Halepçe: Devletsizliğin en acı tablosu
Saddam'a açılan Enfal ve Halepçe davası sürerken ve henüz bir mahkumiyetle sonuçlanmamışken, Nuri Maliki'nin seviyesiz öncülüğündeki Şii yönetimin marifetiyle, Saddam 30 Aralık 2016 günü apar topar idam edildi ve tarihin en korkunç kimyasal silahlı katliamının kurbanı olan Kürtlerin, soykırımın en tepedeki sorumlusundan hesap sorması kurnazca engellendi.
Martin Gilbert'in "Churchill Biyografisi"nde alıntıladığı üzere, Kürdistan'ın parçalandığı dönemin başlarında, 12 Mayıs 1919 tarihli bir belgede Birleşik Krallık Savaş Bakanı Churchill şöyle yazmıştı: "Uygarlaşmamış aşiretlere karşı zehirli gaz kullanılmasına kuvvetle taraftarım. Bunun moral etkisi o kadar iyi olacaktır ki, hayat kaybetme oranı en aza indirilebilecektir. Sadece en ölümcül gazları kullanmaya gerek yok: büyük sıkıntı yaratacak ve hayati bir korku yayacak ama yine de maruz kalanlar üzerinde kalıcı ciddi etkiler bırakmayacak gazlar kullanılabilir."
1919-21 yılları arasında Britanya İmparatorluğunu pratik sahalarda yöneten Winston Churchill, Kraliyet Hava Kuvvetleri Komutanı Mareşal Hugh Trenchard'a yazdığı 29 Ağustos 1920 tarihli ve AIR 5/490 nolu resmi yazısında da, "üzerlerinde ölümcül etkilere yol açmadan itaatsiz yerlileri cezalandırmaya yönelik olarak" Kraliyet Hava Kuvvetlerinin (RAF) hardal gazı bombalarını denemesini istemişti.
Bundan 64 yıl sonra, 1984 baharı başlangıcında İran-Irak savaşı başlamadan önce Saddam Hüseyin, Hac Ümran ve Pencwin'de Kürtler üzerinde kimyasal silahlarını tecrübe etmiş olmanın ve devletler arası sistemin bu alçaklığı sessizlikleriyle onaylamasının verdiği güvenle, şunları söyleyecekti: "İşgalciler bilmelidir ki, sayıları ne olursa olsun, her zararlı böcek için imha etme kabiliyeti olan bir böcek zehiri vardır, ve Irak bu böcek yoketme zehirlerine sahiptir."
İran güçleri, büyük ölçüde Kürt topraklarında gerçekleşen Irak ile savaşlarının sekizinci yılında, 13 Mart 1988'de, sınırdaki bir kasaba olan Halepçe ve çevresindeki Saddam mevzilerini bombalamaya başladılar. Aralıksız süren çatışmalardan sonra 15 Mart günü İran birlikleri kasabaya girmişti. Ertesi gün, Saddam'ın Kürtleri soykırmakla görevli kuzeni ve generali Kimyasal Ali, El Mecid, şeytani bir soğukkanlılıkla hazırlanmış planını uygulayacak bir yer bulmuştu: Kullanacağı gaz havadan ağırdı ve dibe çöküyordu. Bunu göz önüne alarak, öncelikle saatlerce havanlar ve ağır toplarla kasabayı ateş altına aldı, böylece tamamı Kürtlerden oluşan yerli halkın sığınaklara, tünellere, menfezlere ve bodrumlara inmesini sağladı ve bu arada birkaç gün önce çekildiği bu kasabada Irak ordusunun yerlerini iyi bildiği hava saldırısı sirenlerini de imha etti. Ardından Irak'a satılmış veya hibe edilmiş Sovyet yapımı MiG-29 ve Fransiz Mirage uçakları sekizerli gruplar halinde kasabaya kimyasal bomba yağdırmaya başladı. Bombardıman dört saat sürdü. bu dört saat boyunca kasabanın her gözeneğine çöken gaz ile birlikte, önce ağaç dallarındaki kuşlar ölü meyveler gibi dökülmeye başladı.
İnsanların bomba seslerinden kısa süre sonra hissettikleri ilk şey elma kokusuydu. Elma kokusu, zehrin acı tadını bastırmak için kokteyle eklenmişti ve kurbanların zehri daha rahat solumaları için tasarlanmıştı. Ardından boğulma hissi geliyordu, son güçlerini harcayarak kendilerini sokağa atanlar, kendilerini ağır gaz bulutları arasında bulmuşlardı. Irak güçleri, tek tip zehirli gaz kullanmamışlardı ve olasılıkla ellerinde olan her türden kimyasal silahı burada kullanmışlardı. Görgü tanıkları, körleştikten sonra hareketsizleşerek can veren, kan kusan, veya histerik gülme krizlerinden sonra düşenleri anlatmışlardı. Halepçe'de nefes alan her varlık bu saldırıdan payını almıştı.
