Hegel, "devlet ile çeteler” arasındaki farkı, "hukuk" ile izah eder.
Peki bu kavram da ikili yön yok mu?
Var!
Her devlet, bir ihtiyaçtan ortaya çıkar. O ihtiyaca göre de savunma gücü olarak şekillenir. Bazısı yarattığı üretimi, yerleşimini sınırlı savunma ile şekillenir. Bazen de emeğini haklarını kaptırmış, o haklarını yeniden kazanmak için yeniden kurulmayı hedeflemek üzere mücadele eder. Bazısı ise yayılma, fetihçilik ve gasp etmek amacı ile şekillenir.
Koruma ve yeniden kurulmaya yönelirken, kurulu nizama/devlete karşı, ekseriyet ilk etapta çete tarzında kalkışır.
İttihatçıların, Devlet-i Ali’ye ya da padişaha karşı kalkışı, çete tarzı kalkışlardır.
Bulgaristan'da nizama karşı kalkışan, gerillalar “haydut” tanımlanması ile ortaya çıkarken, çete idiler.
Kürdistan'da Saddam, Pehlevi ve diğerlerine karşı kalkışan peşmergeler, mücadeleye çete tarzında ortaya çıktılar.
Dolayısı ile gelinen noktada, kavramların tarihsel köklerine, siyasi ve toplumsal içeriğine inerek tartışmak, haklı-haksız savaşlar içinde “çete” ve “devlet” kavramını yorumlamak yanlış olmaz!
Tarihte, evrensel insani değerleri esas alarak, kuruluşu amaç ederek ya da kurulma hakkını tescil etmeye giderken, çete oluşturmak ya da olmak her şatta abes değildir.
Ancak, devlet olanın bunalıp, hukuki olmayan sistemini, çeteler üzerinden sürdürmesi, çetelerle olması esas nizamın çözülüşüne ve çürüklüğüne işarettir. 1324’te İmparator Orhan tarafından kurulup, 1826’da VI. Murad tarafından dağıtılan devşirme Osmanlı Yeniçeri Ordusu, farklı halklardan toplanıp, devşirilen çocuklardan oluşan, kuruluş ve dağıtılışında çete idi.
Böylesi çetelere bulaşmak yerine, onlardan uzak, hatta karşı duruş göstermek, elzem ve önem kazanır.
Bu karşı koyuş, evrensel hukuk normları ile insanlığın kazandığı ettik değerlere göre davranılırsa, meşruiyet kazanır ve meşru olur.
Her kavramda olduğu üzere, devlet ve çete kavramlarını, literatürde işlerken, içeriği ile bilinçli kullanmadan, doğru düşünmek, ve sağlıklı tutum almak zorlaşır.
Şu anda, böylesi kavramlar üzerinde büyük bir kavram karışıklığı yaratılarak, özellikle medyanın dezenformasyon yürütmede ağırlık kazandığı görülüyor.
Çünkü, toplum geri eğitim sistemi içinde, sorgulamayan haliyle ne versen onunla sınırlı kalır, ezberleri ile düşünür ve kendi çıkarının tersine cephede yer alır. Bu konuda Frantz Fanon, Albert Mami’nin önemli tespitlerinin olduğunu belirtelim.
İşte mazlumlar için kendini aşmak, istilacı sömürgeci devletlerin işlediği ezberleri bozmak kurtuluş yürüyüşüne düşürür.
Devlet, tek amaçlı bir reflekse endeksli değildir. Karmaşık amaçları olan, egemenlik içeriğindeki organize olmuş devlet, çeşitli amaçlar için kullanılan bir araçtır.
Devlet aracını, nasıl kurup işlerse öyle zemin bulur. Devlet, tarih, etnisite, sınıf ve içinde doğduğu sosyal, kültürel ve gelişmişlikten soyut değildir.
Devlet; dil, kültür, ekonomi/üretim, savunma ve ulus inşa etme, geliştirme, organize etmenin ve sürdürmenin aracıdır.
