Çünkü sorun, askeri yöntemlerle çözülebilecek bir problem değil. Bu ve benzer cümlelere toplumun her kesimi ikna olmuş durumda. Bu ikna sürecinde en büyük pay AK Parti’deydi. Ancak düne kadar savunulan bu mantık, bugünlerde SİHA’lar gibi askeri yetkinliklerle unutturulmaya çalışılıyor.
Çözüm Süreci’nin Diyarbakır, Şırnak, Mardin ve Hakkari olmak üzere 4 ilin kimi merkez ve kırsal ilçelerini enkazına gömerek çökmesi, bu yönde gelişen düşünceleri de ezecek kadar sert oldu. Öyle ki düne kadar Çözüm Süreci’nin selametini konuşanların, derin bir suskunluklarının yanısıra sürece saldırganlıklarına şahit olduk. Çözüm Süreci’ne bir günahtan olma evlat muamelesi yapıldı birçok kişi tarafından. Özellikle süreci başlatan ve semirten taraflarca. Oysa sürecin başlamasından evvel ve devam eden günlerde bugünkü saldırgan kalemlerden, bu yolun engebeli olacağı, düşe kalka ilerleyeceği, tarafların süreci kendi lehlerine kullanmaya çalışma ihtimallerinin göz önüne alınması gerektiği ve barış süreçlerinde masaların çok defa devrilip düzeltildiği gibi uyarılar sıralanıyordu. Cumhuriyetin kadim bir soruna yaslanan son 30 yıllık silah probleminin çözülmesinin zor olacağı herkesçe biliniyordu. Ancak çöken süreçte devlet aklının şimdilik geri çekilmsiyle birlikte tüm bu geniş perspektifleri sunan yazar ve siyasetçiler, topukları üzerinde gerisingeriye döndüler. Bu sonuç, Türkiye’deki birçok düşünce adamı, yazar ve siyasetçinin devletin bile gerisinde olduklarını bir kez daha göstermesi açısından anlamlıdır. Devlet aklı tekrar bir masaya oturmaya niyetlendiği gün, yeniden barış ortamının selameti üzerine konuşmaları ve yazıları göreceğiz elbet ancak o güne kadar bu tür projelere sövmeye ve güvenlikçi politika propagandalarına devam edilecek.
Haksızlık yapmamak adına, emek verilen her şeyin çökmesinin yaratacağı yenilgi ve bezginlik halinin bu meselede de yaşanabileceği öngörmek ve şuan var olan ruh halinin de buna dayanabileceğini akılda tutmak gerekmektedir elbet. Ancak olası yeni bir sürece ilişkin üretilecek fikirlerin bu mazerete sığması yine anlaşılabilinirken, Çözüm Süreci’nin her şeye rağmen taraflara ve topluma kazandırdıklarının es geçilerek mahkum edilmesi mazeret kabul etmiyor maalesef. Çözüm sürecinde toplumun ve tarafların kendilerince sağladığı büyük kazanımlar, mahkûm edilen bir projeye pay vermemek adına işlenmemeye gayret ediliyor. Bu yazımızda, Türklerin ve Kürtlerin toplum olarak sürece ilişkin kazanım ve kayıplarının yanında devletin süreçten nemalandığı hususlara odaklanmak istiyoruz.
Herkesin Çözüm Süreci’nde kazandığı ve kaybettiği alanlar oldu. Bu da aslında herhangi bir sorunun çözümü yolunda varılacak menzille örtüşüyor. Ancak bu kazanımlar maalesef sürecin ilerlemesi için değil, çökmesi için kullanıldı. Sorun şu ki, herkes Çözüm Sürecini diğer tarafın kazanımlarına bakarak değerlendiriyor ve kendi mahallesinin kazanımlarını es geçiyor. Aslında devlet de örgüt de bu süreci kendi çıkarları uğruna kullandı. Oluşan sakin ortamın verdiği rahatlığı toplum yararı yerine kendi çıkarları için kullanma durumu iki taraf için de geçerliydi. Çatışmasızlığın ve barış beklentilerinin ekonomik yansımalarının devlet açısından Kürtlerle daha bir yakınlaştırma sağladığı belirtilmeli. PKK ve Çözüm Süreci başlığını bir sonraki yazıya bırakarak daha çok Ankara’nın nemalandığı hususlara odaklanalım.