Felaketin ilk gününde tamamına yakını sivil, kadın, çocuk ve yaşlılar olmak üzere, 5000'den fazla insan hayatını kaybetti, binlercesi de daha sonraki günlerde kimyasal etkilerin bedenlerinde yarattığı tahribatların etkisiyle yavaş yavaş can verecekti. On bin cıvarında yaralının da olduğu bu felaket, tarihin kaydettiği en büyük kimyasal silah katliamıydı.
Saddam'ın yargılandığı Duceyl mahkemesinde, 23 Ağustos 2006'daki duruşmada ifade veren Kürt bir tanık, Edibe Ewla Bayez, 1987'de köyleri Balisan'ın bombalanmasını şöyle anlatıyordu: "Çürük elmaya benzeyen kokusu vardı. Sadece dumanına maruz kaldığımız bombalamadan sonra günlerce gözlerimiz görmedi. Beşinci gün gözlerim yavaş yavaş görmeye başladığında, benim ve çocuklarımın derilerimizin siyah bir renk aldığını gördüm." Saldırının etkileriyle Ediba'nın bir çocuğu hayatını kaybetmiş, daha sonra iki bebeğini ölü doğurmuştu. Diğer bir kadın, saldırıdan sonra bir gün boyunca köyde mahsur kalmış, çıkamamıştı: "Boğazımızın yanmasını durdurmak için süt içtik, kustuğumuz şey ise peynir peltesi gibiydi." Gerçekten de, Irak'ın 1983'ten başlayarak, içlerinde Hac Ümran, Pencwin ve Halebçe’de olmak üzere, rejimin çöküşüne kadar birçok vesileyle kimyasal gaz kullandığı ve binlerce insanın bu saldırılarda öldürüldüğü CIA belgelerinde de yer alacaktı.
Saddam'a açılan Enfal ve Halepçe davası sürerken ve henüz bir mahkumiyetle sonuçlanmamışken, Nuri Maliki'nin seviyesiz öncülüğündeki Şii yönetimin marifetiyle, Saddam 30 Aralık 2016 günü apar topar idam edildi ve tarihin en korkunç kimyasal silahlı katliamının kurbanı olan Kürtlerin, soykırımın en tepedeki sorumlusundan hesap sorması kurnazca engellendi. Sünni sömürgeciliğin ve ikiyüzlülüğünün yerini, şimdi Şii sömürgecilik ve ikiyüzlülüğünün aldığının ilk ve en önemli işaretiydi bu. İnfazı tam bir maskaralıktı ve gelenlerin gidenlerden az olmadığını gösteriyordu. Bu infazla, başta Kürtler olmak üzere, milyonlarca zulüm kurbanının adalet şansları bir kez daha ellerinden alınmıştı. Maliki infaz sonrası şöyle diyordu: "Saf ve cömert ülkeniz diktatörün pisliğinden sonsuza kadar kurtuldu, Irak tarihinin kara bir sayfası kapandı ve tiran öldü." Oysa Maliki, hukuksal süreç tamamlanmadan Saddam'ı infaz etmekle, Kürtlere karşı kendi niyetlerini gerçekleştirmek için varolan geleneksel sömürgeci hukuksuzluk zeminini korumak istemişti.
Elbette bütün bu soykırım eylemleri, bütün dünyanın gözleri önünde olup bitmişti. Daha 1983'te ABD Dışişleri Bakanlığı içinde 1 Kasım tarih ve 833438 no ile paylaşılan, Dışişleri Bakanlığı Politik-Askeri İşler Büro Müdürü Jonathan Howe imzalı bir bilgi notunda şunlar yazıyordu: "... Irak'ın kimyasal silah kullandığını teyit eden yeni bilgiler kısa süre önce elimize geçti. Irak'ın, muhtemelen bir Birleşik Devletler katılımcısı (şirketi) da içinde olmak üzere, öncelikle Batılı firmalardan, kimyasal silah üretme kapasitesi elde ettiğini biliyoruz..." Saddam rejimi, kimyasal silah üretimi için altyapı inşasına 1970'lerde başlamıştı; fabrika inşaatlarını yapanlar, İtalya, İsviçre ve Singapur şirketleriydi. Bu arada "FCA Müteahhitlik" adlı şirketiyle devreye giren Hollandalı işadamı Frans van Anraat ise, hardal gazı ve sinir gazı yapımında kullanılan binlerce ton kimyasal hammaddeyi, birçok Batılı şirketin de aracılığıyla Irak'a satmıştı. 1989 yılında Birleşik Devletler Federal Araştırma Bürosu FBI'ın isteği üzerine İtalya'da tutuklanıp serbest bırakıldıktan sonra, van Anraat Irak'a kaçtı. 2000 yılına gelindiğinde, FBI bu adam hakkındaki arama isteğini yürürlükten kaldırdı ve bunun nedeni hiç bir zaman açıklanmadı. Saddam'ın 2003'teki çöküşüne kadar van Anraat Bağdat'ta, rejimin kendisine sağladığı Farıs Mansur Reşid el Bezaz kimliğiyle kaldı, 2003 yılında rejim dağılınca Suriye üzerinden Hollanda'ya geçti. 6 Aralık 2004'te Hollanda'da yakalandıktan sonra soykırım ve savaş suçlarından yargılandı ve yalnızca savaş suçundan onyedi yıl hüküm giydi. Hollanda gazeteleri, van Anraat'ın, kimyasal silah hammaddesi satan bir tüccar olmaktan başka, aynı zamanda Hollanda Askeri İstihbarat ve Güvenlik Servisi (MIVD) muhbiri olduğunu yazdı.
