“Başbakan Recep Tayyip Erdoğan mevcut krizi atlatsa da atlatamasa da ‘Türk modeli’ efsanesi ölmüştür.
Tarık Ramadan ismi birçok kimse için bir şey ifade ediyordur herhalde. Cenevre 1962 doğumlu. Müslüman Kardeşler’in kurucusu Hasan el-Benna’nın torunu. Babası Said Ramadan da Müslüman Kardeşler’in önemli şahsiyetlerinden biriydi ve Nasır tarafından sınırdışı edilip sürgüne gönderildi. Tarık Ramadan o nedenle Cenevre’de doğdu.
Günümüzün en önemli ‘İslamolog’larının başında geliyor. Oxford’da ve dünyanın daha birçok üniversitesinde İslami konularda dersler veren bir profesör. İslam hukuku ve İslam ahlakı, İslamofobi, Avrupa’da yaşayan Müslümanlar, Müslüman dünyanın bugünkü durumu gibi konularda çok sayıda eseri var.
Yani, ‘menfaat karşılığı tetikçilik’ yapmayan AKP’li okur-yazarların kulak vermelerinde yarar olduğu ‘kardeş’lerin başında geliyor olmalı. Birkaç gün önce, 29 Aralık’ta Toronto’da verdiği ‘İslam ruhunu canlandırmak’ başlıklı konferans, geçen yılın son günü, 31 Aralık’ta YouTube’a düştü. Tarık Ramadan, o konuşmasında, Tayyip Erdoğan’ı bir zamanlar Hüsnü Mübarek’e önerdiği şeyi yapmaya, yani ‘bir gün çekilmeyi bilmesi gerektiğine’ dair sözlerini hatırlatarak, aynısını yapmaya davet ediyor.
‘Türkiye’nin Müslüman çoğunluklu ülkeler için bir model olamayacağına’ işaret eden Tarık Ramadan, sözü günümüze getirerek “Liderler, iktidarın zaman ile sınırlı olduğunu anlamalı ve bir gün ayrılmalıdırlar. Bırakın, bırakın ve bırakın da başka insanlar gelsin” diye konuşuyor. Bu sözlerinin ‘Yapıcı eleştiri’ olduğunu, bir yıkıcılık amacı bulunmadığını ve ‘sadece Türkiye için en iyisini istediğini’ belirtmeyi ihmal etmeden.
Tarık Ramadan konuşması boyunca, ‘liderler’ ve özellikle ‘İslamcılar’a yönelik eleştirilerde bulunuyor. ‘İslamcılar’ı, ‘daha büyük iktidar peşinde koşmak’ ve ‘uzayan sürelerde iktidarda kalmanın zararları’ konularında uyarıyor.
Eleştirilerinin hedefine, dedesinin kurucusu, babasının önemli bir yöneticisi olduğu Mısır Müslüman Kardeşleri’ni de yerleştiriyor. Müslüman Kardeşler’i ‘iktidar tutkusu’na kapılarak, ‘yanlışlar yapmak’ ile eleştiriyor.
Merak edilmesin, Tarık Ramadan, General Abdülfettah Sisi için de sözünü esirgemiyor; onu ‘zalim ve yalancı’ olarak niteliyor. Yani, konu, ‘ya o, ya o’ şeklinde basite indirgenecek bir konu değil.
Türkiye’de Tayyip Erdoğan iktidarı ve onun AKP’si, ‘Milli Görüş’ geleneğinin canlandığı ve bir ‘Müslüman Kardeşler türevi’ haline geldiği ölçüde kötüledi. Bir yandan ‘iktidar bozar’ denilen ‘virüsü’ kaparak hastalandı. Bir yandan da iktidara daha da sımsıkı sarıldı ve bunu yaptığı ölçüde, -yer yer iktidarını kötüye de kullanarak- paradoksal biçimde ‘Ak Parti’nin’ 2002’deki iktidarından beri uluslararası gündeme giren ‘Türkiye modeli’nin sonunu getirmeye başladı.
Bir İslamcı düşünce adamı olan Ali Bulaç, ‘farklı bir okuma’dan yola çıksa da ister istemez aynı sonuca varıyor. Zaman’da ‘Ne Oldu da Böyle Oldu?’ başlıklı yazısında, Tayyip Erdoğan’ın iktidar dönemini ‘ABD’nin Ortadoğu’da kendisine verdiği rolü’ yerine getirmek ile açıklıyor ve 2011’den bu yana bunu yerine getiremediği için iktidarın, bugünkü ‘sallantılı’ durumuna gerilediğini öne sürüyor:
“… İhale Türkiye’ye verildi ama İran’la rekabet istenmedi. Çünkü Türkiye bölgeye girerken İran’la çatışırsa bundan İran güçlenerek çıkacaktı. İran, İmam Humeyni’den beri ortak düşman Bizans’ı (yani ABD ve İsrail’i) hedef almıştı, bu da onu güçlendiriyordu. Türkiye zamanla İran’ı yanına alacak, Suriye’yi çözüp Batı’ya yaklaştıracak sonra Mısır’la da bölgeyi yeni rayına oturtacaktı.
