DÜŞÜNCELER SORGULANMALI
ANCAK EMNİYET ve MAHKEMELERDE DEĞİL!
Ahmet ÖNAL
“Bağımsız Kurdistan’ı savunduğu, Kürt bayrağı ve haritasını sayfasında paylaştığı, hendekler olayında yaşananın total soykırımın parçası olduğu, Kürt milleti, Kürdistan vs. diyerek, PKK-KCK’nin kavramlarını kullanarak, terör örgütü propağandası yaptığı ve eylemine uyan 3713/7-2 maddesinden yargılanması iddiası ve cezalandırılmam talebiyle!” hakkımda yürütülen soruşturma neticesinde, İstanbul 27. Ağır Ceza Mahkemesinde Hakkımda açılan ve Dosya No: 2018/ 193 olan, hakkımda hazırlanan iddianame ve mütalaaya karşı sunduğum ESAS SAVUNMAMDIR!
Sayın Mahkeme Heyeti!
Ben düşüncelerin emniyet, karakol ya da mahkemelerde, cezayı tehditler altında, mübalağalı yorumlar ile ele alınıp, “suçlu–suçsuz düşünceler” babında ele alınmasını yanlış görüyorum.
Düşünceler, üniversitelerde, akademik ortamlarda, konferans, panel ya da özgürce basın yayın ortamlarında, düşün platformlarında tartışılması, kritik edilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Düşüncelerin yargı konusu edilmesi, konuların suçlama–savunma babına sokularak sorgulanması, fikirlerin olgunlaştırılmasını, yanlış ve doğruların kritik edilerek açığa çıkarılmasını, şiddetten alıkonulmasını, arındırılmasını ve sağlıklı anlaşılmasını zorlaştıran ve düşünsel gelişmenin gelişmesine hizmet etmeyeceği düşüncesindeyim.
Şimdi iddia makamının iddialarının ne kadar mesnetsiz olduğunu ortaya koymak için, savunma ve suçlama modu dışına çıkarak, düşüncelerimi sunmak istiyorum:
Gerek iddianame, gerekse onun tekrarı olan mütalaa, tam bir garabet senaryosudur. Hiçbir gerçeklikle alakası yoktur. Çünkü; benim, sosyal medya Facebook üzerindeki paylaşımlarım; geçmişten beri devletin asimilasyon politikasını, Kürt halkına uygulanan şiddet politikasının yanı sıra, PKK-KCK’nin de anti demokratik uygulamalarını, siyaset ve mücadele tarzını da eleştirmektedir. Durum böyle iken, benim, eleştirdiğim, kabul etmediğim düşünceleri, mübalağalı yorumlayarak suçlanmam ve cezalandırılmak istenmem bir garabet gibi geliyor bana…
Şimdi suçlanmama vesile olan kavram ve işaretlerin, devlet ve PKK-KCK ile ne kadar alakasız kavramlar olduğuna geçmeden evvel, kısa bir açıklama yaparak ve bu kavramlar karşısında nasıl davranıldığını açmakta zaruret duyuyorum.
PKK-KCK, kuruluşundan beri hiçbir yerde Kürt bayrağını simge olarak kullanmamıştır, kullanılmasına tahammül etmemiştir, etkili olduğu alanlarda da göstertmemiş ve adeta yasaklamıştır. Bugüne kadar sayısızca operasyonlar olmuş, ancak bu operasyonlarda PKK-KCK’ ya ait Kürt bayrağı ve Kürt coğrafyasına ilişkin bir emare bulundurduklarına dair bir işaret olmamıştır, bulunmamıştır.
Kaldı ki, Kürt kavramı, bayrağı ve coğrafyası; PKK-KCK ile başlanmadığı gibi, Kürt tarihini kendisi ile başlatan bu örgüt, devlet ile birlikte Kürt sorununu maniple etmeye, terör sorununa indirgemeye, amaçsız kılmaya, içini boşaltmaya çalışmıştır. “Hendekler” politikası ile tarafların Kürt milletine dayattığı durum tam da bu minvalde olduğunu ortaya koymuştur..