Ortadoğu'daki hareketlenmeler ve Çözüm Süreci
Devletin şimdilik yaşanmamışlık sendromuyla unutturmaya çalıştığı Çözüm Süreci’nden kendince çıkar sağladığını belirtmiştik. Bir müzakere hamlesinin proje denemeleri olarak ele alırsak 2009 yılında somut bir şekilde kendini göstermeye başlayan iradenin, özellikle Ortadoğu’nun çalkalandığı dönemlerde devlet açısından sağlam bir liman olarak değerlendirildiğinin altını çizmek gerekiyor. Türkiye gibi devletlerin böyle bir hareketlenmeden haberdar olup olmadığı bilinmiyor ancak 2009 yılından itibaren Kürt sokaklarında başlayan beklentinin ve sonrasında şekillenen masanın, Kürtleri görece sakin tutmaya yaradığı bilinen bir husus. Özellikle 2011’den sonra başlayan ve dalga dalga yayılan “Arap Baharı” olarak ifade edilen hareketlenmelere karşı Çözüm Süreci, doğal bir bariyer işlevi görmüştür. Bu zamansal denkleşme, her ne kadar genelde Kandil’in masadaki taleplerini yükseltmesi olarak negatif bir etkiyle konu edinse de tersinden işlevselliği de konuşulmalıdır . Evet, PKK oluşan hareketlenmeleri ve bunun Suriye ayağında kendisine biçilen YPG gerçeğini, kendi lehine kullanarak taleplerini artırmıştır. Hatta çatışma sürecini de buradan hareketle başlatmış olabilir. Ancak örgüt, çözüm masasının olmaması durumunda da bu sosyal ve siyasal dalgalanmaları kendi lehine kullanmaya çalışmayacak mıydı? Eğer ki Ortadoğu’daki hareketlenmeler ve Suriye’deki YPG kazanımlarını PKK yapmadıysa -ki yapmadı- o halde taşları yerinden oynatan ve sokakları harekete geçiren bu yılları, Çözüm Süreci’nin olmaması durumunda da düşünmek gerekmektedir. Çözüm masasının olmaması durumunda da örgüt, YPG kazanımları üzerinden kazandığı özgüvenle taleplerini yükseltecek ve bu “Arap Baharı”nı Kürt Baharına dönüştürmeye çalışacaktı. Bunun zamanı ve yöntemini de tamamen kendisi belirleyecekti. Oysa masada oluşunun verdiği psikolojiyle devletin vereceklerine odaklanan örgüt ve tabanı, atacağı adımları kendi insiyatifi yerine devletin zamanlamasına bırakmıştı. Bu anlamıyla Kandil’in Ortadoğu hareketlenmelerini Türkiye sahasına beklendiği kadar yansıtamadığı görülmektedir. Bunun en büyük nedeninin, Ortadoğu’da yönetim değişikliğinin Batı’nın müdahaleleriyle şekillendirildiği ve dalganın Suriye’de boğulduğu döneme kadar Türkiye’de yürütülen süreç olduğunu unutmamak gerekir.
Türkiye, bölgedeki her sistem kadar kendisi için de tehlikeli olan bir döneme süreç masasında yakalanmıştır. Bu denk gelmenin, süreci bozması büyük bir kayıp olarak değerlendirilirken, aynı zamanda devlet yapılarına kadar değişikliklerin yaşandığı ve halk hareketlerinin sınırları aştığı bir döneme, çözüm için diyalogların yaşandığı günlerde yakalanmasının da bir getirisi vardır elbet.
