Serdar Dinçer 22 Mart akşamı, Heinrich Heine’nin “Romensero-Bimini” isimli şiir kitabının Nisan ayında yayınlanacak Türkçe çevirisini “Günün ağırlığını biraz unutturur” diyerek e-mailime gönderdi. Kitabı okurken Ermenice ve Kürtçeye çevrilmediği için çok üzüldüm.
Şiir de tıpkı bilim gibidir, yani önceki yapılanları ve çağdaşlarınızı bilmezseniz yeteneğinize, emeğinize yazık olur: Yerel kalırsa yerele katkı sunar, evrenseli kavrarsa evrenselleşir.
“Bu sadece uvertürdü, kitapların yakıldığı yerde, sonunda insanlar da yakılır” diyen Heine’yi anmak, çeviri emeğine teşekkür etmek ve katkıda bulunmak için Dinçer’i lafa tuttum…
Heinrich Heine’nin Romensero-Bimini isimli şiir kitabının çevirisini tamamlamışsınız ve kitap Favori tarafından yayınlandı. 2005 yılında da yine Heine’nin ‘Almanya. Bir Kış Masalı ve Diyalektiğin Şairi’ adlı çeviriniz yayınlanmıştı. Genel olarak Alman yazınına mı ilginiz var yoksa özel olarak Heine ile mi ilgileniyorsunuz ya da neden Heine?
Neden Heine? Çünkü Heine bana şimdiki acıların ne ilk ne de son olduğunu, o yatalak (son sekiz yılını yatalak olarak geçirmiş) hâliyle güle oynaya anlatıyor, nanik yapıyor, ağlarken deli deli güldürüyor. Güldükçe kuvvet buluyorum. Egemen medyanın saçma sapan “komikliklerine”, birbirinden kopya haldır huldurlarına gülmek zor geliyor. Heine ise gerçekten güldürüyor, hem de akıl almaz bir yaratıcılıkla, sorunun üstüne üstüne parmak basarak. Heine sinizme yabancıdır. Pek ulu, pek tanrısal böğüren tipleri enselerinden tutup kuru toprağa, tabii basurlularını çayıra, kıçüstü oturtuverir. Bu kuralcı, şekilci “ortodöküzlerin” hiçliklerini bütün dünyaya sergiler.
Şair sonsuzluk karşısında kendi hiçliğinin de bilincinde. Kendiyle geçtiği kadar çok az insanla dalga geçmiştir. Bu özironi onu bizden biri olarak görmemizi kolaylaştırır. Bizde ne yazık ki bu kültür çok zayıf. Çünkü itaat kültüründe aşağılana aşağılana imanımız gevremiştir ve biz de ilk önümüze çıkan garibe tekmeyi basarak bunu unutmaya çalışırız. Hatamızı kabul edersek, özür dilersek, hele bir de kendimizle alay edersek karizmayı çizdireceğimizi düşünürüz, haklıyızdır da, çünkü işte ancak o kadarızdır. Çevremize topladığımız biz gibilerin bizi takmayacağından korkarız. Bizim bu yalan dünyamızdaki kadar çok “başkan”, “şeyh”, “şıh”, “tekke babası”, “reis”, “ağa”, “paşa” dünyanın çok az ülkesinde var. Elini sallasan elli paşa. Her biri bir başka maşa.
Neden Heine? Çünkü başka ülkelerin insanlarında başka kıyafetler giymiş, başka şarkılar söyleyen “akrabalarını” görür. Enternasyonalisttir, kozmopolittir, evrensel. Bu akrabaları tanımaya ve bize tanıtmaya çalışır. Çünkü bizden başka düşünen, başka giyinen, yaşayan, başka inanan insanların bu özelliklerini tanıdıkça, ne kadar bize benzediklerini görürüz, “akrabalık” duyarız, “öteki” “bizden” olur, korkularımızdan kurtuluruz.
