönüşlerle romana derinlik kazandırırken iki ayrı anlatıcıyla da katmanlı bir anlatım tarzını dener. Yazarın dışardan olayları gözlemleyerek romanın içine dahil olması ve roman kahramanının hücresinde bir böceğe yaşadıklarını anlatmasıyla farklı bir deneyde bulunur. İki anlatımlı roman adım adım ilerler. İlk roman deneyimi olması nedeniyle katmanlar arasında geçişlerde belli bir düzeyi yakalamış olsa da yine de eleştirellerden kurtulamaz.

Kader Kuyusunda ise yazarımız o dönem çekilen aile fotoğraflarından yola çıkarak öyküsünü anlatır. Fotoğraflardaki görüntülerden yola çıkarak hem o kentin siyasal atmosferini yansıtır hem de Bedirhan ailesinin geçmişini ve gününü anlatmaya çalışır. Bununla beraber yazarın yanında bir anlatıcı daha var. Celadet Bedirhan’ın kendisi. Önce çocuk gözlerle aklının aldığı şekilde yazara destek çıkar. Özellikle 1906 yılında yeniden Osmanlı’nın sürgün fermanı ellerine geçtiğinde… Roman sadece Kürt tarihine mal olmuş bir aydının yaşam öyküsünü anlatmıyor; bir dönemin panoramasını da çiziyor. Kemalist hareketin giderek ülkenin kaderine hâkim olmasını, Hitlerin iktidara gelişini, İkinci Paylaşım Savaşının etkilerini ve bu kaosun ortasında sıkışık kalan Kürtlerin kendi paylarına olumlu hiçbir şeyin düşmediğini büyük bir hüzünle anlatıyor. Kürtlerin aşiret düzeninden bir türlü çıkıp bir ulus olarak hareket edememelerini, örgütlenmemelerini, isyanlara yeterince destek sunmamalarını, bencil ve çıkarcı bir anlayışla iktidara yaranmaya çalışanlara da yer veriyor yazar. Feodalizmin bir karabasan gibi Kürtleri kuşatıp bunaltmasıyla beraber Kemalist devletin de burjuvazinin gelişmesine fırsat vermemesi koca bir halkın tarihsel süreç içinde gelişmesini engellediği gibi iktisadi ve sosyal anlamda geride kalmasının önemli bir etken olduğunu yaşanan pratiklerde göstermeye çalışır. Zaten Kemalist cumhuriyet de burjuva devriminin ruhunu oluşturan feodalizmi tasfiye etmek yerine, Kürdistan’da bütün toprak sahibi ağaları ve şeyhleri milletvekili yaparak tüm feodal unsurları kendine bağlayarak milliyetçiliğin öncüsü olan burjuvazinin gelişmesini engeller. Feodalizmin ekonomik bir sistem olarak Kürtlerin gelişimini engeller özelliği dilde de görülür. Feodal sistem içinde kültürel gelişimin yeterince gelişmediğini, sınırlı dil olanağı ve anlamlar dünyasının kısıtlı ifade biçimleriyle bir edebiyat dili yaratmanın olanaksızlığını olanaklı hale getirmek için sürgün koşullarında bu amaca odaklanmanın gerekliliği bilinciyle hareket eden Uzun her şeye rağmen bunu başarır. Uzun eğer özgür bir ortamda dile eğilmiş olsaydı bu denli güçlü bir anlatım tekniğini becerebilir miydi bilinmez ama sürgünü bir fırsata çevirerek olanaksızı olanaklı hale getirmeyi başarır. Bu nedenledir ki ölü sayılı bir dile hayat kazandırmak devletin gözünden kaçmamış; yüz yıllık asimilasyon politikasını genç bir yazar tarafından iflas ettirmesi Kemalist devletin görünmez güçleri tarafından dikkatle izlenmiş bu genç yazarın sesinin kısılması ve kaleminin kırılması konusunda savcılar harekete geçirilmişti. Uzun’un sadece asimilasyon siyasetini parça parça etmesi bile her türlü takdirin üstündedir. İhtiyaç icat yaratır diyalektiksel ilke Kürt dili konunda da kendini göstermiş, ölüme terkedilmiş bir dilin hayat bulması önce inat sonra yine inadı gerekli kılmıştır. Uzun ölüme mahkum edilen bir dile can verirken tüm mücadelesini bitmez tükenmez enerjisine ve inadına borçludur. Sadece unutturulmaya çalışılan Kürtçeyi edebi bir dile dönüştürmekle kalmamış, Kürtlere yönelik kültürel soy kırımı tersine çevirmiş, Kürt halkının belleğinden silinen şahsiyetleri yeniden insanlığın belleğinde canlandırmıştır. Ne yazık ki bu zorlu mücadelede hep yalnız olması da kaderin bir cilvesi olmalı.