Hendek olayları başladığından beri, en sert şekilde eleştirerek, bu durumun başta Kürtlere ve Kürtlerin özgürleşme mücadelelerine büyük zararlar vereceğini belirterek, eleştirdim.. İki taraf; PKK-KCK ve devlet, bu hendekler üzerinden adeta halkın varlığını savaşa yatırdılar. Böylesi bir ortamda, iki tarafı eleştirmemek ve tutum almamayı aydın kişiliğimle bağdaştıramazdım!
Bu düşüncelerimin, eleştirilerimin, bugün “PKK-KCK propagandası yapmak” şeklinde karşıma çıkarılması ya da konulması, bana bir trajedi gibi gelmektedir. Anlaşılıyor ki, suçlamak ve iddia ederken olgulara dayanmadan hareket etmek gayet basit olmuştur.. Bu durumun, hukuki normlarında yerinin olmaması gerekirdi diye düşünüyorum.
KÜRT KAVRAMI?
Kürtler konusunda hayli teori oluşturulmuş, değişik tezler ve anti-tezler ileri sürülmüştür. Kürtlerin varlığı yokluğu tartışmaları çok gerilerde kaldı. Kürtlerin tarihsel süreçte isimleri neydi, nasıl anıldılar? Komşuları veya onlarla ilişki kuran halklar kendi dil kural ve fonetiklerine göre Kürtleri nasıl isimlendirdiler? Yapılan isimlendirmelerin farklı, ama birbirlerine çok yakın olduğunu görürüz:
Kürt bilim adamı, Michigan Üniversitesinde akademisyen Dr. Asad Khailany (Esad Xeylanî)’ nin yaptığı araştırmada, Kürtleri, geçmiş tarihi uygarlıkları isimlerini şöyle saptamıştır:
Sümerler; Karda, Kurti ve Guti demiş.
Babiller; Garda ve Karda demiş.
Asuriler; Qurti ve Guti demiş.
Grekler; Kardukh ve Gordukh demiş.
Ermeniler; Kortukh ve Gortai demiş.
Persler; Gurd veya Kurd demiş
Süryaniler; Kurdaye demiş.
İbraniler ve Keldaniler; Kurdaye demiş.
Aramaik ve Nesturiler; Kadu demiş.
Erken İslâm döneminde Arap yazarları; Kurd (Çoğul Ekrad) demiş.
Avrupalılar ise M.S. 7. yüzyıldan itibaren; Kurd demişlerdir.
İngiliz Orientalist Godfrey Rolles Driver, 1923 yılında yazmış olduğu makalede, o güne kadar çözümlenmiş olan yazıtlardan hareketle, farklı dillerle ifade edilmiş olan “Kurti, Karda, Karduk, Gord, Kord, Cardakes, Cyrtii vb” biçimlerinin ‘krd/krt’ kökünden türediğini ve Kürtleri kastettiğini söylemiştir. (The Name Kurd and Its Philological Connexion (Journal of the Royal Asiatic Society of Great Britain and Ireland, No:3, 1923, ss:393-403)
Eski döneme ait değişik tarihçiler ise eserlerinde Kürtleri şöyle adlandırmışlardır:
Tarihin babası kabul edilen Heredot; Pacty;
Ksenefon; Karduk;
Diadorus; Cordueni veya Codyene;
Strabon; Cyrti veya Gordio;
Cassius; Gordyene veya Karduene;
Eutropius, Kardueni veya Cardueni olarak yazılarında isimlendirmişlerdir.
En san, 28/10/2013 tarihinde Türk Tarih Kurumu başkanı Başkanı Prof. Metin Hülagü; eski Türk tarih tezlerini bir tarafa iterek;, “Biz geldiğimizde Kürtler vardı” diyerek, eski anlayışlarının yanlışlığını teyit etti.
KÜRDİSTAN KAVRAMI
Kürt ismi eskiye dayandırılır. Bilim çevreleri KUR isminden kaynaklı bu ismin kökenini Sümerlere dayandırırlar. Sümerler Kürtleri “Kurti” olarak adlandırmıştır. Kur=Dağ, Ti= aidiyet anlamındadır. Sümerce bu kelimeler (KUR-Tİ) “Dağ Halkı” anlamına gelmektedir. Kürtlerin yaşamış olduğu coğrafyanın yapısı, eski coğrafyaya göre halklara isim verilmesi geleneği üzerinden Kürtlerle ülkeleri arasındaki bağı da kurdurtmuştur.
