Bu son derece karmaşık olan konuların somut analizinde, bu satırların yazarı ile bir kısım aydın ve entelektüeller tarafından çokça irdelendiği konuların başında bunlar gelir. Biz bu konunun daha da anlaşılır olabilmesi için noktasal atışlarla aforizmal çerçevede bir kaç anekdotu analiz etmeye çalışacağız.
AFORİZMA 1) Bundan bir kaç gün önce Yargıtay başkanlık koltuğu için değişiklik yapıldı. 85 milyon insanın hukuksal kaderini verdiği kararlarla elinde tutan ve ülkenin en üst hukuk kurumu olarak bilinen Yargıtay’ın başkanlık devir-teslim töreninde daha önce de yaşanan rutinde, ilkel sayılabilen bir seremoniye tekrar şahit olduk. Koltuğa oturan yeni başkan, devletin kurucu diktatör lideri Mustafa Kemal Atatürk’ün anıtkabirdeki mozolesine koşarak, beraberindeki yüksek düzeydeki "hukukçu" ekibiyle, lidere biat etme ve iman yeminini tazelediler. Oysa ki gerçek evrensel demokrasilerde, özgürlükleri ve temel insan haklarını içine sindirmiş ülkelerde, bu türden komediler yaşanmaz. Hukuk fakültesi diplomasını alırken "sadece evrensel hukuka bağlı kalacağıma" diye yemin etmiş, üst düzey bir hukuk kurumunun başına geçmiş bir insan, devleti kurmuş diye ölümüne kadar ülkeyi diktatörlükle yönetmiş bir liderin mezarına koşarak; “Merak etme yolundayız” der mi? diyebilir mi? Mozolede; “Aziz Atatürk, göreve yeni başladığımız değerli Yargıtay mensuplarıyla birlikte huzurundayız. Senin gösterdiğin yol ve ilkeler ışığında demokrasi ve insan haklarına bağlı kalarak tarafsız ve bağımsız bir şekilde hizmet etmeye devam edecektir…” gibi abuk-sabuk komedi laflar eder mi?
Adı anılan liderin ilkelerinde ve gösterdiği yolda demokrasinin, hukukun kırıntısı var mıdır? ölümüne kadar ülkeyi iki dudakları arasından çıkan sözlerle yönetmiş, olası rakiplerini bertaraf ederek tasfiye etmiş zorba bir devlet adamının adı geçen zorba yönetimine hukuk adına methiyeler düzülür mü? Şimdi biraz geçmişe dönüp, size ilginç bir anekdot sunayım. Yıl 1930 lar. Her seçimde olduğu gibi "kendin pişir kendin ye" şeklinde geçen seçimlerin yenilenmesi arifesinde Çankaya'da rutin düzenlenen yemekte, Mustafa Kemal, Edirne CHP il başkanı (Ya da Tekirdağ olabilir) adına aldığı referansta bakanlık beklentisi içindeyken, kontenjan dolduğu için ona; "Bu seçimde seni Hakkari milletvekilli yapacağız" dediğinde, adamın ağzına aldığı lokmayı yutkunmakta zorluk çekerek; "Paşam, beni o vahşi Kürtlerin arasına göndermeyin lütfen" der. Mustafa Kemal "Senin Hakkâri’ye gitmene gerek yok ki" der. Liyakat, başarı ve yetenek ölçülerinin olmadığı, her şeyin diktatör lidere yakınlık ve ona yalakalık eden kesimlerin listelere yerleştirilip seçildiği bir sisteme halen özlem duyan 21. yy insanına yakıştırılacak literatür bir isim var mıdır acaba? Siz, hiç bir demokratik ülkede -Örneğin Amerika'da- Yüksel yargı organlarına seçilen hukukçuların, devletin kurucu lideri olan George Washington'un mezarına gidip, "Yolundayız. İlkelerinin ışığında yolumuza devam edeceğiz" der mi? Böyle diyebilir mi? Bu durum, demokrasinin kırıntısı olamayan 3. dünya ülkelerinde ve totaliter komünizmin hüküm sürmekte olduğu karanlıkçı rejimlere mahsus bir durumdur.
AFORİZMA 2) Diktatörlük nedir? Diktatör kime denir? gibi felsefi-siyasi ve entelektüel bir makale de bu durumun muhasebesini yaparken, yazıları okuyan bir kişi, "yorum" adı altında epeyce hakaretler savurmuştu. Ona "Siz, bizim bu tanımladıklarımız konuların bilimsel izahını buyurun siz açıklayın lütfen" dediğimde; "Sen ulu önder Atatürk'e diktatör diyemezsin. Haddini bil. Senin gibi şer...sizlere söyleyecek bilimsel bir cevabım yok" diye kestirip atmıştı. Bir de "Ben Tunceliliyim" demez mi? Stockholm Sendromunun en bariz ve en tipik yaşanma gerçeğinin örneğini, yeni nesil Dersimlilerde görürsünüz. Muhtemelen 40-50 yaşlarında olan bu insanın "Dersim Tertelesi" dedikleri katliamda akrabaları da mutlaka vardır. Katliam kararı devlet sırrı olarak 50 yıl saklı kaldı. Katliam emrini verenler, meclis tutanaklarında var. Bu belgelere ulaşamayanlar, değerli bilim insanı-sosyolog İsmail Beşikçi'nin "Tunceli Kanunu ve Dersim Jenosidi" adlı kitabını okusunlar. Orada resmi tutanak ve belgelere ulaşabilirler. Kararı imzalayanlar: Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, Başbakan Celal Bayar, Genelkurmay başkanı Mareşal Fevzi Çakmak. Orada Mustafa Kemal; "Bu sorunun kökten halledilmesi için ne gerekiyorsa yapılsın" diye de bir talimat vermiş. Mağaralara doldurulan kadın çocuk Dersimlilerin Azrail görevini de, Ermeni yetimi Sabiha Gökçen'e havale ederek, savaş pilotu olarak zehirli gazları mağaralara atmakla görevlendirilmişti.