Devlet araç ve aracı olmadan, toplumlar organize olamamış, doğaya, afetlere, yayılmaya, saldırılara karşı kendini koruması güçleşmiş, daha etkili üretim ve organizasyonlar da gerçekleştirememiştir. Mamafih, devletlerin istilacı ve yayılmacı bir araç olduğunda, büyüklüğü oranında, dipten gelen üretici güçleri, toplumsal gelişmeyi de tahrip etmiş, insanlığın ileriye doğru attığı yürüyüşü tahrip etmiş, büyüklüğü kadar hukuku hiçe saymış ve tarihi yürüyüşe “ihanet” ettiği çokça görülmüştür.
Böyle olduğu için devlet, toplum için ilerlemek üzere işlev kazandığı kadar, tahripkar, dağıtıcı ve zarar verici olmuştur.
Devletin istikametini işleten, kuruluş amacı ve hukukudur. Devleti elinde bulunduran yönetici sınıf, devleti hizmetçi gibi kullandığı gibi, onu tabu, kutsal, dokunulmaz, eleştirilmez, değiştirilemez, bir İlahi gibi işleterek, kullananlar olduğu gibi, işgal, zulüm, yayılma ve diktatör bir işleve sokarak, imparatorların, sultanların, kralların, liderlerin narsisim, aile ya da zümre çıkarına araç edenlerine de tarihte çokça rastlandığını biliyoruz.
Yukarıda değindiğimiz hususları daha da somut olarak tarihten hatırlayıp, örneklersek;
Küçük, ama üretimi organize eden devletler, uygarlığı yaratıp geliştirirken, ekseri büyük devletler yaratılan uygarlıkları geliştirmek bir yana, olanları da tahrip etmiş ve harabeye çevirmiştir.
Devlet, büyük ve dini inancı, siyasetin merkezine koyup yönetilince, uygarlıklara zarar verip, dağıtmış ve sonuçta kendisi de er ya da geç bu büyüklüğü taşıyamamış, altında kalmış ve dağılmıştır. Dağılmakla yetinmemiş, geleceğe de bu enkazını yük olarak bırakmış, devir etmiştir.
İnsanlığın ortak değeri olan uygarlıklar, büyük ve imparatorlar devletlerin hoyratlığına heba edilmiştir.
İnsanlık tarihinin ilk uygarlık toplumu Sümerler(MÖ. 4000-2000), küçük küçük ama savaştan uzak durup, üretime geçince, uygarlık için büyük yükselişler göstermiştir.
Bu arada Nil kıyısı boyunca uzanan küçük özerk devletçikler, Mısır Firavunları tarafından, her ne kadar baskı altına alınıp, tahrip edilmeye çalışılsa da, bu kendiliğinden oluşan küçük üretim birimlerinin Sümerlerden aks olunan işleyişi bütünüyle bitirmeye gücü yetememiş ve uygarlığın gelişimine katkı sunmaya çalışmıştır.
İkinci olarak, Akdeniz’in Kuzeyine yukarıdan uzanan Avrupa'nın güneyi, üç alandan belirgin olarak güneye doğru denize uzanmıştır.
Bunlardan; İber(İspanya-Portekiz) yarımadası, adeta Afrika’yı tutarcasına uzanmıştır.
Bir de daha doğusunda ona paralel ortada İtalya,Akdeniz’e tekme atar gibi durur.
Bir başkası da Balkanların güneyinde 1400 ada ve Avrupa’dan Akdeniz’e uzanıp, denize tepeden bakan alçak dağlar vardır.
Antik Yunan dediğimiz boydan boya, yine MÖ. 2000 yıllarından sonra, bölge, küçük devletler ile bağımsız olarak yönetilmiştir. Antik- Yunan uygarlığı da bu küçük devletlerin yaşadığı ortamda oluşmuştur.