- 2500 yıl önce Grek kaynaklarında Kürtlerin yurdunun adı ''Kardukya'', daha sonraları ''Kurdienne'' (Kürt Memleketi) diye geçmiştir.
- Kaşgarlı Mahmut tarafından 1072-1074 yıllarında yazılan ve içinde kendi çizimleri olan haritalar bulunan Divân-u Lügati't-Türk’teki bir haritada Kürdistan, Erdu'l-Ekrad (Kürdlerin Toprağı, yurdu) olarak belirlenmiş ve böyle isimlendirilmiştir.
- Kürdistan, Ermenice; Korchayk, Latince; Gordyene, Yunanca; Kordyene, Batı dillerinde telaffuz farkıyla Kurdistan olarak adlandırılır.
- Ermeni tarihçi Urfalı Mateos’un 1032 tarihli Rumca bir yazışmada, Mervani egemenliğindeki ülkenin adının Krtasdan (Kurdistan) olarak belirlendiğini söyler.
- Bugünkü haliyle Kürdistan ismi ilk kez, Selçuklu Sultanı Sancar Bey’in (Ö. 1157) merkezi bugünkü İran’ın Hemedan kentine yakın Bahar kenti olan ‘Kürdistan Eyaleti’ için kullanılmıştı.
- 1514 Çaldıran Savaşı’ndan sonra Kürtler, Osmanlı yönetimi içinde otonom statü kazandı. İran’dan Irak’a, Suriye’den Anatolia’ya uzanan geniş Kürdistan coğrafyasının önemli bir bölümüne 28 Kürt beyine (Umera-i Ekrad) verilen ve otonomi anlamına gelecek değişik imtiyazlar karşılığında, Osmanlı Devleti’ne bağlı kaldılar. Kürt otonom yönetimlerinin elindeki bu geniş coğrafyanın adı resmi belgelerde ‘Kürdistan” olarak geçmektedir.
- Fransa ile Almanya arasında 1536 yılında çıkan savaşta, Fransa Kralı I. François’in esir düşmesi üzerine Kanuni Süleyman’ın Germen Kralına yazdığı mektupta, hükmettiği ülkeleri sayarken, “Ben ki (…) Kürdistan’ın…padişahıyım” ifadesini kullanmıştır.
- Osmanlı Sultanı I. Ahmed, 1604 tarihli fermanında ‘Umum Kürdistan’ terimini kullanmıştır.
- 17. Yüzyılda Evliya Çelebi seyahatnamesinde Kürdistan’ı “Büyük ülkedir. Bir ucu Erzurum, Van diyarlarından Hakkâri, Cizre, İmadiye, Musul, Şehrizor, Harir, Erdelan, Derne, Derteng’i de içine alarak Basra Körfezi’ne kadar yetmiş konak mesafe sayılır. Arap Irak’ı ile Osmanlı arasında bu yüksek dağlar içinde altı bin adet Kürt aşiret ve kabilesi güçlü bir sed olmasaydı, Acem kavmi için Anadolu’yu istila etmek çok kolay olurdu. (…)” demektedir. Bu gözleme ve tahmine dayalı bir belirlemedir.
- Padişah Abdulmecid döneminde yayımlanan fermanda, “Kürdistan eyaletinin teşkili hakkındaki Sedaret makamının 20 Cemaziyelevvel 1263 (1846) tarihinde idaresi istisâl edilmiştir” denerek, ‘Kürdistan Eyaleti kurulur. 14 Aralık 1847 tarihli Takvim-i Vekayi’de (O dönemin Resmi Gazetesi) yayınlanan fermana göre Kürdistan Eyaleti, Diyarbakır Eyaleti, Van, Muş ve Hakkari sancakları ile Cizre, Botan ve Mardin kazalarını kapsıyordu. Başkenti Ahlat, ilk valisi de Musul Valisi Esad Paşa oldu.