AFORİZMA 3) Sayıları on milyonlarca olan ve temel hakları gasp edilmiş mağdur kesimlerin, neden ve nasıl bu mağduriyetlerinin devam ettiği konusunda şaşırmış ve nedenini merak etmiştim. Sakin ve olgun bir kafa ile olayları gözlemlediğimizde nedenlerinin en büyüğünü keşfetmiştim. 12 Eylül darbesi öncesinde, devrimci solculuğun moda olduğu bir dönemde, Türkiye'de olduğu gibi Kürdistan'da da onlarca fraksiyonlara bölünmüştük. Bütün fraksiyonların sempatizanları ölümüne dürüst ve inançlıydılar. Sorun üst yönetim kadrolardaydı, Şöhret ve post kavgasındaysa amip gibi bölünüp durdular. Ben de Kürdistani bir gençlik örgütünün sıradan samimi sempatizanıydım. Çok yanlış bir kararla tarlalara gidip köylülerin tütün ve pamuklarını çapalıyorduk (Onları böyle kazanıp mücadeleye katacağımızı sanıyorduk. Çocukçaydı ve çok yanlıştı) Köy odasında hem Kürd/Kürdistan sorunsalını, hemde köylüleri sömüren ağalara karşı onların birleşip örgütlenmesini sağlamaya çalışıyorduk. Dikkatimi çekti, odada hep uyuklayıp aslında konuşmaları dinleyen epeyce yaşlı bir köylü beni yanına çağırdı. "Sizleri dinledim. Çok dürüst ve temiz gençlersiniz. Bu köylülere inanmayın. Hepsi yalancı. Onların hayalinde sizin anlattığınız hak, hukuk, adalet değil, nasıl bir ağa olacaklarını, kendisinin de içinden çıktığı köylülere daha fazla nasıl zulüm yapacaklarının peşindeler. Geçenlerde şahit oldum, komşumuza; "Senin bu gün çapa ve sulama günün değil mi? Senin ne işin var kahvede kağıt oynuyorsun?" dediğimde, bana; "İşim görülüyor. O aptal talebeler bu işi yapıyorlar. Yemek götürme bahanesiyle biraz takılayım dedim."
"Demem o ki dalında olgunlaşmamış meyveyi koparırsan acı olur, yiyemezsin. Zorlamayla bu işler yoluna girmez. Gidin okulunuzu okuyun su zamanla yolunu bulur" dediğinde, o gençlik yılları aklımla bu yaşlı adama içimden kızmıştım. Meğer çağdaş bir Sokrat ile karşılaşmışım farkında değilmişim. Binlerce örnek var. Trafiğe bakın, verilen sözlere, esnaf ve ticaret ahlakına bakın. Bir de insanların saygı, hak ve hukuk anlayışına bakın. Biz Kürtlerin neden bu durumda olduğumuzun bence en net göstergesi bu kriterlerdir. Geçenlerde, şehrin içindeki yolda, aracımla seyir halindeyim. Sağımdaki dar bir sokaktan önüme aniden bir araç çıktı, çarpıştık. Araçlardan indik 60-65 yaşlarında olan adam ile yanında iki erkekle araçtan indiler. El-kol hareketiyle "yola çıktığımı göremedin mi" Anlayacağınız hem suçlu hem güçlü. Yanındakilerden çıt yok. "Kardeşim sen suçlusun" diyemiyorlar. Trafik polisi çağırdık. İki görgü tanığı var. "Sen hatalıydın amca, bu arkadaş ana yoldan ve düz gidiyordu. Trafik kurallarına göre senin beklemen lazımdı". dediklerinde, "Sen avukat mısın kardeşim" diye tersledi. Polise de olayı çarpıtarak anlatıyor. Beni suçluyor. Polis; "Kes sesini, her şey meydanda. Bildiklerini tutanağa yazarsın, görevi memuru engellemekten seni merkeze götürürüm yoksa" der demez adam bir kuzuya dönüp, polise yalvarmaya başlamaz mı? Bir daha hayal kırıklığına uğradım. Raporda %95 o hatalı çıktı. Kürtler adına ortaya çıkan oluşum ve partilerin hemen tamamı, bu veya şu şekilde toplumun bu izlerini taşıyor. Siyaset haddinden fazla kirlenmiş durumda. Sanırım Fransız sosyolog ve siyasetçi Montesquieu'ye ait bir sözdü; "Toplumlar hak ettikleri gibi yönetilirler"
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.