Çünkü, küçük devletlerde insanlık daha denetimsiz ve özgür olmuş ve yaratıcılıkla üretme asılmıştır. Ancak bu küçük site devletlerinin uygarlaşma yürüyüşü, bir kabus gibi başlarına merkezileşmiş istilacı devletlerin, daha uygar değil, daha istilacı/fetihçi ve tahripkar oldukları ile büyük oldukları, bir o kadar da büyük hukuksuz çete devletler olduklarını görüyoruz. Bütün yaşanan bu tarihi insanlık suçlarına, hukuksuzluğuna rağmen, bu “büyüklük” sömürgecilikleri ile utanma yerine, onların “evlatları oldukları” ceberut tarih tahribatıyla, bu suçu işleyen ecdatlarıyla övünmeleri, insanlık açısından içler acısıdır, yüzkarasıdır...
Akad ve Babil krallıkları, "büyük devlet" kibiri ile insanlığın ilk uygarlık ülkesi Sümerleri, yakıp yıktılar. Roma, Bizans, Osmanlı, Sasani, Safevi, Hun ve Arap Orduları, Kuzeyde Çar gibi devletler, imparatorlaşıp büyüyen devletler, bu uygarlıkları harabeye çevirdiler. Ancak insanlık, bu devletlerin yıkılmış olmalarına rağmen, bunlarla sağlıklı hesaplaşamadığı için, bu barbar ve tahripkar geçmişleri ile bin yıllardır hayatımızdan sökülüp atılamadı.
Hun İmparatorluğu da Çin'de, gelişen toplumun hayal ve düşünce gücünü, "Bin çiçek yan yana açsın, bin fikir yan yana tartışsın" ya da "Karanlığa küfür edeceğine, bir mum yak!" diyen, Konfüçyüs gibi dâhilerin çıktığı, mitoloji alanında derin düşün ve kültür hazinesine sahip Çin ve uzak doğuya, bir kabus gibi çökmüş olan imparatorluk, onu insanlığın zengin yürüyüşünden çıkarmış, gözden düşürmüş ve çürütmüştür.
Aynı şekilde, ademi merkezi ve çok etnisiteyi olan coğrafyalar birlikte gelişmiştir. Küçük Asya’nın, Mezopotamya’nın, Ak Deniz şeridinin çok etnisiteli insan popülasyonunun yarattığı yazının icadı, ticaret, küçük site devletlerin yardımlaşmaları geleneği, kilden yapılan evler, mimarı değerler insanlığın cahiliyeden çıkışının önemli adımları idi. Ancak, emperyal ve sömürgeci devletler, onların ademi merkezi idarelerini çökertti. Büyük imparatorluklarını, tahrip ettikleri uygarlıların harabeleri üzerinde, üretimden kopararak, tüketici, asalak askeri ordular ve tahripkar bir zümre ile genişleyip büyümeye koydular.
Aynı durum, 20 yüzyılda Yakın Doğu’da hayat bulabilme şansına erişme şansı vardı. Özerk ve bağımsız yapıları ile tıpkı Avrupa’da sömürge zincirlerini kırma sürecine uzanma devrinde iken, Kızıl ırmakta Pontus’lular, Kilikya’dan Erzurum'a bir şerit gibi uzanan Ermeniler, Kürdistan'ın her vadisine aşiret aşiret yerleşen Kürtler, Doğu Karadeniz’i kıyı boyunca sarmalayan Lazlar, sanat, edebiyat, icat ve üretimle kendi vatanlarında reform ve Rönesanslarını yaşayarak, barış içinde kalmaları ile insanlığın çıtasını arşa kaldırmanın mücadelesini meyil ettiler. Ama dört bir yandan tamamı büyük devletlerin teşviki ve sessizliği içinde jenoside projenin gazabına uğradı ve “yok” sayılıp, büyük egolarına “Varlıklarını, varlığına armağan etmeye” koyuldular. Diğer “büyük imparator” hevesine doyamayan devletler ile onların onayını alan devletçikler için de aynı şekilde zerk edildi!
16-18 yüz yıl Avrupa’sı, Roma ve Bizans İmparatorlarının ardında, oluşan diğer krallıkların da, Reform ve Rönesans hareketlerinden sonra, “büyük devletleri” ve dayatılan tek dil Latinceyi çözdü, küçük küçük milletler dil ve devletleriyle ortaya çıktı. Kapalı ekonominin çözülmesi, modern dünyanın gün yüzüne çıkışını sağladı. Ancak, yoğunlaşan sanayi ve sermaye ile kâr hırsı, onları sömürgecilik, fetihçilik eğilimine soktu. Büyük Britanya, Fransa, Portekiz, Almanya gibi devletleri, “büyüklük” moduna soktu. Dünya’ya bu büyüklükleri ile sömürgecilik, bağımlılık ve zulüm taşıdılar.