- İlk Türkçe Ansiklopedi kitabını hazırlayan Şemseddin Sami’nin 1889’da yayımlanan eseri “Kamusu’l-Alam”da, ‘Anadolu’ maddesinde, bölgenin Güneydoğu sınırını Kürdistan olarak belirtmiştir. Şimdiki Türk Dil Kurumu Yayınları, bu kitaptaki “Kurdistan” terimini kaldırmıştır. Bu da ayrı bir etiksiz durumdur.
- 1890’da bastırılarak, devletin askeri ve sivil okullarında okutulan Coğrafya-i Umumi’de (Yazarı Yenişehirli Ahmed Cemal), Osmanlı ülkesini önce ‘Avrupa-i Osmani’ ve ‘Asya-i Osmani’ diye ikiye; Asya-i Osmani kısmını da altı bölgeye ayIrıyordu: 1) Anatolia, 2) Adalar, 3) Kürdistan, 4) Irak, 5) Suriye ve Filistin, 6) Hicaz ve Yemen.
- İttihatçıların Dahiliye Nazırı Mehmed Ali Bey’in Hariciye Nazırı Ferid Paşa’ya gönderdiği 13-14 Nisan 1335/1919 tarihli tezkerede, Kürdistan ve Kürt kelimeleri fazlasıyla yer alıyordu.
- Mustafa Kemal’in, Kürt aşiret reislerine çektiği telgraflarda, Sovyet Rusya Dışişleri Komiseri Çiçerin’e yazdığı mektupta, bazı Meclis konuşmalarında ‘Kürdistan’ dediği, Birinci Meclis’in Doğu’dan gelen üyelerine ‘Kürdistan mebusu’ dendiği bilinmektedir.
Mustafa Kemal de Sıklıkla Kurdistan Terimini Kullandı:
Kürtlerin varlığı, yokluğu konusundaki tartışmalar bitti. Artık Kürtler var. Ancak şimdi de sorun Kürtlerin vatan olarak kabul ettikleri coğrafyanın adı üzerindeki inkâr devam ediyor ve bu davada da görüldüğü üzere dava ve yargılama vesilesi olabiliyor. Aslında Kürtlerin nüfus yoğunluğu olan coğrafyanın adı Kürdistan’dır. Yaklaşık bir asırdır, Türkiye’de sorun olan her şeyin çözümünü ve fetvasını Atatürk’e bağlama alışkanlığı var. Kürdistan ismi ile ilgili olarak Atatürk’ü referans göstermek mümkündür. Çok sayıda belge var, ancak şimdilik sadece üç belge ile yetinelim.:
-I-
"El-Cezire Cephesi Komutanı Mirliva Nihat Paşa Hazretlerine,
(Zata mahsus)
Aşamalı olarak, bütün ülkede ve geniş ölçekte doğrudan doğruya halk gruplarının ilgili ve etkili olduğu bir biçimde, yerel yönetimlerin oluşturulması, iç politikamızın gereğidir. Kürtlerle dolu bölgede ise hem iç politikamız ve hem de dış politikamız açısından ölçülü yerel bir yönetim kurulmasını savunmaktayız. Ulusların kendilerini yönetmeleri yetkisi bütün dünyada benimsenmiş bir ilkedir. Biz de bu ilkeyi benimsiyoruz. Kürtlerin bu döneme kadar yerel yönetime ilişkin örgütlerini kurmuş ve başkanları ile yetkilerini bu amaç için bizce kazanılmış olması ve oyladıklarında kendi kaderlerine gerçekten sahip oldukları Büyük Millet Meclisi buyruğunda yaşam istekleri yayınlanmalıdır. Kürdistan’daki bütün çalışmaların bu amaca dayalı politikaya yöneltilmesi, El-Cezire Cephesi Komutanlığı’nın görevidir. Kürdistan’da Kürtlerin Fransızlar ve özellikle Irak sınırında İngilizlere karşı düşmanlığını silahlı çarpışmayla durdurulamaz bir düzeye vardırmak ve yabancılarla Kürtlerin birleşmesini engellemek, aşamalı olarak yerel yönetimler kurulmasının zeminini hazırlamak ve bu yolla yürekten bize bağlılıklarını sağlamak, Kürt yöneticilerinin sivil ve askerlik görevleriyle görevlendirilerek bize bağlılıklarını pekiştirmek gibi genel yollar benimsenmiştir. Kürdistan’ın iç politikası, El-Cezire Cephesi Komutanlığı’nca belirlenecek ve yönetilecektir. Cephe Komutanlığı bu konuda Büyük Millet Meclisi Başkanlığıyla yazışmalar yapar. İller tarafından izlenecek yolu düzenleyip uyumu sağlayacağı için, sivil yöneticilerin de bu konuda bağlı oldukları yer, Cephe Komutanlığı’dır. El-Cezire Cephe Komutanlığı yönetim, adalet ve maliye (parasal) konularda değişiklik ve düzenlemeye gerek gördükçe, bunun uygulanmasını hükümete önerir. Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal
.”(TBMM. Gizli Celse Zabıtları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1985, Cilt: 3, Sayfa: 550)-II-
“Kürtlere ve Kürdistan üzerinde etkili, savaş sırasında yakınlık ve sevgilerini çok iyi kazandığım Kürt ileri gelenlerinden bazılarına doğrudan, bazılarına Kolordu aracılığıyla telgraflar çekerek, devletin gerçek durumunu ve kendilerince alınması gereken önlemler için gereği kadar bilgi vererek, etkili öğütlerde bulundum.” (Harp Tarihi Vesikaları Dergisi, Sayı: 4)
-III-
Mustafa Kemal’in, Adana’dan, 24 Mart 1919 günü, kendisi ve arkadaşlarıyla ilgili olarak ortaya atılan bir iddiaya karşılık, İstanbul’a Savaş İşleri Bakanlığı’na gönderdiği mektuptan: “Arkadaşlarımın bu alçakça suçlamaya karşı ne diyeceklerini bilemem. Yalnız kendi adıma açıklıyorum ki; Benim Anafartalar’da, Kürdistan’da, Suriye’de, başlarında bulunmaktan kıvanç duyduğum kahraman ordular, haydutların değil, Osmanlı ulusunun namuslu çocuklarından kurulmuştur.” (Öyküleriyle Atatürk’ün Özel Mektupları, Sadi Borak, Çağdaş Yayınları, İstanbul, 1980, Sayfa: 139)
Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan da Diyarbakır’da, 19 Kasım 2013 tarihinde, Kürdistan söylemini kullandığı için suçlanınca;
“Gazi Mustafa Kemal'in nutuklarında görecekler. Kürt, Gürcü, Arap, Laz kelimelerini, Kürdistan kelimesini o meclis zabıtlarında görecekler. Anasırı İslam kavramını o zabıtlarda görecekler. Kendi tarihini bilmeyen, cehalet ve karanlıktan başka hiçbir şey söylemez. Osmanlıya gittikleri zaman Doğu'nun Kürdistan, Karadeniz'in Lazistan eyaleti olduğunu görecekler. Bunları görmezden gelemezsiniz!” diyerek cevap vermişti: Bu konuyu daha sonra CNN Türk TV kanalında Hande Fırat ile yaptığı söyleşide; “Eyalet sisteminin yararları olabilir!” diyerek, daha da ileri boyutta tartışmaya açmıştı..
KÜRT BAYRAĞI
Yukarıda da belirttiğim gibi, PKK- KCK Kürt bayrağından itina ile uzak durmaktadır.. Kaldı ki, Kürt bayrağının ortaya bugünkü hali ile çıkması, 1920’lerden beri vardır. 1930 Ağrı, 1946 Mehabat ve daha sonraki Barzani, KDP ve pek çok hareketin kullandığı bir ulusal semboldür. PKK-KCK bu sembolü Kürt bayrağı olarak değil, KDP’nin kullandığı bir flama olarak propaganda ediyor.
Bayrak milletlerin sembolüdür. Kürt bayrağı da Kürt milletinin sen boludur. Nihayetinde Mesut Barzani çeşitli temaslarda bulunmak üzere, Şubat 2013 tarihi ve sonrasında, özellikle Türkiye’yi ziyaret ettiğinde, Türkiye, Irak ve Kürdistan Bölgesi’nin bayrağı ile protokolde de Türkiye Dışişleri Bakanlığı yetkilileri ile Atatürk Hava Limanı’nda bu şekilde karşılandı.. Akşam saatlerinde İstanbul’dan Ankara'ya giden Barzani için Esenboğa' da, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi bayrağı, Devlet Konukevi'nin önünde asılmıştı. Sonrasında, Ankara’da Başbakan ve Cumhurbaşkanı ile görüşürken de Türkiye, Irak ve Kürdistan bayraklarının bulunması, sosyal medyada kimilerince tepki ile karşılanmış, başta Kürt kamuoyu olmak üzere kimilerince de Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan’ı taktir ve sempati ile karşılamalarına vesile olmuştu. Bunlar yaşanırken, ben şahsen ‘Türkiye kendisi ile yüzleşiyor’ diyerek sevinmiştim!
