Değinmeler
<!--[if gte mso 9]><xml>\n <o:OfficeDocumentSettings>\n <o:AllowPNG/>\n </o:OfficeDocumentSettings>\n</xml><![endif]-->Bu yazıda aktüel bazı olaylara küçük değinmeler vardır. Bu arada bir roman üzerinde de .
İsmail Beşikci
13.06.2014, Cum | 09:00
Bu yazıda aktüel bazı olaylara küçük değinmeler vardır. Bu arada bir roman üzerinde de bazı düşünceler dile getirilmiştir.
“Rüzgar Ateş Gibi Yakıyordu”
“Rüzgar Ateş Gibi Yakıyordu” Metin Aktaş’ın romanı. Roman, İslam’da, Dört Halife döneminde ve Emevi hükümdarlığı döneminde geçen bazı olayları, ilişkileri dile getiriyor. (Metin Aktaş, Rüzgar Ateş Gibi Yakıyordu, Fam Yayınları, İstanbul, Mart 2014)
Olaylar, bir kölenin, hadımlaştırılmış bir kölenin ağzından anlatılıyor. Olaylar, ilişkiler, köle Arad’ın, hadımlaştırılmış Arad’in başından geçenler olarak dile getiriliyor.
İslamiyetle birlikte, köleliğin kaldırıldığı, halklar arsında, eşitliğin, adaletin sağlandığı vurgulanır. Durum fiili olarak hiç böyle değildir. Dört Halife döneminde bile kölelik devam etmektedir. Emevilerin hükümdarlığı döneminde kölelik iyice kurumlaştırılmıştır. Bazı kölelerin, özellikle köle çocukların hadımlaştırılması da dikkate değer bir süreçtir. Metin Aktaş’ın romanında bu ilişkiler ayrıntılı bir şekilde anlatılmıştır.
Araplar, Arap olmayanların, örneğin, Yahudilerin, Hıristiyanların, Kürdlerin, Türklerin vs. bölgelerinin fethettikleri zaman, savaş esrilerinin köle olarak değerlendiriyorlar. Kadınlar, çocukları, erkekleri köle pazarlarında satıyorlar. Savaş esirlerinin bir kısmını, özellikle çocukları hadımlaştırıyorlar. Romanın esas kahramanı Arad, köylerine yapılan baskın sonucu Arap ordusunun eline geçmiş. 15-16 yaşlarında bir çocuk. Baskınlar sırasında ele geçirilen öbür çocuklarla birlikte hadımlaştırılıyor. O baskınlar sırasında, annesi ve sevgilisi Ara da Arap ordusunun eline geçmiş. Önce Arap komutanların, daha sonra da halifelerin kölesi oluyor. Arap ordularıyla birlikte hareket ederken, her gittiği yerde, annesini ve sevgilisi Ara’yı aramaya, bulmaya çalışıyor.
Bugün, Ortadoğu coğrafyasında yaşanan toplumsal ve siyasal süreçlere kısaca bakmakta yarar vardır. 1980’lerde yaşanan İran-Irak savaşı, her iki devletde de maddi ve manevi kayıplar ortaya koydu. Her iki taraftan bir milyonun üzerinde ölü-yaralı var. İki Müslüman toplum, daha doğrusu, Müslümanların çok çok ağırlıkta olduğu toplumlar Ermenilerin, Süryanilerin, Keldanilerin kendilerini Reya Hak olarak adlandıran Alevilerin, Ezidi Kürdlerin, Yahudilerin vs. varlığını vurgulamak elbette önemli. Her iki devlet de petrol zengini. Paylaşılamayan nedir? Bu iki devlet arasındaki çelişkilerin nedeni ne olabilir? Şii Araplar ile Sünni Araplar arasındaki bu çelişkilerin nedeni ne olabilir? “Rüzgar Ateş Gibi Yakıyordu” romanını okuduğumuz zaman bu çatışmalara açıklık getirmek, çatışmaları anlamak, kolaylaşıyor.
20 Mart 2003 ABD’nin Irak’a müdahalesi. Saddam Hüseyin rejiminin yıkılması, el Muhaberat’ın dağıtılması, Baas Partisi’nin dağıtılması. Ordunun dağıtılması, kitle imha silahlarının imha edilmesi…
Bu operasyonlardan sonra Irak’ta çok farklı bir süreçler gelişti. Bir defa Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin kurulması çok önemli bir gelişmeydi. Öbür süreçleri ise şu şekilde belirtmek mümkündür.
