Egemen sistemde işleyen zihniyet, dayandığı şoven ideoloji ile kendini “Tanrının sevgili ulusu olduğunu” (Lev Tolstoy) iddia eder. Bu Türk resmi ideolojisinde “sevgili ulus” olmanın da ötesinde, kendi etnik köklerinden koparılmış ve devşirilmiş unsurlardan teşkil ettiği “Türk milleti”nin her bireyini “dünyaya bedel” biçiminde mukayese ettiği ‘Tanrının hiper sevgili üstün ulusu olduğu’ tanımı ile daha bir üstün şovenizm ile ilmek ilmek kanla işlemiştir. Ancak böyle tanımladığı her bireyi, “.... kaçınılmaz bir biçimde gerçekleşecek insan katliamına çağrılı..” bir teakuz durumunda beklettiğinin tarihi olgusuna da tanık olduk, oluyoruz.
Bu ruh hali ile hareket etmeye alıştırılan, tavandan tabana yaygın inşaa edilen ve barbar kıyım makinesine dönüştürülen cahil -köle kitleler, çarpıtılmış “barış ve huzur”un içeriğini ve anlamını anlamadan, kirletilmiş ve içeriğinden boşaltılmış bu erdemli ama cilalanmış savaş köleleri olarak aygıtlaştırılmış ve hep silahlandırılmış barış ortamının bombardımancıları oluyorlar. Zira “Gerçek barış karşılıklı güvene dayanır. Oysa bu korkunç silahlanmalar, her türlü çelişkinin bolca bulunduğu bir zamanda tezahür ederken zor” (Prof. Kont Komanovsky) dediği zamanlarda, barış siyasetinde samimiyete yer bırakabilir mi?
Elbette hayır!
Hava-kara savaş araç-gereçlerinin tüm hızıyla modernize kılındığı ve de bununla “güçlü ordu” politikasının güdüldüğü, karakolların kalekol olarak inşaa edildiği bir süreyi, “barış süreci” olarak değerlendiren bir sahte politik ortamı hep birlikte tiyatral dıram gibi izlediğimiz, ama ardında çok yoğun bir savaş trajedisinin yaşandığı bir dönemi acı ile gördük. Böylesi sahte söylemlerle kitleleri kandırmaya, halka karşı hile ile yaklaşmalara, kendi sıradan egemenliklerinin gelenekleşen şiddet sarmallı adaleti ve eşitliği asla tasarımlamayan siyasetin değişmez kural olduğunu tarihin tescil ettiği bir olgu olmuştur. Buna mukabil, “Önder”, “Önderlik”, “Önderliğin Konseyi” vs. tanımlamalarla “Mazlumların umudu!” haline getirilerek propaganda edilen yapının, bilimsel kavramları egemenin penceresinden bakacak düzeyde çarptırdığı bir hale çekildiğini, ancak bu çarpıtılmış kavramlara karşı koyan girişimin çok da etkili bir tartışma ve aydınlama faaliyeti sergilemediğini izledik.
Bunu Lev Tolstoy 170 yıl önce şöyle izah etmişti.;
“Ancak tarih gösteriyor ki, Sezar’dan Napolyon’a, Napolyon’dan Bismark’a kadar hükümetler hep adaleti ihlal eden güç olarak davranmıştır, başka türlü de olamaz. Şiddet uygulamak üzere kandırılmış, yetiştirilmiş ve kullanılmaya hazır insanları-askerleri- emrinde bulunduran ve onlar aracılığıyla başkalarına egemen olan kişi ya da kişiler için adaletin hiç bir bağlayıcılığı olamaz. İşte bu yüzden hükümetler bütün güçlerini ve bütün yetkilerini borçlu oldukları ve yetiştirilmiş kölelerinin sayısında indirime gitmeye yanaşmazlar!” der.
Bugün bu kölelerin durumu o kadar aleni bir hal almıştır ki, savaş sahasına sürülen her köle, birer “kahraman şehit” olarak propaganda edilerek, sahaya yeni kandırılmış “köle kurbanları” daha bir ucuz ve daha bir coşkuyla sürülmeye vesile olacak şekilde kampanyalarla uğurlandıklarını izleriz! Bu modun çözülmesi, asıl barışa evirilmeye imkan verir. Bunun dışındaki gelişmeler yanıltıcı ve savaşı daha da tetikleyen ortamların yaratılmasına zemin hazırlar. İçeriğinden savrulmuş “barış” savunularının ise esasta savaş baronlarının işini kolaylaştırdığını ve bu yanlış barışı lehlerine muazzam kullandıklarını bilmek mühimdir.
Biz mazlumlar biliriz ki, egemenlerin “silahsızlandırma” siyaseti tamamen mazlumun ya da rakibinin silahsız kılınmasından ibarettir. Mazlumun silahsızlanması ise zalimin katletme amacını kolaylaştırır. Bu husus Yakın Doğu tarihinin yakın ve yeni döneminde fazlasıyla örneklerle doludur.
Egemen her yaptığı katliam öncesinde 'Silahları Bırakın'' der.
Ermenilerin önce silahlarını topladılar, sonra tamamını bu topraklarda çürüttüler.
Rumların önce silahlarını aldılar, sonra "bu toprakları terk edin" dediler. Terk etmeyenler, Çanakkale'de, Asos’ta, Altınoluk’ta, Edremit'te, Akçay'da, Burhaniye'de, Balıkesir'de, Muğla'da, İzmir'de, Bergama'da, Dikili'de, Foça'da öz yurtlarında kovdular. kovulmayı dinlemeyen Rumlar, bir zulümdü gördüler ki hadi var hesabı yok.