O günkü siyasal ortamda sevinmeyen, tepki duyan kesimler, PKK, MHP, CHP ve bazı marjinal sol çevreleri olmuştu.. Doğrusu o günkü koşullarda, Türkiye yöneticileri, görüşüme göre doğru bir davranış sergilemişlerdi.
Bu konularda, Recep Tayip Erdoğan, Türk Milliyetçi çevrelerine şöyle yanıt veriyordu;
“Türkiye içine kapanık bir ülke değildir. Kabuslardan korkacak bir ülke değildir. Dilden korktular, dili yasakladılar. Türküden-şarkıdan korktular, kasetleri yasakladılar. Fikirden, yazıdan korktular sanatçıyı sürgüne yolladılar. Kılık kıyafetten korktular, zulmettiler. Büyük devletlerin böyle korkuları olamaz. Buradan aziz milletime soruyorum. Bugüne kadar hangi yasak Türkiye'yi büyütmüş ve barışı sağlamıştır. Hangi asimilasyon Türkiye'ye fayda sağlamıştır. Tam tersine bütün bunlar Türkiye'yi zayıflatmış sorunların birikmesine, çoğalmasına sebep olmuştur. (19. Kasım 2013, RTE. Haberler com…) diyerek geçmişte yaşananlara gönderme yaparak, eleştirmişti.
PKK-KCK çevreleri, bu durumdan rahatsızlık duyduklarını medyaları aracılığı ile belirtmişti. Çünkü, PKK-KCK Kürt bayrağını reddediyor. Bu bayrak “Kürtleri temsil etmiyor!” diyor. “İlkel ve Irak Kürt Bölgesel Yönetimi(IKBY)’ni temsil edebilir,” hatta “Irak KDP’sini, hatta Sadece Barzanileri temsil edebilir!” diyerek karşı çıktığını, o günkü medyayı izleyen herkes bilir.
Suçlamaya konu yapılan benin facebook paylaşımım şu şekildedir
“14 kasım 2015- Kurdistan bayrağı dışında, Kürdistan’da gösterilen flamalar, Kurdistan ülkesini, özgürlüğünü, bağımsızlığını ve birliğini temsil etmez. Kurdistan bayrağı dışında olan flamalar, kişileri, şirketleri, bölgeleri, kurumları, partileri, grupları temsil edebilir. Kürdistan'ın geldiği koşullarda, her Kürt, farklı partileri, görüşleri, kültürleri vs. benimseyebilir, etkinliğine katılabilir. Ancak Kurdistan bayrağı her dilden, dinden, mezhepten, görüşten, milliyetten Kürdistanlının ortak özgürlük ve bağımsızlık simgesidir. Kürdistan bayrağını istememe, Kürdistan’ı istememektir. Tarihsel Kürt ulusal Kurtuluş mücadelesini görmezden ve kendinden ibaret görmektir.
Zira Kurdistan bayrağı, Koçgiri’de, Ağrı’da, Mehabat’ta, Aras kıyılarındaki uzun yürüyüşte, 90 yıllık Güney Kurdistan mücadelesinde, Kuzey Kürdistan’da ve Rojava Kürdistan’ında, yeşilliğiyle Kürdistan’ın doğasına saygıyı, kızılıyla Kurdistan şehitlerini, beyazlığıyla barış ve dostluğu, güneşiyle aydınlığı simgeler. Buna karşı durmak, bu değerleri ıskalamak ve dar gurupçu, parti, kişi vs. çıkarlarını öne almak, birliği ötelemek olur. Birlik amacında olanların, öncelikle Kurdistan bayrağına saygı duyması olmazsa olmazdır!” Bu cümlelerde tam da PKK-KCK eleştirileri, yermesi vardır. PKK’nin Kürt bayrağını yererek, karşı durarak, hatta yer yer gösterilmesini zorla engelleyerek, -ki Tahir Elçi’nin cenazesi kaldırılırken de bazı PKK-KCK taraftarı gençlerin, Kürt bayrağı ile katılmalarını engellediğini bizzat gördüm.ve bu durum medyada ve Kürt çevrelerinde de çokça tartışıldı..