Bağdat veya benzer şehirlerde, örneğin, beline bombalar kuşanmış bir Sünni, bir Şii camiine giriyor ve ibadet eden insanların arasında kendini patlatıyor. 60-70 ölü, yüzlerce yaralı… Birkaç gün veya birkaç zaman sonra da, bu sefer bir Şii, Sünni, camine giriyor ve yine ibadet eden insanların arasında kendinin patlatıyor… Böyle bir şiddet, sadece, Müslüman Arap toplumlarında değil, öbür Müslüman toplumlarda, örneğin, Afganistan’da, Pakistan’da da görülüyor. Şii Araplar ile Sünni Araplar arasındaki bu çelişkilerin nedeni ne olabilir? Rüzgar Ateş Gibi Yakıyordu, romanı okuduğunda, bu tür bir şiddetin tarihsel geçmişi hakkında da, insan bilgi sahibi olabiliyor. Halife çeçimleri sırasında yaşanan entrikalar, Şam-Mekke/Medine/Bağdat/Basra savaşları sırasında da benzer süreçler yaşanmış.
Mart 2011’den beri Suriye’de iç savaş yaşanıyor. 200 binden fazla ölüm var. 250 bin rakamını verenler de var. (10 Haziran 2014 ) Milyonlarca Suriyeli yerin yurdunu terk etmiş. Türkiye, Lübnan, Ürdün, Irak, Güney Kürdistan gibi ülkelerde mülteci yaşıyor. Suriye İsrail ile çatıştığı, veya Arap-İsrail çatışması dönemlerinde bu kadar ölüm olmuyor. Bunlar, neden oluyor, nasıl oluyor sorusuna, Rüzgar Ateş Gibi Yakıyordu romanında açıklayıcı birçok öğe var.
Ortadoğu’da, hiçbir devletde, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü kurumlaşmamış. İsrail’i bu ifadenin dışında tutmak gerekiyor. Otoriter rejimleri bütün Ortadoğu devletlerinde izlemek mümkündür. Bu toplumlarda demokratikleşme gerçekleşemiyor. Arap baharı, Tunus, Mısır gibi bazı alanlarda, diktatörlükleri devirdi ama, oralarda da ifade özgürlüğüne, basın özgürlüğüne dayalı rejimler kurulmadı.
Metin Aktaş’ın romanında sık sık “biat”tan söz ediliyor. Biat ne demek? Kendini Allah’a, kendini, Allah’ın yeryüzündeki vekili sayan Halife’ye teslim etmek… Bu, İslam düşüncesinin, İslam siyasal pratiğinin esası oluyor. Böyle ilişkiler ağında, demokrasinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği ciddi bir sorun olarak ortada duruyor. Muhalefeti olmayan, muhalefet olmaması için özen gösterilen bir rejimde demokrasi yeşerebilir mi?
İslamiyetde çok kadınla evlilik var. Halifeler, Arap komutanlar çok kadınla evlilik yapıyorlar. Köleleriyle evlilik yapanlar da var. Bu, Aleviliğin Müslümanlıkla ilişkili olmadığını gösteriyor. Zira Alevilikte tek eşlilik egemendir. Bu bakımdan, Alevilerin, “Aleviyiz ama Müslümanız, veya, Müslümanız ama Aleviyiz” şeklindeki söylemi hiç yerinde değildir.
Bir halifenin, bir köleden, cariyeden doğan çocuğunun, halife olup olamayacağı yine önemli bir sorundur. Romanda bu konu ile ilgili ilişkiler de konu ediliyor.
Metin Aktaş’ın, “Rüzgar Ateş Gibi Yakıyordu” romanı edebi bir eser. Doğa tasvirleri, örneğin çöllerin tasviri, ormanlık alanları tasviri çok başarılı. Yazarın, insan ilişkilerinin kavrayan, insan ruhunun derinliklerini dile getiren çok önemli bir yönü var.
Milliyetçilik Üzerine
Mücahit Bilici, 30 Nisan 2014 tarihli Taraf Gazetesi’nde, “İlkel Milliyetçiliğin Faydaları” başlıklı bir yazı yayımladı.
Mücahit Bilici, 3 Mayıs 2014 tarihli Taraf’ta ise, “Miliiyetçilik: Gönüllü Körlük” yazısını yayımladı. Mücahit Bilici hoca, bu ikinci yazısında, milliyetçiliği bencillik, hodbinlik, ilkellik, gönüllü körlük gibi kavramlarla açıkladı.