Neden Heine? “Sol” kültürümüzde maço kafasının, maksimalist, intikamcı, palavracı kolaycılığın, silahla, şiddetle sorunu “kestirmeden halletme” aptallığının çok ağır bastığını ve bu yüzden birçok iyi niyetli, dürüst hareketin iflas ettiğini düşünüyorum. Egemenlerin bu “maksimalizmi” bilinçli olarak körükleyerek, bu fırsatla ileride onlara tehlikeli olabilecek binlerce inanmış garibi harcama fırsatı bulduklarını düşünüyorum.
Aslında bizde ölmek, “şehit” olmak çok da zor değildir. Zor olan hiç de sansasyonal olmayan, sinir bozucu, bir sürü gelgit, ödün ve sabır isteyen, madalyasız, şansız şöhretsiz didinmedir. Paşalık değil, titiz, sabırlı “işçiliktir” zor olan. Bu günlük, “küçük” işleri, hedefleri önemseyen uzun vadeli, uzun soluklu mücadele geleneğimiz ne yazık ki henüz çok zayıf. Bugün hızlı sosyalist, kızıl komünist yaftasıyla çıkan hareketlere, partilere “Senin nerede bir fabrika, mahalle grubun var? Şu fabrikada sen hangi talepler için, kimseyi kaptırmadan, açlığa sürüklemeden örgütleniyorsun? Senin şu işçi mahallesinde kaç saz, pinpon, spor, matematik, fizik, felsefe grubun var?” diye sorsanız bunların (birkaç istisna hariç) çoğundan doğru dürüst bir yanıt alamazsınız. Ama palavraları pek boldur. Devrimi görmeyi pek ister, göremeyeceğini anlayınca da pek efkârlanırlar, çünkü pek mühimdirler, alkolik olurlar, kendileri gibi “mühim şahsiyetlerin” o kadar haşin fedakârlıklarına rağmen bir türlü akıllanmayan halka küserler, küfrederler, sonra da güçleri yeterse karılarını döverler. Bunlar aydınlanmanın yüzlerce yıllık acı ve fedakârlıklarla ancak gıdım gıdım ilerleyen bir mücadele olduğunu görmezler. Heine bu kafaya karşı ilâçtır.
Diyeceksiniz ki, “Düello yapıp da yaralanan Heine maço değil miydi?” Burada 160-170 yıl öncesinin şiirinden söz ediyoruz. O da tıpkı bizler gibi çağının çocuğuydu ve bunu sık sık vurgular.
Neden Heine? Bırakın “solu”, kültürümüzün topunda palavracılık, “kahraman şehit” edebiyatı hükmediyor. “Bir de ölmeden, öldürmeden adil insan olmayı denesek” demek için, fanatizmin rezilliğini sergilemek için de Heine ilâçtır.
Alman ve dünya yazını açısından Heine nerede durur, nelere yol açmıştır?
Yahudi olduğu için Heine Almanya’da daha baştan yaralıdır. Bu aşağılanmayı onu aşağılayanlardan daha iyi olmaya çalışarak kompanse ediyor ve bunu başarıyor. Alman dilinin, günlük ağzının vazgeçilmez bir parçası hâline geliyor. Despotizmin, militarizmin itaat dayatmasını bazen bir sözcükle rezil ediveriyor, gericiliğin gözünde alman yazın ve şiirinin hiç onmayan bir yarası hâline geliyor. Örneğin Ren bölgesi için Fransa’yla bitmek bilmez bir çatışma içindeki ulusalcılara “İşte Ren sizin. Yıkanın!” diyerek bütün o bayraklı militarist cisbomu cortlatıveriyor.
Heine bu tarzın ne ilki ne de sonuncusu. Kökleri Platon’un konuşturduğu Sokrates, Epikür, Aristofaneslere, Lukyan, Dante, Macchiavelli, Rabelais, Erasmus, Laurence Sterne’lere, Cervantes ve Shakespeare’lere dek gider. Bizi de oralara dek götürür, zihnimizi açar.
