Okuyucu, bu makalenin başlığına bakarak, yerleşik bir önyargıyla; \"Yine mi boş laf salataları? Gına geldi artık!\" diyecek epeyce insanın olduğunu biliyorum. Benim tavsiyem, bu makaleyi sonuna kadar okumaları. Okuyunca, büyük bir rahatlıkla dönüp; \"evet, gerçekten değdi\" diyeceklerinden eminim. Peki, sıradan insanları sosyolojik ve felsefi bilgilendirmekten nefret ettiren ve \"gına geldi\" dedirten durumlar sizce nedir? Çünkü, makalenin başlık kısmında sıraladığımız bu terminolojik kavramları, orijinal çıkış idealinden saptırılarak içlerinin boşaltılması neden olmuştur. Kürtlerin hep içinde çırpınıp bocaladıkları \"trajedilerden trajedi beğenmek\" misali de bundan bağımsız değil. Kürtlerin bu mağduriyetlerinin 21. asrın ortalarına kadar hala hakkaniyetle çözülmemiş olması, barışçıl çözümün çözümden epeyce uzakta kalmasının sebeplerinden bir tanesi de bu kavramların olması gerektiği anlamlarından saptırılarak içeriği ters-yüz edilerek topluma yansıtılmış olmasıdır. Dolayısıyla, 20. yy’in başlarında Wilson prensipleri olarak bilinen ve 20 kadar maddeyi içeren bu prensiplerin en dikkat çekeni \"Ulusların kendi geleceklerini kendilerinin tayin etme hakkı\" maddesidir. O dönemin gerek siyasi, gerekse toplumsal mevcut konjonktürü son derece müsaitti. Ayrıca, uluslararası siyasi ve diplomatik şartların, sömürge statüsünde kalmış ulus ve toplumların özgürlüklerine kavuşmaları için ayaklanma hakkı dahil bütün mücadele enstrümanlarını meşru gören bir anlayış hakimdi. Böylesine toleranslı bir zemin bulunmasına rağmen, Kürtlerin bu doğal hakka neden ve niçin kavuşamadıklarının nedenlerini objektif analizlerden geçirmek, biz Kürtlere gelecek hataları telafi etmek için son derece elzemdir. Bu durum analiz edildiğinde, şunu görüyoruz: Kürtler, çağın ve dönemin koşullarına uygun; donanımlı, entelektüel, en az evrensel düzeyde iki dil bilen, diplomasi kurallarına aşina, siyasi bir yol göstericilik den mahrum olması en önemli nedenlerinden biridir. Asıl asıl sorun, Kürtlerin ezici çoğunluğunun uluslaşma bilincinden uzak, tebaa ve itaat eden bir toplum görüntüsünü vermiş olmasıydı. Gayrimüslimlerin aksine ulus bilinci, demokrasi ve özgürlükler gibi talepler, Kürt toplum anlayışına epeyce yabancı olmasıydı. Hal böyle olunca, Türkiye\'deki Kürtler, ulusal özgürlüğe kavuşma trendini ıskalayıp kaçırdılar.
Kürtlerin en büyük 3. talihsiz handikaplarından biri de, 20. yy’in son çeyreğinde ortaya çıkan, Kürt ulusal haklarının yegâne savunucusu olduğunu ısrarla savunan soğuk savaş döneminin eseri, totaliter Ortodoks bir örgüt olan PKK\'ye güvenerek arkasına takılmış olmasıydı. Ulus olarak çok haklı oldukları mücadelelerinin yolunu, adı geçen örgütün düzenlediği her eylem, Kürtleri bir adım daha uçuruma doğru sürüklemeleri olmuştur. Demokrasiden, hak ve hukuktan, vicdani ve ahlaki duruştan zerre nasiplenmemiş bu totaliter örgüt, Kürtlerin genç kesiminin enerjisini boş amaçlar peşinde harcayıp tüketmiştir. Onurlu, dürüst ve samimi gençleri dağlara çekerek, onların bu dinamizmini kendi çağdışı ideolojik amaçları için harcamış olmasıydı. Örgütsel ideolojik amaçlarını sömürgeci devlete kabul ettirmek için, son derece donanımlı ve ateş gücü yüksek bir orduyla onları çatışmalara sokup, on binlerce genci bir hiç uğruna harcamıştır. Uluslararası güçler tarafından yakalanıp Türk devletine teslim edilen totaliter örgütün lideri, gözaltında ve mahkeme salonlarında Kürtlerin başını eğdiren pişmanlıklar ve itiraflara sarılmış; \"Bizim, hiç bir zaman bir Kürt ulus devleti kurma amacımız olmamıştır. Kaldı ki biz her zaman ulus devlete karşı olduğumuzu söyledik, söylemeye de devam ediyoruz.\" doğru.