Kader Kuyusu Uzun’un romanında bir doruk noktası. Batılı yazarlar genelde insanın betimlenmesine yer verirler romanlarında. Her yönüyle insanı anlatırlar. Doğulu yazarlar ise mekân ve çevre betimlemesini öne çıkarırlar. Mehmet Uzun bu tanımlaya göre tam bir doğulu edasıyla yazmış Kader Kuyusu’nu. Mekân betimlemesini öylesine gerçekçi bir şekilde anlatır ki okuyucu o ortamı bir tablodaymış gibi yaşar. Bu denli gerçekçi bir betimleme romanın çok kolay okunmasını da sağlıyor. Fotoğraflardan yola çıkarak anlattığı her yer gözlerinizin önünde canlanıp sizi içine çekiyor adeta. Satırları okurken aklınızın başka yere gitmesini engellercesine sözler sizi esir alıyor, paragrafları adeta içer gibi okuyorsunuz. Bu yönüyle Mehmet Uzun’a çağdaş dengbej demeleri boşuna değil.

Bedirhan Bey’in ölümünden sonra karısı Ruşen hanımın kederli, acılı ruh halini betimlerken o üzüntüyü size ta yüreğinizde hissettiriyor. Yine Celadet Beyin doğumu sırasında annesi Semiha hanımın çektiği ıstırabı, doğum sancısını sanki siz yaşıyormuş gibi oluyorsunuz. Anlattığı olaya okuru içine çekmesi ve o duyguları yaşıyormuş gibi hissetmesini sağlaması romancının ustalığını gösterir. Dile hakimiyeti, sözcükleri yerli yerinde kullanması yazarın anlatımda yetkinliğinin göstergesi. Aynı zamanda yazarın gözlem gücünün de… Uzun bu romanda Bedirhan ailesinin günlük yaşamlarını gözler önüne sererken o dönemin azınlık sanatçılarının da toplum yaşamında nasıl yer ettiklerini anlatır. Ermeni ve Rum esnafının fotoğrafçılıkla uğraşarak Müslümanların yapamadıkları işleri yapması bir bakıma toplumun ihtiyaçlarını giderirken yıllar sonra yazarımızın elinde farklı bir anlatımın olanağını da sağlamıştır. Kadıköy’de R. Xendamian, Thedore Servanis, Galata’da ise Abdullah Frerés’in çektiği fotoğraflar yazarımıza esin kaynağı olurken romanını da yarı belgesel bir özellik kazandırır.

Duyarlı bir aydın ve yurtsever olan Mir Celaddetin’in yüreğinde kapanmayan bir yara olarak kalan Kürtlük ve Kürtçeye olan tutkusu onu ölümüne kadar hep yanı başında izler. Dünya savasından sonra sınırlar yeniden çizilirken büsbütün yalnız kalan Kürtlere kimsenin el uzatmaması, Kürtlerin de kendi aralarında bir türlü birlik olamamaları onu kahreder. Çaresizliğin verdiği kederi ve hüznü yazar büyük bir ustalıkla yansıtırken okur da o kederi derinden hisseder.

