Aradan otuz yıl geçmişti, ben daha ülkedeyken tanıdığım kadim bir dost diye bildiğim Hasan’a misafirliğe gitmiştim. Hal hatır faslından sonra kardeşi olan Hüseyin’in durumunu sormuştum. Aldığım cevap ise, ‘’Annesi ve babası bir olan bir ilişki içinde değiliz maalesef’’ olmuştu.
Çocukluğumdan beri anne ve babası bir diye bildiğim bu kadim dostumun söyledikleri kafamı epey karıştırmasına yetmişti bile. Hasan bana dönerek ‘’Yok yok zannettiğin gibi değil ya da düşündüğün anlamda baba veya annemiz bir değil anlamında söylemedim’’ diye tekrar aynı vurguyu yapmıştı.
Elini omzuma atarak: “Bak şu duvardaki asılı olan fotoğraflara.” dedi. Duvara gözümü kaydırdığımda, Dr Nuri Dersimi, Koçgiri kaplanı Alişer ile silaha kuşanmış Zarife, Şeyh Mahmud Barzanci, Mustafa Barzani, Seyit Rıza, Qadi Muhammed, Şeyh Saidê Kal. Alt sıralardaysa Mazlum Doğan, Necmettin Büyükkaya gibi yeni neslin yeni kahramanların portreleri asılıydı.
Portrelere tek tek, uzun uzun baktım. Sonra Hasan: ‘’Kalk Hüseyin’in evine çay içmeye gidelim’’ dedi.
Kısa bir yürüyüşten sonra Hüseyin’in evine vardık. Kapının zilini çaldık. Sıcak bir kucaklaşmanın ardından, bize gösterilen yere oturduk. Hasan beni dürterek, gözleriyle de duvara asılan portreleri işaret etti. Marks’ın, Engels’in, Lenin’in, Stalin’in, Mao’nun ve Fidel gibi dönemin birçok liderlerinin posterleri asılıydı. Alt sırada ise, bahsi geçen dönemle göbek bağı olduğuna inanılan günümüzün bildik portreleri vardı.
Otuz yıl sonra Hasan dostumla karşılaşmamı tesadüflere borçluydum. Her ikimizde de baş gösteren fiziksel değişimleri ayırt emek imkânsız gibiydi. Beyazlaşmış saçlarımız, kırışıklarla dolan yüz haritamız, sağ ya da sol omuzların aşağıya esnek bir dalışla aşağıya doğru çöküşü, depolaşan göbeklerimiz… ve birçok şeyi gördüm dercesine birbirimize bakan gözlerimiz. Her ikimiz de fiziksel var oluşumuzla, değişen dünyayla birlikte değişmişiz gibi bir görüntü sergiliyorduk.
Hasan’ın kardeşi olan Hüseyin’i görünce bilinçli değişim dediğimiz esas değişmez değişimin sadece bizler de değil, Dünya sorunlarıyla birlikte, ağırlıklı Kürt sorunuyla başlayan Türk soluyla biten sohbetimizde, tarihi gelişmelerine paralel bir değişimin zerresini bile, ciddi bir değişim içinde olmadığımızı gördük. 30 yıl öncesinde birbirimizi bıraktığımız yerde oturuyor gibiydik, tabii ki duvarlara bakan göz aynalarımızla.
PKK’nin diğer Kürt grupların üzerinde yarattığı baskıcı tavra devamla, Türkiye demokratik güçlerin gelişmesinin önündeki engel oluşturduğunu, kendi algılarıyla bütünleştirdiği bakışını, ballandıra ballandıra anlatıp duruyordu. Yıllardır konuşulan, söylenen, çoğu zamanda yaratılan bu baskıdan dolayı da Kürtler arası güçlü bir muhalefetin gelişmemesine sebep olarak da gösterildiği bir baskıdan hareket iddiasıyla hareketlenmişti Hüseyin.
Kendi dışındaki Kürt ulusal demokratik güçlerin gelişmesine balans ayarına başvurmayan PKK’den bahsetmek her ne kadar güç de olsa, her halükarda yaratılan ortama boyun eğen koşulların yaratılmışlıklarına bir başka bahane bularak hayallere dalan, PKK’ye karşı güç olma hayali ile yaşayan diğer Kürt siyasal hareketlerin kendi hayal dünyasının kabuğunu kırıp gerçeklerin vadisine inmemeyi, PKK’nin balans ayarına bağlama bahanesine sarılmanın ne kadar yanlış olduğunu anlattıysam da, kendi hastalıklarının her türünü PKK ile ilişkilendirme hastalığının tedavisine yardımcı olamadım maalesef…
PKK’yi, olumlu ya da olumsuzluklarıyla eleştirmek, ulusal demokratik talebine kucak açmak, karşıt olmazlarına karşı durmak demokratik bir halkın ötesinde siyasal var oluşun olmazsa olmazıdır da aynı zamanda. Olumlu olan hiçbir şeyi görmeden olumsuzluklarıyla görüp hedef tahtasına koymaksa. Kendi yetmezliklerini değil halka karşı örtmeyi, kendi reel varoluşlarına dahi örtme girişimin ötesine taşınmıyordur maalesef.
Hüseyin Akıncı Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.