Başrol Türkiye’ye verildiğinden kapsamlı restorasyonla işe başlandı: a) Küresel sermayenin yönü Türkiye’ye çevrildi, sel gibi para akmaya başladı, b) Türkiye, uluslararası düzeyde inanılmaz diplomatik ve siyasi desteğe sahip kılındı, c) Avrupalılara Türkiye’yi AB üyelik sürecine daha aktif dahil etmeleri için baskı yapıldı, d) İçeride periyodik darbeler yapan cuntaların tasfiye edilmesine yardım edildi, askeri vesayet rejimi ‘durduruldu’, yok edilmedi. e) Yakın bölge ülkeleriyle, özellikle Suud ve Körfez ülkeleriyle ciddi parasal ve siyasi ilişkiler kuruldu, ‘sıfır ihtilaf’ politikasıyla neredeyse ortak bakanlar kurulu oluşturuldu. f) Afrika’ya koridor açıldı.
2011’e gelindiğinde her şey tersine döndü. Türkiye dış politikası, Ortadoğu’daki patlamaları doğru okuyamadı. Dış destekle sağlanan başarı, yanıltıcı bir özgüven ve bağımsızlık duygularını harekete geçirdi. Türkiye ‘Yeni Osmanlıcılık’ projesiyle a) Geçmişte olduğu gibi Arap Ortadoğusu üzerinde hâkimiyet kurma, b) Osmanlı-Safevi mirasına dönüp İran’la rekabet etme, c) Kürtleri bölgede kendi kâhyası gibi kullanma niyetini izhar edince küresel yapımcılar harekete geçti. Onlara göre Türkiye ile anlaşmaları böyle değildi.
Doktrin yanlıştı, İslami değildi, riskliydi.”
Dediğim gibi, sonuç açısından fark etmiyor; AKP iktidarı zayıfladı, Türkiye’nin Ortadoğu ve uluslararası politikadaki rolü neredeyse kalmadı. 30 Aralık (2012) günü World Tribune diye bir sitede ‘The end of Turkey’s celebrated geopolitical model’ başlıklı (‘Türkiye’nin anlı şanlı jeopolitik modeli’ diye çevrilebilir) bir yazı gözüme ilişti. Giriş paragrafı şöyleydi:
“Başbakan Recep Tayyip Erdoğan mevcut krizi atlatsa da atlatamasa da ‘Türk modeli’ efsanesi ölmüştür. Türkiye’nin dışarıdaki, özellikle İslam dünyasındaki, imajının kaybının sonuçları, sinik Türk seçmenlerinin önümüzdeki dönemde dikkate alabilecekleri yolsuzluk skandallarının patlak vermesinden çok daha önemli olabilir.”
Bu satırları, dünkü Washington Post’un başyazısının –muhtemelen dün sabah kahvaltı masasında Barack Obama’nın ilk okuduğu yazıydı- şu satırlarıyla birlikte düşünmeli:
“İktidar mücadelesinin kökleri sonsuz spekülasyonlara konu. Bazıları bunu Gülen’in, Erdoğan’ın İsrail ile kavgası ve Suriyeli isyancılara güçlü desteğine karşı çıkmasına bağlıyor. Fakat Amerika ve diğer Batılı hükümetler için önemli olan –bir zamanlar örnek İslamcı lider olarak görülen ve Başkan Obama tarafından yakın müttefik muamelesi gören- Erdoğan’ın kendisine yönelik siyasi meydan okumaya otokratik taktikler ve anti-Batı hakaretlerle karşılık veriyor olmasıdır. Bu yöntemler başarıya ulaşırsa Türkiye’nin zaten kırılgan olan demokratik kurumları daha da büyük hasar görecekler.”
Ta Gezi’den bu yana ve özellikle 17 Aralık 2012’den sonra tam da bu paragrafta özetlenen ‘tehlike’yi anlatmaya çalıştığımı bu köşenin dikkatli ve dürüst okurları herhalde teslim edeceklerdir.
Tayyip Erdoğan, kendi geldiği ve Türkiye’yi kendi getirdiği noktada, olan-biteni ‘uluslararası komplo’ diye nitelemekte, ülke içinde kendisini önce uyaran, daha sonra da eleştirenleri ‘ajan’ gibi göstermekte ve en önemlisi ‘Türkiye’ sözcüğüyle eşanlamlı biçimde kullandığı ‘kişisel iktidar ihtirası’nda ısrar ettiği takdirde, ülkemiz 2014’ü kaybedecek.
‘Niçin’ diye soracaksanız, yazıyı baştan tekrar okumayı deneyin. Ve de düşünmeyi…