Mehmet Uzun Kader Kuyusu romanıyla bir döneme damgasını vuran büyük bir ailenin yaşamından bir kesitini Celadet Bedirhan üzerinden yazarken adeta hüznün resmimi çeker. Hilmi Yavuz “hüzün ki en çok yakışandır bize” der ama her ne kadar Kürt aydınları hüzünle iç içe olmalarına rağmen maalesef o psikolojik yıkım hali onlara pek yakışmaz.

Mehmet Uzun Kürt aydınlarının yaşam öyküsünü roman formatında yazmayı bir yöntem olarak ele alır. Bununla hem aydınlarımızın yaşadığı dramı anlatmayı hem de o günün koşullarında Kürtlerin konumunu, anlayışlarını, kendi aralarındaki çekişmelerini de anlatır. Zaten daha sonra “Yitik Bir Aşkın Gölgesinde” romanında bu kez Hoybun örgütünün kurucularından Memduh Selim Bey’in hayatına odaklanır. Ömrü yetseydi sırada Mustafa Barzani, Kadı Muhammed, Faik Bucak, Musa Anter, Doktor Şivan, Ferit Uzun, Necmettin Büyükkaya gibi mücadele insanlarını tıpkı Balzac’ın İnsanlık Komedyası gibi Kürt tarihini aydınlar üzerinden anlatarak Kürtlerin dramını muhtemelen yazardı. Sen’de isimsiz bir yurtseverle başlayan edebiyat serüveni iki önemli Kürt şahsiyeti ile devam etmesi ve bu iki şahsiyetin kişiliğinde bir döneme damgasını vuran dünya savaşı sonrası Kürtlerin dramını diğer şahsiyetlerin romanlarında bir tarih okumasına da dönüşecekti. Aslında Kürt aydınlarının yaşam öykülerinden yola çıkarak Kürt tarihini farklı açılardan yazmak yazar olmak isteyen gençler için çok zengin bir olanak olarak önlerinde duruyor. Adını saydığım bu şahsiyetleri çok yakından tanıyan birçok kişi var; onlarla görüşüp bu önder insanların biyografilerini değil roman formatında bir dönemi anlatmak önemli bir fırsat.

Kader Kuyusu bir aydının çevresinde Kürt dili ve kültürüne yoğunlaşırken Yitik Bir Aşkın Gölgesi umarsız bir aşkın arka planında Ağrı isyanını gözler önüne serer. Ağrı isyanının bilinmeyen yönlerini, devletin nasıl vahşice bu isyanı bastırmaya çalıştığını, İran’ın ve Sovyetlerin nasıl kolayca halkların kurtuluş mücadelesini bir meta haline getirip pazarlık konusu yaptıklarını da gösterir. Bununla beraber halk denen kalabalık yığınların ulusal çıkarları günlük çıkarlarına nasıl heba ettiklerini, mücadeleye sekte vurduklarını, bu uğurda yaşamlarını adayanların nasıl yalnızlığa terk edildiklerini da anlatır. Ağrı isyanı halk desteğinden yoksun, olanaksızlıklar içinde bir direniş sayfası olarak Kürt tarihinde yerini alır. Her ne kadar Kürtlerin tarihinde önemli iz bırakan olayları anlatıyor olsa da bunda amaçlanan Mehmet Uzun’un deyimiyle sadece tarih ve hafıza yaratmaya yöneliktir. Romanlarının temel konusu tarihsel olaylar yerine o dönem içinde yer alan Memduh Selim Bey’in ve Celaddet Bedirhan’ın trajik yaşam öyküsüdür.