Önsözü bu kadar uzun olmasına okurken çok sevindim ve bitince keşke bitmeseydi dedim. Neden böyle bir giriş yaptınız?
Bence hiç de uzun değil. Orda derdimin onda birini bile anlatamadım. Şair bir şeyi öyle değil de böyle söylüyorsa bunun bin bir nedeni var. Bin bir gönderme, imge var. Bunların biraz anlaşılabilmesi için böyle hafif biyografik bir ön anlatıyı ve yüzlerce dipnotu gerekli gördüm. Merak edenler ve Almanca kaynaklara ulaşamayanlar daha geniş bilgiyi 2006’da yayınladığım biyografi ve Kış Masalı’nda bulabilirler. O zaman Romansero ve Bimini‘de belki daha başka renkler de görebilirler.
Çeviriler de her yerde mükemmel olmadı. Çok yerde orijinaldeki ahengi, iç melodiyi vermeyi başaramadım. Ancak bu da şiir çevirilerinin yazgısı galiba. Ya ahenk uğruna öze, içeriğe dokunacak ve şaire ayıp edeceksiniz, ya da ahengi bir yana bırakıp, özü çatur çutur vereceksiniz. Heine bu ikinci tür çeviriyi tercih edermiş. Ben de öyle yaptım.
Bu eserleri neden Türkçeye kazandırıyorsunuz?
Almanya’daki 45 yılımda çeşitli işlerde çalıştım. Temerküz kamplarında yatmış Almanyalı komünistlerini de, Hitler’in belini kıracaklarını anlayıp coşan, dikkati elden bırakıp, kafayı çekip, cephede hora tepmeye kalkışan Sovyet askerlerini uzaktan nasıl birer birer indirdiklerini anlatan “sniper” faşistleri de tanıdım. Tucholsky’nin de dediği gibi iki Almanya olduğunu gördüm. Ve anladım ki, sevgili, dobra, can Almanyam olmasa bu korkunç Almanya’ya ben dayanamazdım, çoktan ölmüştüm. Korkunç “silah arkadaşı” Almanya’yı bizim korkunçlarımız zaten yeterince yüceltmişler, yüceltiyorlar. O zaman bizimkileri de bizim anlatmamız gerekiyor. Ben de buna katkıda bulunmak istiyorum. Ve anlatmak istiyoruz ki bizde de iki Türkiye var ve haykırıyoruz: “Aha Fırat sizin len, gusül alın!”
Faşizm İtalya’da, kabaca söyleyecek olursam, daha çok bir sistemle vardı ancak Almanlarda bu işin ayrıca bir tarihsel toplumsal temeli de var görünüyor. \"Geceleyin Almanya\'yı düsündügümde uykum kaciyor..\" diyen Heine\'nin Almanya için boşuna çırpınmadığı ortada. Denildiği gibi bir avuç Nazi’nin Almanları etkisi altına alma ya da onları zorlama gibi bir durum yok. Hitler dönemi Alman düşün dünyasına nasıl zararlar vermiştir, neleri biçmiştir, nerelere savrulunmasına yol açmıştır?
İtalya’da toplumsal temel yok muydu? Bence her toplumda faşizmin bir toplumsal temeli var. Bu temel, binyılların sınıflı toplumunda binyıllardır dayatılan egemene, tirana itaat kültürü. İtaat etmeyen dövülmüş, aç bırakılmış, delirtilmiş, öldürülmüştür. İtalya’da, İspanya’da engizisyonun en sevdiği yöntemlerden biri itaat etmeyeni diri diri dörde bölmek, odun yığınında yakmaktı. Bizimkiler de onlardan geri kalmadılar, “bizden” olmayanların soyunu kuruttular, olanlarda da “kardeş kanı” dökmemek için, boğdurmak gibi daha “şık” yöntemler geliştirdiler.