Oysa bu çağa gelip dayanmış bu sorunun yegâne temel çözümü, bağımsız veya federatif yeni bir ulus devletin kurulmasıyla hal olabilen bir duruma evirilmişti. Totaliter örgüt, istedikleri zaman kendi amaçları uğruna kullanabilecek siyasal oy deposu olarak Kürtleri görüyor olmasıdır. 40 yıla yakın bir sürede, büyük şehirlerde amaçsız, pratik sonuçları hep Kürtlerin aleyhinde sonlanmış, vandalist yıkım eylemleri düzenleyerek, yüzleri kamufle edilmiş provokatörlerin sahaya çıkarak, önlerine geleni yakıp yıkan, bir taraftan da tekçi ve inkârcı devletin Kürt esnaf üzerindeki ekonomik ablukası ve baskısı, devam ederken diğer yandan sözde \"Özgür Kürdistan\" bahanesiyle Kürt esnafın dükkan ve araçlarını kundaklamak suretiyle, Kürtlerin meşru ulusal hak talebini, terör ile bağlantılı gösteren eylemleri peş peşe devreye sokmalarıydı. Soğuk savaş eseri bu totaliter örgütün amaçlarından biri de, \"bar solculuğu\" girdabına hapsolup debelenen sosyal-şoven Türk solunu, Kürt yoksullarının sırtına bindirerek onları meclise taşıma görevini üstlenmeleriydi. Hep aşağılanan, hakaret gören, yerlerde sürüklenen çoğu kadın kaderin bu kötü cilvesi neticesi, hala bu örgütün arkasına takılmış olması ise çok hüzün verici. Bu da Kürtlerin başka bir aymazlık ve handikabıdır.
Öyle görünüyor ki bu aymazlık, önümüzdeki 2024 Mart yerel seçimlerinde de kendini gösterecektir. CHP ile şimdiden sürdürdükleri gizli kapaklı görüşmelerde, 2024 Mart mahalli seçimlerde belli merkezlerde CHP\'nin adaylarını destekleme karşısında Kürtlerin ulusal haklarının barışçıl bir yolla çözümü için gerek parlamentoda, gerekse uluslararası platformlarda nasıl bir destek sağlayacaklarını konusunu kayıt altına alabilecekler mi? Geçen yıl ki Otokrat bir rejime dönüşmüş Cumhurbaşkanlığı seçiminde, CHP\'nin genel başkanı koltuğunda oturan Kemal Kılıçdaroğlu\'na oluk oluk akıtılan Kürt oyları karşılığında Kürtlerin ulusal ve demokratik hak talebiyle ilgili hiç bir şey istenmediğini biliyoruz. Kürtler için vazgeçilmez ve hayati olan ulusal hak ve demokrasi talebi, protokollerle resmi kayıt altına alınmadan karşılıksız bir destek sunulmuştu. Böylesi bir davranış içine giren bir parti kendi kendini inkâr etmesi demekti \"Kürt partisi\" olarak lanse edilen HDP ve türevlerinin yönetici ve kadroları, gerçek anlamda bir parti gibi davranmadılar. için, bu tür şeyler yaşanıyor. Çünkü HDP vesayet altında bir parti değil, bir dernek konumunda. Eş başkanları da, vesayetçilerin \"prezidyum yüksek istişare kurulu\" tarafından \"uygun\" görülenler eş başkanlığa atanır. Bu aymazlık ne yazık ki hala devam ediyor. Kürtlerin \"namus belası\" na verdikleri oylar, şoven-milliyetçi beyaz Türklerin partisi CHP ve ezeli iktidar rakibi Neo-Osmanlıcı Muhafazakâr dinci parti arasında süregelen iktidar ve rant kavgasına hep kurban edildi. Oysa tarih bilinci bize, Kürtlerin bu iktidar ve rant kavgasına tutuşan bu iki siyasal Türkçü-Dindi akımı; \"al birini vur ötekine\" diye elinin tersiyle itmesi gerekiyordu.