İnsanlığın, bu ağır sömürgecilik, bağımlılık ve yeni kölelik ilişkilerini taşımadaki onursuzluğu taşımayarak, ağır bedellere rağmen kurtuluş, bağımsızlık onurlu özgürlük yolunu izlediler. Bu süreci kendi açılarından pahalı gördükleri için, sömürgecilik yerine Yeni sömürgecilik modunda egemenliklerini, Wilson Prensipleri ile devam etmeyi planladılar. Ancak bu büyük sermaye ve vekil yerel ordular ile mümkün oldu. Ancak, sömürgecilik siyasetinden, yeni-sömürgecilik sistemine geçmek de zor oldu. Hele sermayesi olmayanlar, bu ilişkilerini terk etmekte zorlandılar. Çünkü sermayeleri yok idi. Bu boşluğu süngünün gücü ile tahkim edince, jenosit siyaseti ile sistem, millet ve büyüklüklerini gösterdiler. Bu yüz kızartıcı, “büyüklük devlet” kibirinden, yanı insanlık suçundan çıkmak için, Willi Bant’lar çoğalıp, bizim coğrafyaya bir türlü gelmez oldu. Çünkü, “yok” demek, büyüklüklerinin varlık sebebi idi.
Simdi de, Amerika, Rusya ve Çin büyüklükleri ile dünyayı karıştırıyor ve savaşla tehdit ediyor. “Büyük” olma hevesi ile dünya susuz, savunmasız, zayıf ve şimdi bir depremin, selin üstesinde gelemeyecek halde. Bu karışıklık içinde faydalanmak isteyen ve daha “büyük güç” olarak çıkmak isteyenlerin karşısında, bir de gerçek hakları olan, insanlık hukuku içinde kalmakta ısrar eden, ülke, millet, sınıf ve eşitlik haklarını kazanarak, yürüyüşünü sürdürmenin onurunu taşımayı, “büyüklük” ve fetihçi çirkinliklere düşmeden sürdürmenin ısrarında olanlar umut olarak var.
Bu yürüyüşte, zaman zaman zayıflasa ya da tökezlese de esas olarak sürdürme inadındaki kıymeti onu zafere taşıyor.
Kürt halkının tarihi yürüyüşte sıçrama, uygarlıklar yaratma, köle konumuna düşme, dağınıklıklar, derin parçalanmışlıklar yaşadığı da biliniyor. Ancak, bu tökezlemeler, Kürtlerin özgürlük ve bağımsızlıklarını sürdürmekten vazgeçtikleri anlamına gelmediği gibi, tüm siyasal parçalanmışlığına rağmen, bugün her zamankinden daha çok olumlu, müsait ve kendini kazanmaya yakındır.
Siyaset ve kazanımlarda bir gün bile önemli zamandır.
Büyük devletlerin çeteciliği, ömürlerinin kısalığına delalettir.
Haklıların küçük devletçikleri ya da devletsizlikleri ile insanlığın yarattığı uygarlıkları ile bugün devletsizliğe düşmeleri yılgınlıklarına sebep edilirse yanlış olur.
Karşımızdakilerin de bin yıllık devletliliklerine kibirlenmelerinin, fetihçi hukuksuzlukları ile çürüdükleri ortada iken, geçtiğimiz zorlu ve incelikli hesapların içinde umutsuzluğa pirim vermek, düşmek, büyük yanılgı olur...
Her gün biraz daha dünyalı olduğumuz, anlaşılmıyor mu?
Büyük kibir, büyük aldatır.
Mütevazi ve uygar olmak kazandırır.
Hukuk içinde mücadele edenler, tarihi uygarlığı arkasına alır ve ilerler.
Devlet ya da çete olabilirsin, ama meşru ve evrensel hukuk çerçevesinde!
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.