 KANUN NUMARASI : 1850

İsyan Mıntıkasında İşlenen ef’alın suç sayılmayacağı hakkında kanun

Kabul Tarihi                        :20 Temmuz 1931

Neşir Tarihi                         :29 Temmuz 1931

Resmi Gazete No             :1859

Madde 1 : Ercis, Zilan, Ağrı dağ havalisinde vuku bulan isyanda, buna müteakip Birinci Umum Müfettişlik mıntıkası ve Erzincan Pülümür kazası dahilinde yapılan takip ve te’dip hareketleri münasebetiyle 20 Haziran 1930’dan 1 Kanunuevvel 1930 tarihine kadar askeri kuvvetler ve devlet memurları ve bunlar ile birlikte hareket eden bekçi, korucu, milis ve ahali tarafından isyanın ve bu isyanla alakadar vak’aların teşkili emrinde gerek müstakilen ve gerekse müştereken işlenmiş ef’al ve hareket suç sayılmaz.

Madde 2 : Bu kanun neşri tarihinden itibaren muteberdir.

Madde 3 : Bu kanunu icrasında Adliye ve Dahiliye vekilleri me’murdur.

Her ne kadar bu iki şahsiyetin öyküsü mazlumiyet yönünden birbirine benzese de Memduh Selim Bey’in trajedisi sadece bununla da sınırlı değil. Tıpkı Celadet Bedirhan gibi büyük aşkını kendisine yüklenen misyon nedeniyle de kaybeder. Aşkta kaybetmek sanki bu iki şahsiyetin kaderi…

Ağrı İsyanı Kemalist cumhuriyetin karanlık yüzünü de ortaya çıkarır. Devletin çıkardığı 1931 tarihli 1850 tarihli yasayla isyanı bastırmaya çalışan sivil vatandaşların işledi suçları bir ay süresince suç olmaktan çıkarır. Kendi vatandaşını muhalif bir kesime yönelik her türlü cinayet, işkence ve tecavüzlerde kullanmak Kemalist cumhuriyetin ne denli insanlık dışı bir tavır içine kolayca girebileceğinin de kanıtı. Gerçi bunun birçok örneğini Topal Osman, General Alpdoğan, Mustafa Muğlalı, Kenan Evren örneklerinde Kürtler hep yaşadı.

Dijle’nin Yakarışı

Mehmet Uzun bir gece yarısı kendisine gelen telefonla kuzenlerinden Yılmaz Uzun’un öldürüldüğü haberini alınca geniş bir aileye sahip olan akrabalarıyla ilişkilerini düşünür. Ve o gece kendi deyişiyle kâğıda Bıro adını yazar. Bıra aynı zamanda Uzun’un büyük babasının adı. Geniş bir sülalenin isim babası aynı zamanda. Dicle’nin Yakarışı bu isim etrafında şekillenir. 1840 yıllarında Cizre’de yaşayan Mir Bedirhan’ın çocukları ve yeğenleriyle büyüyen Bıro’nun gözünden bir dönemin anlatısı haline gelir. Bıro Mir Bedirhan bölgenin egemeni olunca çevresindeki en yakınlarını bile harcamaktan çekinmez; bunun için Osmanlı ile iş birliği yaparak, Hristiyan azınlık Keldanileri, Kürt oldukları halde Müslüman olmayan Ezidileri acımasızca katleder. Güçlendikten sonra Osmanlı’ya vergi ve haraç vermeyi ret ederek isyanı başlatır. Aslında buna isyan demek ne kadar doğru tartışılır. Ama Osmanlıya vergi vermeyi ret ettiği gerçek. Osmanlının vergi ödemeyi ret eden Mir Bedirhan’ın bu tavrını bir başkaldırı olarak nitelendirmesi ve diğer mirlere ibret olsun diye tüm gücüyle bölgeye yönelmesi de o kadar tarihi bir gerçek. Mir Bedirhan en yakınındakilerin ihanetiyle başarısızlığa uğrar ve uzun bir sürgün dönemi başlar. Bıro isyanın başlangıcından sonuna kadar yanında olduğu Mir Bedirhan’ın sürgün yıllarında bile yanından ayrılmaz. Kürtlerin çilesini anlatırken okur başarısızlıkların nedenini yazarın satır aralarında ipuçlarını bulur.