Bu kavramlar, Türk milliyetçiliğini, Arap milliyetçiliğini, Fars milliyetçiliğini açıklayan kavramlardır. Kürdleri, Kürdlerdeki milliyetçi gelişmeleri açıklayan kavramlar olamaz. Şu ilişkilere bakmak önemlidir.
Dünya uluslar ailesi içinde eşit koşullarda yer almak önemli olmalıdır. Büyük Okyanus’da, Avustralya ve Yeni Zelanda açıklarında Tavulu, Vanuatu gibi devletler var. Bu devletlerin nüfusu, onbin, onbeşbin civarındadır. Bu devletler, Birleşmiş Milletler’e de üyedirler. Kürdler, Yakındoğu’da, Ortadoğu’da, en az kırk milyon nüfusa sahip olmalarına rağmen, uluslararası ilişkilerde tanınan, küçük bir statünün sahibi değildir. Kürdlerin Yakındoğu’daki, Ortadoğu’daki nüfusunun 50 milyon olduğunu söylemek de mümkündür. Kanımca Kürdlerin nüfusu 50 milyondan da fazladır. Ama, Kürdlerin, Kürdistan’ın bir statüye sahip olmadığını vurgulamak önemlidir. ABD’nin, Irak’a, 20 Mart 2003 de yaptığı müdahaleden sonra kurulan Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni ayrıca değerlendirmek gerekir.
Kürdlerin, Kürdistan’ın, komşularına göre, neden çok olumsuz koşullarda olduklarının düşünmek, baskı ve zor altında olan Kürd ulusal ve toplumsal değerlerini gün yüzüne çıkarmak, baskıyı, zulmü sürdürenlere karşı mücadele etmek önemlidir. Bunu yapan, yapmaya çalışan kişi Kürd milliyetçisidir.
Kürd milliyetçiliği, ezilme, horlanma, aşağılanma, küçümsenme karşısında yükselmiştir. Kürd milliyetçiliğinin başkaların topraklarını işgal etmek gibi, başkalarını asimile etmek gibi, başka halkları küçümsemek gibi bir içeriği yoktur. Baskıdan, zulümden kurtulmayı hedef alır.
1920’lerde, emperyal politikalarla Kürdlerin, Kürdistan’ın, bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması elbette üzerinde durulması gereken bir süreçtir.
Türk milliyetçiliği elbette bencildir, hodbindir, kördür. Çünkü, “Bir Türk dünyaya bedeldir”,diyor. “Ne mutlu Türkün diyene” diyor. “Türk öğün, çalış güven” diyor. “Yüksel Türk, yüksekliğin senin için hududu yoktur” diyor. Kürdler böyle söylüyor mu? Kürdler, baskı, zulüm altındaki Kürd/Kürdistan değerlerini savunmaktan başka bir şey yapıyor mu? Kaldı ki, Türk tarafının söylemleri söylem olarak da kalmıyor, bu sloganlara inanıp gereğini yapmayanları yola getirecek okul, eğitim kurumları, üniversite, devlet bürokrasi, basın, yargı gibi ideolojik baskı aygıtları, karakol, emniyet, jandarma, ordu, polis, savcılık, mahkeme, cezaevi gibi zorlayıcı baskı aygıtları da var. Kürdlerin nesi var?
Bütün bunlar, tarihte, Arap Irkının üstünlüğünü savunan Arap milliyetçiliği için, Farsların üstünlüğünü savunan Fars milliyetçiliği için de söylenebilir.
“Her türlü milliyetçilik kötüdür”, “Her dile bir devlet gerekmez” gibi sloganlar, devletin sloganlarıdır. Bunlar, Kürdlerin zihnini bulandıran, aklını çelen sloganlardır. Ezeni ve ezileni aynı torbanın içine koymak, devleti arkalayan, Kürdleri gerileten bir tutumdur.
Mücahit Bilici, şüphesiz, Kürdlerin dil/Kültür mücadelesini savunan bir kişidir. Buna , “milliyetçilik” demiyor, “hakseverlik” diyor. Milliyetçilik daha genel-geçer bir kavramdır. Ama, Kürdlerdeki milliyetçi gelişmeyi, Türk siyasal sisteminin, resmi ideolojinin kavramlarıyla düşünmemek gerekir. Kürdlerin mağduriyeti, hiçliği üzerinden düşünmek daha doğrudur. Örneğin, Kürdçe konuşamayan, hep Türkçe konuşan bir Kürd’ün “Ben Kürd milliyetçisi değilim” diye boy göstermesi bir hüzündür.