Yukarıda genel ve aslında yüzeysel bir resmini vermeye çalıştığımız Halepçe saldırısı, devletler arası sistem içinde yer alan ve aynı zamanda ticari boyutları kadar, siyasi boyutları da olan bir mekanizmanın, Saddam rejimi eliyle gerçekleştirilmiş bir uygulamasıydı. Bu olayın, çokça bahsedildiği üzere, insan hakları, ulusal haklar, soykırıma karşı koruyucu olduğu varsayılan ama pek de uygulanamayan uluslararası yasalarla çok az ilgisi vardır. Ve Halepçe katliamını sadece insan hakları çerçevesinde ele almak, kötü bir tuzaktır. Bu siyasi bir saldırıdır, sonuçları ve nedenleri siyasidir. Bunun anlamı şudur: Devletler arası sistem içinde, kendisinin de marifetiyle gerçekleşmiş olan Kürt ulusunun parçalanmışlığını, bundan doğan zayıflığını siyasal arenada değerlendiren odaklar vardı ve hala vardır. Bu mekanizmanın tezahürleri bugün de günlük olarak karşımıza çıkmaktadır ve bu tezahürlerin en önemlisi, Kürtleri hala terörist bir düzlemde tutmaya çalışan devlet rejimleridir. Öte yandan, Kürtler içinde de bu siyasetin tamamlayıcıları bulunmaktadır. Ulus olmak, güç olmak, toprağına sahiplik etmek, ulusal çizgide örgütlenmek yerine, hala mevcut ve Kürtlere karşı oluşturulmuş bölge rejimleri lehine çalışma stratejisi, ne yazık ki Kürt siyasal yapılanmalarında hala etkili bir stratejidir. Birçok durumda açıkça "Kürt uluslaşmasına karşı", "Kürtlerin devletleşmesine karşı" kendini ifade eden, ve hatta uluslaşmamaları ve devletleşmemeleri için üyesi oldukları Kürt halkına savaş açan bu siyasal akımlar varoldukça, Kürdistan toprakları yasadışı silahların denendiği alanlar ve Kürt bedenleri de bu denemelerin kobayları olmaya devam edecektir. Üstelik bölgesel rejimlerin açık desteğini alan bu kesimler, ulusal çıkarları ve kendi topraklarında hükümran olma stratejisini ön planda tutan Barzani hareketine cepheden saldırmaktan da çekinmemektedir. Yani, kaygılanmamız gereken tek şey, Kürtlere karşı örgütlenmiş ve dünya çapında da etkili olan bir bölgesel ittifakla başa çıkıp çıkmayacağımız değildir; bundan daha da önemi olan, Kürtlere maddi ve manevi, yapısal ve kültürel yıkımdan başka birşey kazandırmayan ve Kürtleri egemenliği altında tutan devletlerin gizli-açık desteklerini alan ideolojik saçmalıklarla baş edebilme yeteneğimizdir. Aslında, ulus karşıtı ve Kürtlerin kendi topraklarında hükmetme anlayışına karşı, bizzat Kürtler içinde örgütlenen bu eğilimin amacı, Halepçe gibi saldırılarla geliştirilen soykırım eyleminin, zihinsel anlamda da tamamlanmasıdır ki, bu da soykırımın son aşamasıdır. Bugün Şengal'deki Kürtlere "Me Kurd navên, em şerê parastina Eraqê dikin =Bize Kürtler gerekmez, biz Irak'ı koruma savaşı veriyoruz" dedirten ideolojik sapkınlık, bu uğursuz devletler arası mekanizmanın Kürtler içindeki uzantısından başka birşey değildir.
Ve şikayet etmek yerine, ulusal çizgide birleşmek, kendi topraklarımızda kendimiz hükmetmek, bunun örgütsel, kurumsal, hukuki, askeri ve siyasi gereklerini yerine getirmek dışında, yeni Halepçeleri yaşamamanın bir yolu yoktur. Elbette bu sıradan bir iş değildir: tarihin kaydettiği en çok zulüm gören halklardan biri olduğumuz gibi, bu konumumuzla başa çıkmanın yolu da tarihin tanık olacağı en direngen çabayı gerektirmektedir. Önümüzdeki dönem, ya bu eşsiz çabanın ve onun zaferinin, ya da onlarca Halebce'den beter bir kıyımın sahnesi olacaktır.
Son güncellenme: 17:18:18