Dicle’nin Yakarışı uzun destansı bir roman. Sadece Mir Bedirhan ve onun çevresini anlatmakla sınırlı değil. 1840-50 yıllarının bir panoramasını da çizer. O dönemin Cizre Botan’ını anlatırken Miro ile Dicle üzerinden Kürdistan’ın güneyine kadar iner; Ezidilerin ve Keldanilerin içlerine girer. Kürdistan’ın kadim haklarından olan bu azınlıklarının bizzat Kürtler eliyle nasıl katledildiklerini, aşağılandıklarını, tecavüze uğradıklarını anlatır. Kürt coğrafyası Osmanlı devletinin bir parçası olmakla beraber özerkliği andıran ve sultanın izin verdiği kadar Mirler tarafından yönetilen göreceli bir siyasal yapısı var. Mirlik kurumu her an Osmanlının kararıyla yok edilebilecek kırılgan bir yapı özelliği gösterir. Kürtler devlete vergilerini ve savaş sırasında yeterince asker verme konusunda bir itiraz göstermedikleri sürece Osmanlının Mirliğe müdahale ettiği pek görünmez. Mir Bedirhan ise Osmanlıya karşı bir kararlılık gösterisine girmeden önce diğer halklarla ve diğer aşiretlerle iyi ilişkiler geliştiremediği için yalnızlaşmanın acısını sadece kendisi çekmez, halk büyük bir kıyıma uğrarken Mirliğin de yönetimsel gücünün  giderek zayıflamasına neden olur. Bununla beraber kalabalık bir aile bireylerine sahip olan Bedirhan ailesi süreç içinde giderek etkisizleşmelerine karşı yine de Kürtlük konusunda devlete boyun eğmeyen çocukları kültürel çalışmalarda ciddi anlamda katkıda bulunurlar.

Kader Kuyusu ve Yitik Bir Aşkın Gölgesinde anlattığı Kürtlerin belleğinde yer etmiş bu şahsiyetlerin etrafında mazlumları anlatmaya çalışırken en büyük mazlumiyetin serencamını da Dicle’nin Yakarışı adlı iki ciltlik destansı romanında işler. Romanlarında yaşanan acıları ve mazlumiyeti yüceltme gibi bir tavrı da yok yazarın. Nesnel olmaya çalışırken aynı zamanda mazlumlara yönelik eleştirilerini de saklı tutar. Muhsin Kızılkaya’nın deyişiyle “kendi içinde eleştirisini de getiren edebiyat yapmaktadır.”