“Kurdistan, daha çok uzun süreye yayılmış total soykırım politikasına tabii iken, şimdi beliren özgürlük yakınlığı, soykırımdaki zaman süresini daraltarak, Kürd özgürlük ve bağımsızlık mücadelesinin yükselişini durdurmaya çalışıyorlar.
Bu durum, Silvan, Şırnak, Nusaybin, Cizre, Kizıltepe, Bismil, daha doğrusu ezici çoğunluğu yurtsever olan alan ve noktalardaki devlet yönelimlerini teşhir etmek, boşa çıkarmak uluslararası boyutta ve her alanda karşı koyan eylemlilikler geliştirmek acil ve mühimdir.”
Total soykırım derken, İsmet İnönü’nün de 1920’lerde hazırladığı ve “Şark Islahat Planı”, “Tunceli Kanunu”, “Şark Seyahati Raporu”nda da açıkça ifade edilip uygulandığı, bugüne kadar da net olarak vazgeçilmediği, Kürtlerin Türklüğe asimilasyonu, yaşadıkları dilkırımı, baskı, inkar ve ortadan kaldırma politikasıdır.. Bu politikayı eleştiriyorum. Bu politikanın ortadan kaldırılması için demokratik eylemliliklerin olması gerektiğini düşünüyordum. Şiddet sarmalına sokulan, hendek olaylarındaki gibi, karşılıklı çatışmaların arttırılmasından rahatsızlık duyuyor ve bundan vazgeçilmesi gerektiğini düşünüyordum.
Yukarda savunmamda izah ettiğim üzere; Kürtler ve Kürdistan vardır. Bu halkın her halk gibi Birleşmiş Milletlerin garantörlüğünde; barış, demokrası ve özgürlükler ortamına kavuşarak, kendi geleceğini özgür kimliği ve iradesiyle belirleme hakkına sahip olması gerektiği görüşündeyim. Geleceğini belirleme hakkı, kişi, grup, partilere bağlı değil, tamamen Kürt halkının, milletinin kendi iradesine bırakılması gerektiği düşüncesindeyim.. Herkesin son yıllarda geldiği ortak kanısı olarak “Ağır bir Kürt sorunu vardır!” Bu “Ağır Kürt sorunu” da ancak böyle çözülebilir diye düşünüyorum. 1990’lardan sonra zaman zaman Türkiye yöneticileri bu doğrultuda söylemlerde de bulundu.. Misal olarak;
Turgut Özal, 1989 yılında, Hakkâri’de yaptığı bir konuşmada, “Kürd Sorunu”na gönderme yaparak, “Federasyonu tartışabiliriz!” demişti.
1991’de, Süleyman Demirel, Diyarbakır’da “70 yıldır inkâr ettiğimiz Kürd realitesi vardır, bir gerçektir” demişti.
1994’te Tansu Çiller, “Bask Modeli bir çözüm örneği olarak tartışılabilir.” demişti.
1999’da, Mesut Yılmaz, “AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer!” demişti.
Tüm ağır, sancılı, çatışmalı ortama rağmen, bunlar bir umutla karşılık buluyordu.
Kürtlerin de bu doğrultuda talepleri olgunlaşıyordu. Ancak, “Hendek” çatışmalarından sonra şiddet sarmalına sokulan Kürt sorunu, yeniden çıkmaza itildi. Çünkü Kürt Yurtsever kesimlerinin yoğun olduğu bölgeler, Kobane’nin DAİŞ tarafından kuşatılmasından ve yeniden koalisyon güçlerinin- ki Türkiye de Kürt Peşmergelerinin Habur sınır kapısından Kobanêye geçişine yardımcı oldu- de desteğiyle kuşatmanın kırılmasının ardında, PKK-KCK’nın Kuzeyde koşulları olmadığı halde önce “Özerklik”, sonra da “Hendekler” açması ile savaş beyhude bir tarzda, Cizre, Silopi, Yüksekova, Niseybin, Sur gibi bazı Kürt yerleşim merkezlerine yönlendirildi.