Heine gençliğinde gazete okurken, onu en çok ilgilendiren konulardan biri de Türkiye imiş, “Konstantinopel haberlerini, yine bir başvezir ipekten sicimle şereflendirilmiş mi?” diye uzun uzun okurmuş:
“Bu sonuncusu, beni en çok düşündüren konu olurdu. Bir despotun, kapıkullarını, pek ileri-geri düşünmeden boğdurmasını çok doğal bulurdum. Sirkte de hayvanlar kralının, nasıl majestece bir öfkeye kapıldığını, demir parmaklıklardan yapılmış güvenli bir konstitusyonda (Konstitusyon- yapı, çerçeve anlamına geldiği kadar, monarşilerde meşrutiyet anlamına da gelir.) hapsedilmiş olmasa, kimi seyirciyi parçalayacak bir öfkeye kapıldığını hep görüyordum. Ama beni hayrete düşüren durum, eski başvezir beyin boğulmasından sonra, başvezir olmayı arzulayan başka birinin bulunmasıydı.”
Heine daha o zamanlarda Prusya ile Osmanlı arasında benzerlikler saptar. Almanya’nın çekirdeği Prusya’daki “askerlerin dayakçı kralı” I. Friedrich Wilhelm de “itaat kültürünü” hiçbir yasa ve kural dinlemeden halka bağırttıra bağırttıra yedirmiş yutturmuştur. Heine bu “asker milletin” dik duruşunda da ona yutturulmuş “sopayı” görür.
Hitler ya da Mussolini\'nin faşizm pratiği için bir hocaya gereksinimleri var mıydı?
Faşizm bir anda ortaya çıkıvermiş bir olgu değildir. Binlerce yıllık dayanakları vardır. Emperyalizm çağında sermayenin en gerici, en saldırgan kesimlerinin açık terörist diktatörlüğü olarak işte bu geçmişe yaslanır. Almanya’nın geçen yüzyıl başında Çin ve Afrika’daki sömürgecilik eylemlerinde Hanna Arendt gelecek faşizmin nüvelerini görür. Oralardaki canavarlıkların sorumlusu dünyamıza ilk büyük savaşı da dayatan II. Wilhelm’dir. Çin, Afrika ve daha sonra Osmanlı’da etkin konumlarda olan ve savaş suçu işleyen nice alman subayı daha sonra Hitler faşizminin baş örgütçüleri olmuştur. Wilhelm’in bizdeki suç ortakları, ilham kaynakları ve çavuşları da soykırımcı Enverler, Talatlardır.
Türkiye\'de Hitler ve Mussoli\'nin hocası olarak Atatürk gösteriliyor. Siz buna katılıyor musunuz?
Soruna bu yaklaşım bence çok yüzeysel ve şekilci bir yaklaşım. “Liberal” burjuvazinin “antiotoriter” totalitarizm ideolojisinin basit bir tezahürü. Bunlara göre Kemal otoriterdi, öyleyse Hitler ve Mussolini’ye örnek oldu.
Binlerce yıllık bir sınıflı toplum ve bunun askeri-bürokratik üstyapısının yarattığı bir kör itaat kültüründen söz ediyoruz. Hep bu düzene bir başkaldırı olarak başlayıp, sonra kurumsallaşıp, yine sömürünün ideolojik aparatları hâline dönüşen dinler ve din aparaçikinin getirdiği bir dini itaat alışkanlığından söz ediyoruz.