Ölüm Gibi Karanlık Aşk Gibi Aydınlık

Latin Amerika ülkelerinde kimi çağdaş yazarlar o bölgenin ruhuna uygun romanlarını yazarken Aztek ve İnkalardan miras alınan Şamanizmin kimi fantastik ögelerini edebiyat içinde kullanırlar. Doğa üstü ve düşsel ögeleri hayali coğrafyalarda kullanırken aslında günümüzü anlatmaya çalışan bu yazarlar farklı anlatım teknikleriyle yeni bir türü de edebiyata kazandırırlar. Her ne kadar masallardan beslenen fantastik edebiyat ciddi bir okur kitlesi yaratmış olsa bile büyülü gerçekçilik türü Latin Amerika’nın baskıcı faşist devletlerinde özellikle yaygınlık kazanır. Olmayan ülkeler ve kentlerde sürrealist ve fantastik unsurlarla donatılmış anlatımlarda aslında anlatılan yazarın içinde bulunduğu kendi coğrafyasıdır. Bu kurgular 20. yüzyıl yazarlarının günümüzdeki ileri bir versiyonu olarak görünür. Latin Amerika’da öne çıkan Marquez, Isabel Allende, Jose Saramago gibi yazarlar bu türün öncülüğünü yaparken Almanya’da Günter Grass bizde de Latife Tekin ve Nazlı Eray gibi yazarlar başarılı örneklerini vermişlerdir. Marquez ve Allende romanlarında siyasal düzenle bir hesaplaşma içine girmelerine rağmen Nazlı Eray ile Latife Tekin romanlarında siyasal yapıyla bir hesaplaşma içine görünmezler. Mehmet Uzun ise fantastik edebiyatın kıyısında romanını dolaştırırken büyülü gerçekçiliği de kullanır. Marquez’in Yüzyıllık yazlık romanındaki hayali kent Macondo gibi anlatısını bir kentle sınırlandırmaz. Daha geniş bir coğrafyaya yayar anlatısını. Acımasız, zalim darbeci bir general olan Orgeneral Serdar’ın yönettiği bir ülkede dili ve kültürü yasaklanan dağlı bir halkın mücadelesini anlatır. Devlet tarafından dağlı halktan alınıp sistemin ölüm makinesi haline getirilen devşirme subay Baz kendi halkının hakları için mücadele eden şavaşçılarını acımasızca öldüren bir ölüm makinesine dönüştürülür. Baz devletine ve önderi General Serhat’a bağlı bir subay olarak kendi halkının gençlerini yok etmekle görevlendirilir. Ancak devlet tarafından sürekli söylenen yalanların da etkileme gücünün de süresi sınırlıdır hep. Zamanla Baz da yaptıklarının doğru ve haklı olmadığını anlar. Anlar ama yıllarca devletine olan bağlılığının da devletin gözünde hiçbir değeri yoktur. Tüm kahramanlığının ve bağlılığının sınırı sorgulamaya kadardır. Devletin uygulamalarına kuşkuyla yaklaşmak ya da sorgulamaya kalkmak affedilir bir tavır değildir. İtirafçı olmanın da bir değeri yoktur bu ırkçı ve faşist devlette. Baz tıpkı İttihat ve Terakki döneminin tetikçisi Yakup Cemil, Mustafa Kemal’in Muhafız Alay Komutanı Topal Osman ya da yakın tarihte katledilen Abdullah Çatlı, Muhsin Yazıcıoğlu gibi kendilerini görevlendiren efendileri tarafından infaz edilir.

Mehmet Uzun bu romanıyla Türk devletinin bütün öfkesini üstüne çeker. Anlatılan hayali devletin Türkiye olduğunu, dağlı halkın da Kürtler olduğu iddia edilerek Uzun bölücülükle suçlanır, hakkında dava açılır. Barışı, kardeşliği, demokrasiyi, özgürlüğü savunan ve her türlü silahlı mücadeleyi ret eden Mehmet Uzun’un davası bütün dünyada tepkilere neden olur; dünyanın ünlü edebiyatçıları ve siyaset çevrelerinde yüzlerce aydın bu davayı kınar. Davayı izlemek için İstanbul’a gelirler. Bu dava Mehmet Uzun davası olmaktan çıkıp Türkiye’nin resmi ideolojisinin temel ilkesi olan Kürt inkarını yargılayan bir davaya dönüşür. Tepkiler üzerine dava beratla sonuçlanır.

Ölüm Gibi Karanlık Aşk Gibi Aydınlık paralel bir dünyada baskıcı ırkçı ve faşist bir devletin başka bir halkı yok sayıp asimile etmesine karşı kendi haklarını savunan dağlı bir halkın haklı ve meşru mücadelesini anlatır.