Aslında devlet bu Hendekleri daha az bir zayiat ile aşabilme durumunda iken, çatışma ve kuşatmayı yaydı. Bütün bunların sonrasında; Birleşmiş Milletlerin, Avrupa Konseyi ve farklı bağımsız kuruluşların düzenlediği raporlarında da belirtildiği üzere, “devletin kullandığı sınırsız güç” neticesinde çözüme doğru giden süreç, kesintiye uğratıldı, durduruldu, tersine çevrildi.. Süreç heba edildi. Bu durum beni olduğu kadar çok sayıda vatandaşı üzdü. Bana göre, gerek PKK –KCK, gerekse de devlet burada halk üzerinde güç gösterisine düştü. Sonuçta binlerce insanın, maddi ve manevi yaşamın, Sur’da başta olmak üzere çok sayıdaki şehirde tarihi ve sanatsal değerin heba olmasına vesile oldu. Bunların tüm insanlık alemi açısından, tahribatın önlenmesi için bir çabanın verilmesi gerektiğini düşünmüşümdür. Öncelikli olarak devletin, yönetici ve birinci derecede sorumlu olması nedeniyle oradaki girişimlerin harekete geçmesi, şiddeti durdurması ya da daha özenli davranması gerektiğini düşünmüşümdür. Bu konuda kamuoyunun sağduyusunun harekete geçmesinde çözüm beklemişimdir. Ama üzülerek belirteyim ki, olmadı.. Yaranın yine şiddetle üstü kapatıldı. Çözüm, gelecek nesillere ve belirsiz bir zamana sürüklenmeye çalışıldı, sürece terk edildi.
BİLİME ve DÜŞÜNCENİN GÜCÜNE İNANAN, BAĞIMSIZ VE SADE BİR AYDINIM
Siyasetçi değilim. Her hangi bir ideolojiyi, siyaseti savunmuyorum. Görüşlerimi ikirciksizce açıklıyorum. Aydın olmam itibarı ile de benim için cezayı müeyyidelerden ziyade, doğrunun söylenmesi ve anlaşılması önemlidir. Doğruları ortaya koyarken, hangi siyasetin yıpranacağını, hangisinin teşhir olacağını, hangisinin oy kaybedeceğini ya da kazanacağına dair hesabım yoktur, olamaz!
Siyaseti tahlil ederim, ancak siyaset yapmam. Siyasete sempati ile bakmam. Çünkü siyasetin, insanları olgular karşısında tutarsız kıldığını düşünürüm. En doğru siyasetçi bile, yer yer doğruyu saklama tutumuna soktuğunu düşünürüm. Bu açıdan etnik ve dini siyaseti aşmayan ülkelerde, aydın olmak siyasetçi olmaktan daha riskli ve tehlikelidir. Çünkü korunmak için vicdanından başka tutunacağı hiç bir dalı ve kıvırma şansı yoktur! Ancak, adalet, hukuk ve eşitliği sağlamada aydınların vicdanı, tarih karşısındaki duruşları ile geleceğe, yaşama umutla bakmayı, bilerek yaşamayı tavsiye eder ve gerekli görür!
SONUÇ OLARAK
İddianamede belirtilen suçlamalar yanlıştır. Benim durumum AİHS’ne. AHİM kararlarına, Türkiye ve uluslararası hukukta belirtilen, iddianamenin de son bölümünde izah edilen DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ kapsamı içindedir, asla dışında değildir.
Düşünceye karşı tutum, bir devletin nasıl idare edildiğini açığa çıkarıyor.
Düşünceye CEZA, sadece kişiye değil, toplumun ve toplumun vicdanını da yaralayan bir durumdur. Başkaca da bir diyeceğim yoktur. 19.12.2018.
Ahmet ÖNAL
Not: Savunma yedi sahifeden ibarettir!
KARAR ve SONUÇ: Savunma Sonrasında verilen karar “Beraat” oldu!
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.