Bütün hareket, devlet ve devrimlerin bir yükseliş, kurumsallaşma ve çürüme çağı var. Hiçbir devrim, toplumda durmadan yeni koşullara göre yeniden üretilen bu çokbinyıllık alışkanlıkları tamamen ortadan kaldıramamıştır, kaldıramaz. Hele hele yönetici kadrolarının büyük bölümü eski düzenden gelen, o düzenin temsilcileri ve suçluları olan bir hareketten bunu hiç bekleyemeyiz. “Kemalist” hareket bir burjuva demokratik devrimini bile (“bile” diyorum, sanki bu çok kolaymış gibi) tamamlayamamıştır. Burjuva demokratik devriminin temel öğesi feodal toplumun baş üretim aracı olan topraktaki mülkiyetin demokratikleştirilmesi, yani toprak reformudur ve Mustafa Kemal bunu başaramamıştır. Bunu başaramayan bir burjuva devrimi de demokratik olamaz.
Heine Fransa’daki “1830 Devrimi” üzerine yazdıklarında bu toprak mülkiyetinin demokratikleştirilmesi konusuna ve bu devrimi bekleyen hezimete işaret eder.
Her devrim “otoriterdir”, çünkü eski sınıfların, alaşağı edilmiş egemenlerin karşıdevriminin önlenmesi gerekir. Emekçi yığınlarının uzun, acılı mücadelelerle bilinçlenme, aydınlanma şansına henüz sahip olamadığı, bu süreç için henüz olgunlaşamadığı bir ortamda Mustafa Kemal de eski kadrolarla, alışılmış itaat mekanizmalarıyla, yasaklarla devrimini ayakta tutmaya çalışmış, bu süreçte yalnızlaşmış, sonunda da “biz bize benzeriz” deyip teslim olmuştur. Bence Türkiye yazını, şiirinde henüz bir “Mustafa Kemal Trajedyası” yazılmamıştır, umudum gelen nesillerde bu süreci anlayıp bunu başaracak olgunlukta insanların çıkmasıdır.
Toplumun gerçekten demokratikleşmesi, tutarlı demokratik, eleştirel bilince (Hegel buna “mutsuz bilinç” demiş) yükselmesi, mülkiyet ilişkilerinin değiştiği sosyalist sistemde bile gerçekleşemedi. Bunun çok daha uzun vadeli, çok daha karmaşık bir süreç, her gün yenilenmesi gereken bir uğraş olduğunu gördük. Eski sosyalist ülkelerde bugün ortaya çıkan ırkçı, faşist hareketler, basitlik ve yağmacılık “kültürünün” baştaki oligarşilerce yeniden körüklenmesi bunu gösteriyor. Peki her şey boşuna mıydı? Elbette hayır. Bu ülkelerde şimdilik geri plana itilmiş, zayıf düşmüş, travmalı, ancak sosyalizm sayesinde gelişip, şimdiki olgunluğuna erişmiş geniş bir demokratik kültürün olduğunu görmemiz gerekiyor. İster sosyalizm, ister kapitalizm olsun, hangi toplumda olursak olalım, eleştirel bilinçten kopmamak için sürekli bir uğraş, kendimizle boğuşma, her adımımızı tartma, hep adil, insaflı kalabilme çabası gerekiyor. Bu anlamda dürüst dindarlarla aramızda pek fark yoktur.
Her şey boşuna mıydı? Devrimler yenilir, ancak toplumda her devrimden artakalan kazanımlar olur. Toplum biraz daha fazla oksijen almış ve buna alışmış olur. Bunu bugün Türkiye’de kadın, çocuk, insan haklarının vardığı düzeyde görüyoruz ve kıymet biliyoruz. Bu hakların ve bunlar için verilmiş kurbanların kıymetini.
Heine yapıtlarında çok kez işte bu tehlikelere, devrimlerin geçiciliğine, devrimleri bekleyen yenilgilere, devrim horonlarının, zılgıtlarının ne kadar kolayca kör linçlere dönüşebileceğine işaret eder. Bunun için fanatizme karşı hep akla, mantığa, eleştirel bilince davet eder.
Mustafa Kemal’i Hitler vb.’ne örnek gösteren kafayı ilerleterek Lenin’i de, Musa’yı da, Muhammed’i de bunların hocası ilan edebilirdik ve bu zor erişilebilir bir zırva, tam bir saçmalık olurdu. Nasıl Bismarck Hitler’le eş koşulamazsa, Mustafa Kemal de Enver’le bir tutulamaz.