Abdalın Bir Günü

Kürt tarihinde, özellikle sözlü anlatımında önemli yer tutan dengbejlerin en ünlüsü olan Evdalé Zeyniké’nin bir günün anlattığı Abdalın Bir Günü adlı romanında her ne kadar bu ünlü ozan konu ediliyorsa da yaşamını bire bir anlatmaz. Onun sadece bir gününü işler. Ama o günü anlatırken geriye dönüşlerle kendi kafasında kurguladığı olayları anlatır. Üstelik bunu bir başka ünlü dengbej Ehmedé Fermané Kiki’nin ağzından dile getirir. Roman her ne kadar Evdalé Zeyniké’nin yaşamından bir kesit gibi görünürse yazarımız bunu kendi roman sanatı anlayışıyla farklı bir kurguyla dile getirir. Abidin Pariltı’nın açıklayıcı bilgilerine göre Zeyniké Uzun’un anlatımından farklı bir kişilik. Ancak yazar tarihsel bir şahsiyeti anlatırken onu farklı bir şekilde kurgulayabilir. Bunda bir beis yok. Ama arka planda tarihsel olayları değiştiremez. Eğer tarihi gelişim dizgesinde yer almış olan olayı yazar kendisi farklı bir şekilde değiştirse bu artık fantastik kurgu içinde değerlendirilir. Örnek olarak bu konuda en tanınmış roman Phlip K. Dick’in Hitler’in II. Dünya Savaşı’nı kazanmış gibi kurgulayarak anlattığı Yüksek Şatodaki Adam. Hitler’in savaşı kazandıktan sonra dünyanın nasıl siyasi yönde şekilleneceğini betimler. Bir başka örnek ise Marquez’in romanlarında görülür. Yüzyıllık Yalnızlık, Başkan Babamızın Sonbaharı yine hayali ülkelerde gecen ama Kolombiya’nın ve genelde Latin Amerika ülkelerinin baskıcı, totaliter ve faşist rejimlerinin uygulamalarının edebiyat içinde anlatılmasıdır.

Denemeleri

Mehmet Uzun’un denemeleri diğer yazarlarınki gibi insanı birçok ayrıntıya boğan bilgi bombardımanıyla serseme çeviren değil, insanın içini ısıtan, insanlığın bin yıllardan beri özlemini duyduğu ütopik yaşamın kodlarını çizer. Aslında çok da zor değil aksine elde edilmesi o kadar da kolay şeylerdir. Özgürlük ve eşitlik. 1789 Fransız Devrimi’yle siyasi literatüre giren ve dünya siyaset anlayışını kökünden değiştiren iki kavrama vurgu yapar. İnsanlığın bugüne kadar yaşadığı tüm sorunların temelinde hep bu iki kavramın inkar edilmesi var. Buna rağmen insanlık da her seferinde bu iki kavramın sosyal yaşama egemen olmasının mücadelesini verirler. Mehmet Uzun’un deyimiyle kibirli otoriter yöneticiler, milliyetçilikle ahmaklaştırılmış beyinlerle topluma düzen sağlamaya çalışan ırkçı faşist generaller ve onlardan aşağı kalmayan ve hatta onlardan daha azgın bürokratik elit insanlığın bu en doğal talep ve haklarını hep bastırmaya çalıştılar. Uzun’un dile getirdiği özgürlük ve eşitlik sağlandığında toplum diğer arzularının da gerçekleşeceğini biliyor elbet. Kardeşlik, barış, huzur, sevgi topluma egemen olacak belki de cennet denilen o mutluluklar diyarı gerçekleşecektir.