Kızılırmak Ahalisinde Pontuslulara da aynısını yaptılar.
En son 6-7 Eylül 1955'de Beyoğlu'nda kalanların üzerine linç kitlelerini sürdüler.
Kürtleri adım adım kontrol etmeyi denediler, bitirmeye çalıştılar Qoçgiri'de, Piran'da, Zilan'da, Sasun'da ve Dersim’de önce silahlarını topladılar. Tıpkı Ermenilere yaptıkları gibi önce silahlarını topladılar. Sonra kitle kitle tasfiye etmeye koyuldular. Öncelikle Erkekleri kandırdılar ve silahlarını aldılar. Sonra tamamını zincirleyip, kuytu vadilere çektiler. Dırrr… taradılar ve "iz kalmasın" diye benzin döküp yaktılar. Ardında ağız birliği edercesine; “iyilik yaptık” dediler.
“Biz, O eşkıyaları ve beyaz donluları öldürmeseydik bu topraklara medeniyet gelmezdi!” dediler.
Ardında Türkçe konuşma yarışları, Türkçe okumalar, “güzel, medeni” ve suskun insanlar olmalarıyla da yetinmediler. Fermanlarına Özel kanunlar çıkaran Mustafa Kemal'e, arkadaşlarına ve jenositle Kurdukları Cumhuriyette zorla "Türküz" diye biat etme yeminleri ettirdiler.. Süngü, Sürgün, salgına tabii tutular. Pek çoğunun canlarını aldılar, Sürgün edip canlarını almadıklarının da ruhunu almaya koyuldular.. Korkuttular, korktular, Zonê ma, zimanê me’yi küçümsettiler. Oğullar sürgünlerden dönüp, torunlar yeniden direndiğinde. Çok şey kaybetmiş idiler, kimisi korkudan Türkleşmiş Kimisi yeniden ’19, ‘25, ‘30, ‘38 katliamları gelmesin diye… korkudan sindiler eşlerinin çocuklarına kapanan peşlerinin dibine, kimisi de bu korkuyla yaşanmaz deyip kafa tutu makus talihe! Şimdi o kafa tutanların da ellerinden silahlarını almak istiyorlar. Akil insanlar, akıllanmış satılmışlar ve her cins oyuncularla hizmet ettirmeyi ve Kürt’ün yanı başındaki dirilişini söndürmeye çalışıyorlar,
En son Savunma Bakanı Vecdi Gönül demişti ya; "Öldürmeseydik Millet olamazdık!" derken kendisiyle yüzleşmek için değil, öldürmenin gereğini hatırlatmıştı ya. Ancak yine Kürtler, tarih ve haklılıklarından aldıkları güçle direndiler. Dün Kürt dirilişini katliamlarla bastıranlar, Bugün farklı bir hamlenin içinde görünüp, aynı tarzı deniyorlar.
Bu kavgalı hesapta!
Yine diriliş ve oyunlar, ölüm ve onur, özlem ile kahır iç içe! Şimdi yine; bir yanda “teröristsiniz. Öleceksiniz” diyorlar!
Peki bütün bunlardan sonra, barış mümkün mü?
Tabi ki!
Bunun için bazı koşulların olgunlaşması ile barış hayat bulabilir.
1- Bunun için hükümetlerin değil, taraf halkların savaş siyasetindeki zararlarının bilince vurması ve uluslararası kamuoyunun bu savaş siyasetinde anti-savaş politikasında cephe alması ile mümkündür.
2- Dünya siyasetinde ağırlığı olan ittifakın, 1990-2005’te Basra Körfezi’nde kısmen görüldüğü üzere mazlumun özgürleşmesine de imkan sunacak bir stratejinin çakışması da bu olanağı sağlayabilir.
3- III. Dünya Savaşı düzeyinde ve uzun bir sürece yayılan bir çatışmalar yumağında, mazlum millet ya da milletlere egemen olan devletlerin yenilgili taraftan olması ile.
4- Sömürgeci sistemde iç çatışmaların egemen olma koşullarını zorlaştırırken, mazlum millet ve milletlerin bu çatışmalı koşulda iç birliğini sağlayarak özgürlük özlemleri ile kendi egemenliğini inşaa ederek adalet ve eşitliği sağlayarak barışı sağlaması ile mümkündür.
Barışın kalıcılaşması ise adalet, eşitlik ve tarihi haksızlıkların giderilmesinde ağırlıklı bir kabulun kamuoyuna hakim olması ile milletler arası gözlemcilerin barışı güvence altına alması ile mümkün olur.
Halen "silahlarınızı bırakın ve çekilin" diyorlar! İnan ki yaşananlardan ders alanlar kanmaz.!. Almayanlar direniş ve emeklerine sırt döner..
Tarih yaratıcı ve üreticidir! Sonumuz umut vericidir!
Umarım bunca olandan sonra Umutlarımız kırılmaz!
Barış!
Kendileri silahlanıp savaşa hazırlanırken başkasının silahsızlanmasını isteyenler, barışın hilebazıdırlar.
Herkesin kalıcı haklarına kalıcı sahip olduğu ve kalıcı bir barış olmadan zaten barış olmaz.
Silahların susması barış değildir, ateşkestir!
Yine barışın kapıları aralanır diye umutlanalım.
Ama kandırılmayı asla!..
Barış için çabalıyoruz.
Barışı bekliyoruz.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.