Rızaya Sıkışan Siyaset: Kürd Öznesinin Meşruiyet Arayışı

“Kürdistan” ifadesinin bilinçli olarak dışlanması, söylemi eksik bırakır; Kürt varlığını coğrafyasız ve bağlamsız bir kimlik haline getirir. Bu durum, zihinsel bulanıklık yaratarak işgali örter.Böylece, Kürdistan sorunu, yer değiştirir ve “Kürtler sorunu” haline getirilir.

13 Ekim 2025 - 16:02
13 Ekim 2025 - 16:02
 0
Rızaya Sıkışan Siyaset: Kürd Öznesinin Meşruiyet Arayışı

Ahmet Türk’ün söylemi, yüzeyde bir normalleşme çağrısı gibi görünse de derinde devlet merkezli bir rıza arayışını yansıtır. Kürt siyasetinin kendi varoluşunu bile devletin onayına bağlayan söylemsel sınırın göstergesidir. Ancak söylemin iç yapısına bakıldığında, devlet merkezli bir meşruiyet talebine yaslandığı görülür. “Kıyamet mi kopar?” sorusu, ricadan çok bir izin isteme tonunu taşır. Bu, öznenin (Kürt siyasetinin) kendi varoluş hakkını dahi “devletin rızasına” sunma hâlidir. Bu yaklaşım, özneyi zayıf bir konuma iter: devletle eşit ilişki kurmak yerine, “kabul edilme” ekseninde varlık arayan bir pozisyona dönüşür. Böylelikle devlet, sadece siyasal alanın değil, hakikat söyleminin de yargıcı konumuna yerleşir. Özne – yani Kürt politik aktörü – sürekli “müsaade bekleyen” bir figür hâline gelir.

Kimliksel Sınırlar ve Kolektif Reaktiflik

Bu tür ifadeler, Kürt kimliğinin sınırlarını genişletmek yerine daraltır. “Kürtler” denilir ama hangi Kürtler? Nerede, nasıl, hangi politik zeminde?.

“Kürdistan” ifadesinin bilinçli olarak dışlanması, söylemi eksik bırakır; Kürt varlığını coğrafyasız ve bağlamsız bir kimlik haline getirir. Bu durum, zihinsel bulanıklık yaratarak işgali örter.Böylece, Kürdistan sorunu, yer değiştirir  ve “Kürtler sorunu” haline getirilir. Devlet ve aygıtları bu boşluğu kendi hegemonik dilinde doldurur; “makbul Kürt” tanımı üretilir. Bu tanım, devlete sadakat gösteren, sisteme entegre olmuş ve “sorunsuz” bir Kürt figürünü yüceltir. Kürt kimliği, heterojenliğini yitirir; homojenleştirilmiş, denetimli bir kimlik biçimine indirgenir.

Devlet açısından bu söylemler kontrollü bir risktir — çünkü hem eleştiriye izin verir gibi görünür hem de rızayı yeniden üretir. Zor aygıtları (ordu, medya, eğitim sistemi, sinema, kültürel sansür) aracılığıyla bu söylemler denetim altına alınır. Sonuçta, rıza ile zorun iç içe geçtiği bir hegemonik alan inşa edilir.

Bilinçsizlik Değil, Strateji

Bu yapıların böylesi söylemleri “bilinçsizce” ürettiğini iddia etmek gerçekçi değildir. Aksine, bu tür ifadeler hegemonik stratejinin yeniden üretimidir. “Kurtuluş mücadelesi” olarak sunulan bu dil, çoğu zaman işgalci paradigmanın içselleştirilmiş biçimidir. Kürt siyasetçisi, hem devletin hedefi hem de devletin meşruiyet alanı içinde hareket eden bir nesneye dönüştürülür.

Ne söylerse söylesin, “Kürt siyaseti” etiketi altında sabit kategorilere hapsedilir:

“PKK yanlısı mı?”, “devlet karşıtı mı?”, “demokrat mı?” gibi tasnifler öznenin öznelliğini kırar ve onu devlete bağımlı bir figür haline getirir.

Foucault ve Gramsci Çerçevesinde: Gözetim, Rıza, Hegemonya

Bu süreci Michel Foucault’nun “biyopolitika” kavramsallaştırmasıyla okumak mümkündür. Foucault’ya göre modern iktidar, bedenleri doğrudan bastırmaz; onları üretir, gözetler, kategorize eder. Kürt siyasetçisi de tam bu çerçevede, “makbul” veya “şüpheli” kimlik kodlarıyla disipline edilir.