Mehmet Uzun gerek denemelerinde gerekse söyleşilerinde hep sözün gücüne vurgu yapar. Ancak söz Mehmet Uzunda kirletilmemesi geren en önemli unsur olmaktadır. Sevgiye, kardeşliğe, barışa, özgürlüğe gidecek uzun yolculukta açılan ilk kapıdır. Bununla beraber kendi yaşam deneyimlerinden yola çıkarak özellikle İsveç’in tüm mültecilere kucak açan siyasetinden etkilenerek çok kültürlü toplumun savunucusu olur. Bir arada yaşamanın hem birey olarak insanı hem de toplumu zenginleştir. Bu tür anlayışa sahip olan toplumlar farklılıklarımız ve zenginliğimizdir der. Oysa Mehmet Uzun’un terk etmek zorunda kaldığı ülkesinde azgın ırkçılar tek ulus yaratmak için ülkenin kültürel dokusunu yok etmekten çekinmemişlerdi. Özellikle Kürtlere yönelik iflah olmaz bir düşmanlıkla dilini ve kültürünü yasaklamışlardı. Yüz yıllık en zalim asimilasyonla bu muktedirler amaçlarına ulaşamadıkları gibi, Mehmet Uzun dil ve kültür savaşçısı bir edebiyatçı inkâr edilen ve yasaklara yok edilmeye çalışılan Kürtçeyle romanlar yazarak bu dille de edebi bir dilin yaratılabileceğini gösterdi.

Dicle’nin Yakarışı’nda Dengbej Bıro “ben unutulmuşların diliyim” diyerek sözün önemini dile getirirken, Mehmet Uzun da denemelerinde yasaklanan Kürtçenin geliştirilmesi için Kürtçe yazmaya ve Kürtçenin anlatım gücünü geliştirmeye önem verir. Bu nedenle Kürtçe bilmeyen Kürt yazarlarının ürünlerini de sadece Kürt coğrafyasıyla sınırlı tutmalarını salık verir. Ancak Kürtçe bilen her aydının yazılarını, şiir ve öykülerini, roman ve denemelerini mutlaka kendi ana diliyle yazmalarını ister.

Mehmet Uzun’un şansızlığı Kürtçe yazıyor olmasıydı. Türkçe yazıyor olsaydı Orhan Pamuk’un Nobel konusunda en büyük rakibi olurdu. Onun amacı kuyunun dibine düşürülmüş ve her gün taşlarla o kuyu kapatılmaya çalışılırken Kürtçeyi kuyunun dibinden çıkarmaktı. Bunda da başarılı oldu. 

Kürtçeyi kuyunun dibine düşürülmüş bir dil diye betimlerken aslında tüm Kürt yazarlara bir vasiyeti olduğunu öldükten sonra anlaşıldı. Bütün Kürt yazarlara kuyunun dibinde ölüme terkedilen bu kadim dilin yaşatılmasını ve hak ettiği düzeye getirilmesini bir görev olarak Kürt aydınlarının ve yazarlarının önüne koyuyordu.

İsmail Beşikçi bir Kürt yazar ya da şair eğer kendi anadilinde değil de başka bir dilde yazıyorsa o dilin yazarı, şairidir der. Kendi diline değil de diğer dile hizmet ediyor, o dilin edebiyatının gelişimine katkı sağlıyor diye vurgulamıştı. Kürtçeyi edebi bir dil düzeyine getirmeyi amaçlayan yazar ve şair olma iddiasında olanların ana dillerini geliştirip ürünlerini ana diliyle vermeleri önemli. Bu konuda duyarlı olmak gerek. Yoksa bu kadim dil kuyunun dibinde hep kalacaktır.

Bir halkı savunmak aynı zamanda yaşayan dilini varsıllaştırmaktan, geliştirmekten geçer. En verimli bir çağda, genç yaşında bizden ayrılan Mehmet Uzun’un yokluğu Kürt halkının şansızlığı olsa gerek. Kürt edebiyatı onsuz boynu bükük kalmıştır.

Kürt edebiyatı bir maraton. Mehmet Uzun her türlü olanaksızlığa karşın Can Yücel’in deyişi ile namludan fırlayan bir mermi gibi onun yüz metresini koştu. Ne yazık ki kader onu yolun yarısında aldı. Ama bu koşu hala sürüyor. Yeni katılımlarını bekliyor. Kürtçeye hâkim olanların bu maratona katılmaları bir temenni değil, bir görevden öte bir zorunluluktur...

 

 

Bu haber toplam 576 kişi tarafından görüldü.
Son güncellenme: 11:47:24