“Yahudi Heine din değiştirip Protestan olduğu için mi bir Heine\'miz oldu, yoksa Fransa’ya gittiği için mi?”
Öğreniminin ardından iş bulabilme umuduyla “Protestan” olan Heine kısa sürede bunun da bir işe yaramadığını, Yahudiliğini “derisinden yıkayıp atamayacağını” görüp pişman olmuştur. Heine’yi Heine yapan tüm din ve inançlara mesafeli durması, sürekli olarak fanatizm ve güruhlaşmaya karşı uyarmasıdır.
Fransa Heine\'ye ne kaybettirdi, ne kazandırdı?
Heine elbette Fransız eleştirel düşün kültüründen, sanatçı çevresinden çok şey öğrenip, bunları Almanya’ya aktarmıştır. Ancak Fransa’daki yalnızlaşmasından da hep şikayet etmiştir. Çünkü Fransız aydın “sosyetesi” bu “fakir göçmeni”, belki de kıskandığı için, pek arasına sokmak istememiştir. Şair, Almanya’dan gelen aydınlar arasında da kendine uygun, kendi düzeyinde kafadar çok az bulabilmiştir. Bunlar Karl Marx, Weerth gibi aydınlardır. Marx’ın Fransa’dan sınırdışı edilmesiyle bu dostluk da çabuk bitecektir.
Marx Fransa’dan ayrılırken “hümanist prensibin alman enkarnasyonu” dediği Heine’ye veda mektubunda “Burada geride bıraktığım tüm insanlardan, beni en tedirgin eden, Heine’nin geride kalışıdır. Sizi keşke, bavuluma koyup, götürebilseydim” diye yazar.
Almanya Heine dönemine, Heine\'nin safına dönebilmiş mi? Yani artık işler yolunda mı?
Ne kadar “dönebildiğini” son sığınmacı krizinde yaşadık. Merkel yaz rehavetiyle boş bulundu ve kazara insancıl olmaya kalktı. Ya da Alman endüstrisinin sığınmacılar arasındaki uzmanlaşmış kesimlere duyduğu iştahın bunda bir rolü oldu. Bilmiyorum. Şimdi bin pişman. Avrupa’yı bir barbarlar diyarına çevirmek isteyenler gemi azıya almış durumda.
Bu olay halka yüzyıllar boyu yutturulmuş sopanın, ideolojinin bazen egemenler arasında gelişen kimi liberal, “insani” eğilimi de boğabileceğini, egemenlerin en saldırgan, terörist kesimlerini birden öne çıkarabileceğini bir kez daha gösterdi.
Şayet siz yıllar boyu saldırganlığı, şiddeti, ulusalcılığı, dinciliği kutsayıp, basitliği körüklemişseniz, insanları gaza getirip güruhlaştırmışsanız, bir an gelir o güruh sizi de süpürüp götürür.
Heine egemenlere hep bu öğüdü verir. Akıllı olun, der. Sansürcülüğü, yasakçılığı bırakın, yoksa o kesip biçtiğiniz makaslarla bir gün sizi de kesiverirler, der. İnsanoğlunu ne kadar ezersen, onun geri patlaması da o kadar şiddetli olur, der.
Nazım Heine okumuş mudur?
Nazım Hikmet uzun yıllar Sovyetler Birliği’nde, sosyalist ülkelerde yaşamış bir komünist. Sovyetler Birliği ise Heine’nin kitaplarının dünyada en çok, galiba Almanya’dan da çok basıldığı ülke. Yanlış hatırlamıyorsam, Nazım’ın Heine’den direkt söz ettiği de olmuş. Hele son şiirlerinde, “Mahnıların Mahnısı”ndan söz eden, Vera’ya “Sen gelmedin” diyen Nazım‘da ben çok belirgin Heine izleri görüyorum.