Süreç boyunca askeri hazırlıklar
Sürecin devlete kazandırdığı bir diğer husus, karakollar gibi güvenlik açıklarının kapatılması olmuştur. 2013 yılında TOKİ, 280 "Kalekol" adı verilen yüksek güvenlikli karakol ihalesinin yapıldığını ve 114 kalekolun teslim edildiğini ve 166 kalekolda çalışmaların sürdüğünü açıklamıştır. Kalekol çalışmaları süreç boyunca devam etmiştir. Bu çalışmalar kapsamında Aktütün gibi sürekli PKK saldırısına uğrayan ve ağır kayıplar veren karakollar sağlamlaştırılmıştır. Bunun yanında özellikle PKK üyelerinin geçiş güzergahlarını ve saldırılar sonrası saklandıkları derin vadileri sular altında bırakarak kullanılamaz hale getirecek olan barajların yapımı da bu dönemlerde hızlandırılmıştır. Yine çatışmasız ortamın verdiği rahatlık, korucu alımlarında geniş kesimlere ulaşılmasına neden olmuştu. Tüm bunlara karşı yapılan PKK itirazları ve bu temelde yükselen gösteriler, sürecin selameti uğruna gelişmeden boğulmuştur. Çünkü HDP’nin geniş tabanı da dahil toplum tarafından mahkum edilmiştir.
PKK ütopyası ve pratik
Yine geçmişten bu yana özellikle örgüte yakın kesimlerde, örgütün devletten daha adil bir yönetim sağlayacağı inancı, Çözüm Süreci’nde bir sınava tabi tutulmuştur. Bu sınav süresince örgüt, legalleşiyor gibi algılandıkça devletin meşru hegemonyasının yanında kendi etkinliğini de topluma yansıtmıştır. PKK, Çözüm Süreci’nde mahalle ve köylere kadar etkin olan ‘komisyonlara’ ve belediyelere verilen rahatlıkla birçok yönden toplumla temasını artırmış ancak toplum, bu etkinlikten pek razı olmamıştır. Örgüt ile toplumun teması artıkça toplumda, günün reel sorunlarının ütopik sözler ve vaatlerle çözülemediği fikri yerleşmeye başlamıştır. Özellikle belediyeler üzerinden yapılan icraatlar ve varlıklı kesimlere yönelik vergilendirme adı altında uygulanan yöntemler, bu fikriyatın yerleşmesine neden olmuştur. Bu anlamıyla Çözüm Süreci, örgütün adalet getireceği ütopyasını Kürtler nazarında yıkmaya yüz tutmuştur.
Dönem boyunca PKK pratiğinin zirve noktası, Kobani olaylarında yaşanmıştır. Olaylarda Yasin Börü gibi vahşice katledilenler de dahil 55 kişi yaşamını yitirmiş, 212’si okul, 67’si emniyet, 25’i kaymakamlık, 29 parti binası, çocuk yuvaları, Kızılay kan merkezleri, belediye binalarının aralarında olduğu toplam bin 113 bina yakılmış veya tahrip edilmişti. Şiddet eylemlerinde yine özel araçlar, belediye araçları, ambulanslar da yakılmış ve toplamda bin 177 araç kullanılamaz hale getirilmişti. Tüm bunlar Kürtlerin yaşadığı coğrafyada Kürtlerin evlerine, işyerlerine ve araçlarına oluyordu. Örgütün, “devlete karşın PKK hakimiyetinde…” ifadeleriyle başlayan güzellemeler şehirlerdeki vandallıkla anlamsızlaşıyordu. Devletin iki günlük çekilmesinin yarattığı enkaz, örgütün söylemlerini de altında bırakmıştı. Kimilerince kontrollü olarak belirtilen bu “iki günlük izin”, toplumu hem örgütün kaos oluşturacağı fikrini yayarak devletin güvenlik ortamına sığındırmış hem de sokakları savaş alanına çevirme tehdidiyle karşı karşıya bırakmıştı. Daha öncesinde “tüm sokaklar direniş noktası, her yer eylem yeri” söylemi toplumda büyük bir hareketlenme olarak değerlendirilirken, Kobani olaylarından sonra dehşet sözleriyle anılmaktadır. Çözüm Süreci’ni görünmez kılan 2015’teki özerklik çatışmaları, bu korkuyu toplumun bilinçaltına sindirmiştir. Kobani olaylarına benzer duyguların yanında örgütün kuruluşundan beri başarının son noktası olan “devrimci halk savaşı” hayalini de elinden almıştır. Şehirlerde yaşanacak büyük bir çatışmanın aynı zamanda devrimin başarı günü olarak değerlendiren PKK literatürü, 2015’teki yıkımla hayal kırıklığı yaşamıştır. Bu hayal kırıklığı aynı zamanda elindeki tüm kartların da görünmesi sonucunu doğurmuştur. Bu denemeden sonra masaya oturacak bir PKK, “sokakları hareketlendiririm” yada “Devrimci Halk Savaşı” başlatırım tehdidine karşın toplumun dehşete kapılacağını hesap etmelidir. Bu anlamıyla yaşanan toplumsal destek kaybı, devleti de örgütün en üst perdeden yapacağı tehditle bile baş edebileceği kanaatine vardırmıştır. Çünkü yapabileceği tüm hamlelerini denemiş ve hatta kuruluşundan itibaren hayal ettiği halk savaşında bile halkın destek vermediğini müşahede etmiştir. Çözüm Süreci denilen barış ortamı ve beklentisi olmaz ve devlet dili ve yaklaşımını bu sürecin ruhuna uygun yürütemeseydi, Ortadoğu’daki dalgalanmanın son geldiği Suriye’deki gibi bir sonuç sadece birkaç şehrin ilçeleriyle sınırlı kalmayabilirdi.