Türkiye Cumhuriyeti 1923’de, Kürdlerin yokluğu üzerine kurulmuştur. Sadece Kürdlerin değil, Ermenilerin, Rumların, Pontus’un, Süryanilerin, Ezidi Kürdlerin, Alevilerin vs. yokluğu üzerine kurulmuştur. Hıristiyan halkların yokluğu sürgünlerle, soykırımlarla sağlanmıştır. Kürdlerin yokluğu Türklüğe asimile edilerek, Alevilerin yokluğu, Müslümanlığa asimile edilerek sağlanacaktır. Bu politikalara, uygulamalara karşı çıkmak, baskı altında tutulan Kürdistani değerleri savunmak, milliyetçi bir düşünce ve eylemi gerektirir. Bunu Mücahit hoca da söylüyor.
Bencil, hodbin, körlük gibi kavramlarla Kürdleri eleştirmek, ancak, şu koşullarda geçerli olabilir. Bağımsız bir Kürd devleti olur. Bağımsız Kürd devleti, örneğin, bu sınırlar içinde yaşayan Süryanilere, Ermenilere baskı yapar, onları Kürdleştirmeye çabalarsa, Alevileri, Ezidi Kürdleri Müslümanlaştırmaya çabalarsa… işte o zaman.
“Ermeni Soykırımı, Dersim Soykırımı”
Taner Akçam, 6 Mayıs 2014 tarihli Taraf Gazetesi’nde, “4 Mayıs dersim Tertelesi” başlıklı bir yazı yayımladı. Bu yazıda Taner Akçam hoca, “ Ermeni soykırımı, Dersim soykırımı” ifadelerini birlikte kullanıyor.
Kanımca, “Dersim soykırımı”, “Zilan soykırımı”, “Guew soykırımı” gibi tanımlamalar sağlıklı değildir. “Dersim soykırımı” ifadesi, Dersimde soykırıma uğrayanların kimliğini gizleyen bir söylemdir. Dersim’de Kürd soykırımı, Zilan’da Kürd soykırımı, Guew’de Kürd soykırımı denebilir ama, “Dersim soykırımı”, “Zilan soykırımı”, “Guew soykırımı” gibi tanımlamalar belirsizdir.
Dersim’ de soykırım yapılanlar Kürdlerdir. Fakat Taner Akçam yazısında Kürd sözcüğünü hiç kullanmıyor. “Dersim soykırımı” diyor. Taner Hoca, Kürd sözcüğünü, sadece, “Türkler ve Kürdler daha önceden modernleşen Ermenilere karşı soykırım yaptılar” ifadesinde kullanıyor.
Dersim soykırımında yok edilenler kimlerdir, yok edilenlerin etnik kimliği nedir? Bu sorunun karşılığı verilmiyor.
Bugün Dersim’de bazı kişiler, “Biz Kürd değiliz, Horasan’dan geldik” diyorlar. Bazı kişiler, “Biz Kürd değiliz, Aleviyiz” diyorlar. “Bir Kürd değiliz, Zazayız” diyenler de var. Bu ifadeleri nasıl yorumlamak gerekir. Bunların devletçi görüşler olduğu, resmi ideolojiyi benimseyen görüşler olduğu açıktır.
Bazı Dersimlilerin, geçmişleriyle, atalarıyla bazı sıkıntıları var. “Horasan’dan geldik” ifadesi, “Kürd değil, Türküz” anlamında kullanılıyor.
Kürd örgütleri 1960’lı, 1970’li yıllarda hep Kürdistan’ı kurtarmak, iddiasıyla yola çıkarlardı. Bazı Dersimlilerin yukarıdaki söylemlerini ise, “Kürdistan’dan kurtulmak” olarak anlamak mümkündür. “Dersim soykırımı” ifadesi böyle bir anlayışa destek veriyor.
“Ermeni soykırımı”, “Dersim soykırımı” birbirine uygun kavaram çiftleri değil. Örneğin “Ermeni soykırımı, Kürd soykırımı” denebilir. Veya, “Ermeni soykırımı, Pontus soykırımı, Süryani soykırımı” denebilir. Ama, “Ermeni soykırımı, Çeçenistan soykırımı” demek iyi düzenlenmiş bir kavram çifti değildir.
Dersim’de soykırım elbette Kürdlere yapılıyor. Tek parti döneminde bazı yüksek bürokratlar ve kurumlar tarafından hazırlanan gizli raporlar, bunu açıkça gösteriyor.