Heine’nin çırpınmasına rağmen, öngördüğü gibi Almanya faşizmi gündelikleştirdi. Günümüz Alman toplumu Heine’ye ne kadar yakın ya da ne kadar uzak?
İsterseniz yine iki Almanya’dan söz edelim. Korkunç Almanya yine aynı korkunçlukla saldırıyor. Can Almanya yine canla başla insan kalmaya çalışıyor. Bütün varlığını, gecesini gündüzünü sığınmacılar için harcayan, kimi dürüst Hristiyan, Yahudi, çoğu da ateist olan can Almanlar bunlar.
Siz de tıpkı Heine’nin Almanya ve Fransa arasında kurmaya çalıştığı bağın benzerini Almanya ve Türkiye arasında mı kurmaya çalışıyorsunuz.
Evet, bu yönde Heine bana örnek, usta oldu. Benimki çok basit, mütevazı bir aktarıcılık sadece.
Heine Fransa’dan aktardıklarıyla tüm alman düşününü etkilemiş ve bu yüzden de Berlin’deki prus despotlarının, Viyana’daki restorasyoncu Metternichlerin gazabına uğramıştır.
Fransa’da da Fransız şiir ve yazınında unutulmaz izler bırakmıştır. Balzac, bir öyküsünü ona ithaf eder, çünkü o “Paris’te Almanya’nın ruhunun, şiirinin ve Almanya’da da ‚yaşayan, akıllı Fransız kritiğinin’ temsilcisidir.” Heine’nin Atta Troll’de, Herodias’ın, bir hayaletler alayı ile, Ohannes’in kellesini gezdirdiği sahne örneğin, Baudelaire, Mallarme, Flaubert ve Banville gibi sanatçıların yapıtlarında etkisini göstermiş. Nerval-Gautier ikilisinin (intiharına dek Nerval Heine’nin çevirmenliğini yapmıştır) Heine’nin izinde, fransız romantizmine yaptıkları yoğun etki, Verlaine, Rimbaud gibi şairlerin yapıtlarında ve 1880’lerin sembolizminde yansımış.
Heine\'yi anlamak özellikle devasa bir Batı geçmişi hakkında bilgi sahibi olmayı gerektiriyor. Çeviriye eklediğiniz giriş kısmı özellikle şiirle yeni tanışanlar için bu nedenle çok değerli. Heine\'yi daha iyi anlamak için yeni yeni şiir okumaya başlayanlara öneriniz var mı?
Estağfurullah! Ben şiir uzmanı falan değilim. Benimki dediğim gibi amatörce bir aktarıcılık. Sadece kendi öğrendiklerimi, daha doğrusu öğrendiğimi, anladığımı sandıklarımı (çünkü bu kitaplarda epey felsefe, psikoloji vs. parçaladım, sanki pek anlamışım gibi) Türkiye’ye aktarmak. Mutlaka daha düzgünü çoktan yapılmıştır ve benimkilere belki hiç gerek yoktu. Ancak Heine’nin çok az yapıtının çevrildiğini ve yakın çevremdeki arkadaşların benden de habersiz olduklarını görünce böyle bir çalışmayla Heine’yi onlara tanıtmaya çalıştım. Umudum bu ilginin artmasıyla daha iyi çeviri ve yorumların çıkmasıdır. “Düşünme kültürü”nün, konuları enine boyuna inceleme, tartma, sonra bir daha, bir daha düşünme alışkanlığının hababamcılıktan bir ölçüde uzaklaşmayı sağlaması. Benim çeviri ve (çoğu aşırma) yorumlarımda henüz bir sürü hababamcılık, cahil cesareti ve suçu vardır. Eminim ki, ileride çok daha iyileri yaratılacaktır. Türkiye’de gördüğüm, tanıdığım müslümanı, hıristiyanı, yahudi ve ateistiyle öyle cıvıl cıvıl bir yeni nesil var ki, ne türkçü, ne şariatçı faşizm bunların üstesinden gelebilir.