Kürtler ve Türklerin tepkileri
Çözüm Süreci sonrasında şehirlerde yüksek dozlu bir çatışma yaşansa da devletin kullandığı alanlar unutulmamalı. Ancak en büyük getiri, hükümetlerin en çok korktuğu, masaya oturmanın Kürtleri kaybettireceği tezini geçersiz kılması ve Türk toplumunun da çözüm istediğini bu kadar aşikar ilan etmesiydi herhalde. Kürtler, süreç boyunca taleplerini Türkiye’de birlikte yaşama iradesiyle göstermiş ve bağımsızlık, federasyon, özerklik gibi söylemler yerine kültürel haklara kıymet biçmişlerdi. Türkler de olgun bir tavır sergilemiş ve anlamsız savaşın bitmesi için irade göstermişlerdi. Bu irade, her ne kadar çatışmaların şiddetiyle sektere uğramışsa da sağlam bir siyasi duruş ile tekrar toparlanabilir.
Çünkü sorun, askeri yöntemlerle çözülebilecek bir problem değil. Bu ve benzer cümlelere toplumun her kesimi ikna olmuş durumda. Bu ikna sürecinde en büyük pay AK Parti’deydi. Ancak düne kadar savunulan bu mantık, bugünlerde SİHA’lar gibi askeri yetkinliklerle unutturulmaya çalışılıyor. Hatırlanmalı ki Kürt sorunu, 1994’ten sonra kayıp yaşayan ve Öcalan’ın yakalanması ile bitme noktasına gelen örgütü tekrar diriltmeye, eleman devşirtmeye yetmişti. Yeni bir tekerrür yaşanmak istenmiyorsa yeni başlatılacak bir hak iade süreci, örgütle yürütülecek silah bırakma pazarlığından ayrı yapılarak sonuç alınabilir. Ancak SİHA’yla ya da başka bir askeri yöntemle de olsa hiçbir ölümün övülecek bir tarafının olmadığı artık fark edilmelidir. Övülecek bir husus varsa o da SİHA’ların dağlarda silahlı gençler bulamayacağı bir projeyi nihayete erdirmek olmalıdır.
Süreci diğerinin suistimal ettiği üzerinden zihinlerde bir öfke yer etmiş olabilir. Ancak yaşanan ölümler, kızgınlığın verdiği ruh haliyle meşrulaştırılamaz. Eğer dün analar ağlamasın diyenler bugün öfkeleriyle silaha gömülüyorlarsa, devleti yönetenlerin bu duyguyla hareket etme lükslerinin olmadığı hatırlatılmalıdır. Gençleri dağlara sürükleyenlerin daha fazla genç istedikleri ve bunu sonlandıracak her girişimi boğmaya çalışacakları ve çalışacakları bir gerçek. Ancak Hz Ali’nin dediği gibi “Gerçek karşısında öfkelenmek ayıptır.” Yöneticilerin ve toplumun ileri gelenlerinin yapacağı en doğru şey, gençlerin öfkeye kapılan ruh halini bırakıp daha sağduyulu, hatalardan dersler çıkarmış yeni bir yol haritası çizmektir.