Dersim’de Kürdlere karşı çok yoğun, kapsamlı bir soykırım yapıldığı besbellidir. Buna rağmen bazı Dersimlilerin Kürdlükten kopup devletçi bir çizgiye gelmeleri, resmi ideolojinin görüşlerinin benimser bir hale gelmeleri başlı başına bir sorundur.
1915 Soykırımı, Kürd-Ermeni/Süryani İlişkileri
Recep Maraşlı, Nuran Maraşlı, 10 Mayıs 2014 günü, Berlin’de, “1915 soykırımı, Kürd, Ermeni, Asuri/Süryani ilişkileri, Toplumsal Sorumluluk ve Roller” başlıklı bir sempozyum düzenledi. Sempozyuma sunulan bildiriler, www.gelawej.net de var. Bu sempozyuma sunulan bazı bildirilerden söz etmek istiyorum.
Abut Can’ın, “Bir yok edilişin öyküsü, Tarihte ve Seyfo’dan günümüze Süryaniler” başlıklı bir bildirisi var. Bu bildiride, Kürdlerin, Süryani soykırımındaki rolünden söz ediliyor. Bunun, sadece “tetikçilik” olarak ele alınamayacağını, “işbirlikçilik” kavramının daha yerinde bir kavram olduğunu vurguluyor.
Erdem Özgül’ün bildirisi, “Dersim özelinde soykırımın siyasal ve kültürel işlevi başlığını taşıyor. Hovsep Hayreni, “1915’le yüzleşmede, Kürdleri geri tutan çekinceler ve özgürlük davasına olumsuz etkileri” konulu bir bildiri sunmuş.
Fehmi Berkarno’nun, sempozyuma gönderdiği mesaj da dikkate değer. “Soykırımla yüzleşme, Türk Devleti’nin sorumluluğu olduğu kadar, Kürt hareketinin de önde gelen sorumluluklarından biridir.”
Khatching Mouradian sempozyuma, tele konferans yoluyla katılıyor. “Talat adında bir Ermeni, adaletin yolu Diyarbakır’dan geçer.
* * *
12-15 Mayıs 2014 tarihleri arasında, Artuklu Üniversitesi’nin daveti üzerine, İBV olarak Mardin’e gittik. Mardin’de, Mor Gabriel Manastırı’nı ve Deyrulzafaran’ı da ziyaret ettik. Mor Gabriel’de, Metropolit Samuel Aktaş’la, Duyrulzafaran’da, Metropolit Saliba Özmen’le görüştük. Metropolit Samuel Aktaş’ın söyledikleri çok hüzün vericiydi. Kütüphaneden, kitaplardan söz edilirken, çeşitli dönemlerde manastırın saldırıya uğradığı, eşyalarının, kitapların, el yazması eserlerin yağmalandığı vurgulandı. Mor Gabriel Manastırı, 1915-1919 arasında, dört yıl, Kürd aşiretlerinin denetiminde kalmış. Manastırın esas sahipleri sürülmüş, kovulmuş, öldürülmüş, manastıra dört yıl süreyle bölgede etkili bazı Kürd aşiretleri yerleşmiş. Aşiretler 1919 da devlet zoruyla çıkarılmış, manastır Süryani yetkililere teslim edilmiş. Yakup Bilge tarafından yazılan, “1600 yıllık Gelenek Mor Gabriel Manastırı, GDK, İstanbul, Haziran 2011” kitabında da bu konuda yeterli bilgiler var. (s. 41)
Mardin’e İBV olarak gitmiştik. Vakıf başkanı İbrahim Gürbüz, Vakıf Yönetim Kurulu üyeleri İsak Tepe ve Ahmet Önal, vakıf çalışanı Necip Yeşil… hep beraber gitmiştik. Sohbet sırasında, İsak Tepe, Osmanlı’nın ve Türkiye Cumhuriyeti’nin haksızlıklarına karşı, Kürdlerin, Süryanilerin birlikte mücadele ettiklerini, bundan sonra da böyle olması gerektiğini söyledi. Metropolit Samuel Aktaş, “bizi bitirdiler siz kaldınz…” dedi.
Samuel Aktaş’ın, sesindeki hüzün, ses tonu, vücut hareketleri, yüz ifadeleri… Süryani soykırımının derinliğini, yaygınlığını açıkça ortaya koyuyordu. Ses tonu, vücut hareketleri, yüz ifadeleri, el-kol hareketleri, sözlerden daha açıklayıcıydı, daha dokunaklıydı.
İsmail Beşikçi
11 Haziran 2014 Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.
17589 kişi tarafından görüldü.
Son Güncellenme:12:52:56