Antonio Gramsci ise egemenliğin yalnızca zorla değil, rıza üretimi yoluyla sürdürüldüğünü belirtir. Egemen sınıf, eğitim, medya ve kültürel üretim araçlarıyla “doğal” ve “akla yatkın” bir dünya görüşü inşa eder. Kürt siyasetinin “demokratikleşme”, “kardeşlik”, “barış” gibi kavramlara sıkışması, bu hegemonik dilin bir sonucudur.

Ahmet Türk’ün söylemi bu bağlamda, self-kolonyalizmin (kendi sömürgeleşmişliğini yeniden üretme hâlinin) tipik bir örneğine dönüşür. Hegemonik dilin kavramları – “demokrasi”, “Türkiyeleşme”, “halkların kardeşliği”, “ümmetçilik” – Kürt siyasetinin diline sızar. Böylece direniş dili, istemeden hegemonik kodların yeniden üreticisi olur.

Kürdistan Siyasetinin Figürleştirilmesi: “Apo–Ahmet Türk–Dem” Üçgeni

Kürt siyaseti, medya ve devlet söylemleri aracılığıyla sürekli figürleştirilir. “Apoculuk”, “Ahmet Türk çizgisi”, “Dem siyaseti” gibi kavramlar, siyaseti bireylere indirger. Bu figürleştirme, özneyi kolektif politik taleplerden uzaklaştırır ve kişisel sembollerle sınırlar.

Böylece, Kürt siyaseti esasen kişi ve parti ve örgüt üzerinden okunur; alternatif Kürt perspektifleri marjinalleştirilir. İşgalci, ve bu yapıların ortak çalışması, Kürt siyasetini sürekli bir “meşruiyet arayışı”na mahkûm eder.

“Hemen zorla bastıramadığını rızayla kuşat.”

Kürt siyaseti bu nedenle iki paralel hatta tutulur:

1. Meşru alan: Seçimler, parlamento, sivil toplum.

2. Şüpheli alan: “Terörle bağlantı”, “örgüt sempatizanlığı”, “dış bağlantılar”. Bu ikili alan, özneyi sürekli sınanır hâle getirir; her söylem, her jest bir “sadakat testi”ne dönüşür.

Kürt Hakikatinin Dışlanması

Kürt ulusunun varoluş önerileri — “Kürdistan gerçeği”, “yerinden yönetim”, “kendi kaderini tayin hakkı” — hegemonik “hakikat rejimi”nin dışında bırakılır. Bu talepler ya “bölücülük” olarak ya da “terörist söylem” olarak damgalanır.

Son yıllarda, sadece “Apo–Dem” hattı değil, bu çizgiye muhalif Kürtlerin bile statü talebi “hayalcilik” olarak görülmeye başlanmıştır. Bu, yalnızca bir siyasal körleşme değil, ulusun hakikatinin silinmesi anlamına gelir.

Ahmet Türk’ün ifadesi bu çatışmanın tam ortasındadır: Suriye’deki güç dengelerine itiraz eder ama bu itiraz, devletin “makul sınırları” dışına çıkmaz. Bu nedenle söylem, “demokratik” görünür ama gerçekte hegemonik hakikat sınırları içinde işlevsel hale gelir.

Asıl demokrasi talebi — yani ulus-devletin kendisini sorgulayan, Kürtlerin öz iradesini tanıyan talep — bu şekilde gölgede kalır.

Sonuç: Ricacı Siyaset Değil, Hak Temelli Söylem

Kürt siyaseti, sadece iktidar–rıza dengesi arasında sıkışmış bir alan olmaktan çıkarılmalıdır. “Ahmet Türk söylemleri” gibi figürler eleştirilmelidir.

“Ricacı söylem” yerine, devletle asimetrik ilişkiyi gözeten, meşruiyetini Kürdistan’dan ve Kürt ulusunun kolektif haklarından alan bir siyasal dil inşa edilmelidir. “demokrasi, kardeşlik ümmetcilik” tarzı dilekler yerine, “eşit statü”, “siyasal meşruiyet”, “ulusal irade” gibi daha iddialı kavramsal hatlar öne çıkarılmalıdır. Hegemonyanın rıza–zor birlikteliğini çözmek için, söylem düzeyinde cesur hamlelere ihtiyaç vardır. Devletin “makbul söylem setleri”ni aşan, estetik-politik üretimler, kültürel öznelliği yeniden kurabilir. Ancak bu şekilde hegemonik “hakikat rejimi”nin dışında, yeni bir Kürt hakikat alanı yaratılabilir.

Çemo Varto

Bu haber toplam 1158 kişi tarafından görüldü.
Son güncellenme: 18:02:54