Heine’ye göre şiir dürüst, adil olmak zorundadır. Diyeceksiniz ki, “Ama dürüstlük, adalet vs. bunlar relatif kavramlar, her dönemde değişebilir. Hangi adalet, kimin adaleti, herkes ‘adalet’ diyor, sonra deveyi hamuduyla götürüyor?” Ben de diyeceğim ki “Bütün göreceliliğine rağmen binyıllar boyunca geçerli bir adalet kavramı vardır ve bunun temelinde yatan da binyıllardır süren sınıf mücadelesidir, ezilenlerin binlerce yıllık hasretidir!” (Bkz. Komünist Manifesto)
Bu durumda dönüp dolaşıp felsefeye, gerçek arayışçılığına, hakikatliliğe çıkıyoruz. Bizim Yunus Emre, Mevlana, Pir Sultanlarımız, Karacaoğlan, Veysellerimizde de, Tevfik Fikret, Eşref ve Neyzen Tevfiklerimizde de, Aziz Nesin ve Can Yücel’de de felsefe, aşk ve adaletin en güzel örnekleri vardır. Gerçek peşinde, hakikatli olmayan “şair”, tıpkı aşksız ve adaletsiz “şair” gibidir, yani bozuntudur. Minareyi bile silah ilan eder koçum, yağdırır yağmuru, çaktırır şimşeği…
Böylelerinin yazdıkları, böğürdükleri “şiirden” ancak düşmanlık, savaş ve ölüm gelir. Heine bunun için gerçek şaire, şiire “insaf” şartını koşar. İnsaf!
Heine hakkında
Christian Johann Heinrich Heine (13 Aralık 1797 - 17 Şubat 1856), 19. yüzyılın en ünlü Alman şairlerinden biri.
Almanya\'nın Düsseldorf kentinde Yahudi kökenli bir ailenin çocuğu olarak doğdu. 1825\'de Hukuk Diploması\'nı aldı ve aynı zamanda dinini değiştirek, Protestanlığı seçti. Bu Alman devletinde hür bir birey olabilmek için gerekliydi. Aksi takdirde birçok Yahudi gibi hakları kısıtlanacaktı. Sadece Hıristiyan\'lar herhangi bir iş yapma ve devlet dairelerinde çalışma iznine sahipti. Ayrıca Yahudi\'lerin üniversitede profesör de olması yasaktı. Bu Heine\'ın en büyük tutkularından biriydi. Dinini değiştirmesini kendisi \" Avrupa kültürüne giriş bileti\" olarak adlandırır. Heine\'nın birçok şiiri besteciler tarafından alınmış ve şarkı hâline getirildi.
Şair olarak Heine sanat yaşamına \"Gedichte\" (Şiirler) adlı eseriyle 1821\'de başladı. \"Buch der Lieder\" (Şarkıların Kitabı) adlı eseri onun en kapsamlı şiir derlemesidir.
Heine, 1831 yılında Almanya\'dan ayrıldı ve yaşamının geri kalan kısmını Paris\'de geçirdi. Almanya\'ya sadece bir kez 1843\'te bir ziyaret için gitti. Eserleri Alman otoriteleri tarafından men edildi.
Heine hep Alman politika ve toplumunu eleştirmeye uzaktan devam etti. \"Deutschland. Ein Wintermärchen\" (Almanya. Bir Kış Masalı) adlı eserini yazdı. 1844\'te arkadaşı Karl Marx bu eserini sahibi olduğu gazatede makaleler hâlinde yayımladı.
Kitaplarından biri Naziler tarafından yakıldı. Bu konu ile alakalı sözü çok ünlüdür: “Eğer bir yerde kitapları yakıyorlarsa, orada eninde sonunda insanları da yakacaklardır.”
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.