Modernite çağının ortaya çıkardığı adı geçen kavramları, yüzlerine sahte maskeler takmış sosyal-şoven Türk solunun bu kavramların içlerini boşaltıp ters-yüz ederek, bunları Kemalist ideolojiye yarayacak birer payanda ya dönüştürmüştür. Kürtlere ve Türkiye\'nin diğer mağdur yığınlarına yutturulmaya çalışılan bu sahte felsefi kavramları ayıklamak için de, bu kavramların orijinal çıkışlarını bilmekten geçer. Bu durum, kendilerini \"seküler ve Laik\" sanan, ayrıca burunlarından kıl aldırmayan Kürt siyasi aymazları, kendi toplumunun öz gerçekliğinden kopmuş, halüsinasyonlarla hareket eden bir sersemliğe saplanmıştı. 18. yy da yaşamış İngiliz dil bilimi filozofu Samuel JOHNSON tarihe geçen şu sözleri insanoğlunun kulaklarına küpe yapmıştı; \"Bilgisiz dürüstlük, zayıf ve faydasızdır. Dürüst olmayan bilgi ise, tehlikeli ve korkunçtur.” diye. Müthiş bir filozofik söylem. Sayıları on milyonlarla ifade edilen, aynı zamanda gezegenimizin en mazlum ulusu olarak hak gaspının tek mağduru olarak kalmış Kürtlerin (Ortadoğu coğrafyasında, kimilerine göre 60 milyon, kimilerine göre 40 milyon) 21. yy’in ikinci çeyreğinde hala inkâr ve yok saymalara maruz kalıp mecliste, mahkemelerde onur kırıcı bir şekilde tutanaklarla kendi kadim dillerine hala; \"bilinmeyen bir dil\" şeklinde yaklaşıyorsa sözün bittiği noktadayız.
SEKULERİTE VEYA SEKULER KİŞİLİK: Kişilerin, dünyevi hayata bakış ve duruşlarını belirleyen bir yaşam felsefesidir. Modernite çağının (Rönesans) fikir babaları filozoflar (Kant, Voltair, J.J. Rousseau, Descartes vd.) toplumların erdemli bir yapıya evirilebilmeleri için seküler kişiliğin şart olduğunu, toplumu değiştirmek ve dönüştürmek için de toplumun yarısının bu anlayış benimsenmesi gerektiğini söylerler. Dolayısıyla seküler kişilik; inanç-inançsızlık veya dindar-dinsizlik perspektifiyle davranış gösteren felsefi bir yaklaşım değildir. Kişilerin olaylar ve olgular konusunda yorum yapmasını ve duruş belirlemesini ortaya koyan bir vicdan muhasebesidir. Seküler kişilik bu tavır ve davranışları dostluk, akrabalık, inanç ve ideoloji yönünde değil, vicdani kanaata göre tavır belirler. İnsanoğlunun böylesi teorik tartışmalarda, duygularıyla veya inancıyla hareket etmeyip vicdani saiklerle davranış göstermesinin mümkün olabilirliği üzerinde bu durum çok tartışılmıştır. 1789 Fransız devrimi sonrası sekülerlik, pratikte ete-kemiğe bürünmüştür. Seküler yaşam felsefesi ve laiklik günümüz koşullarında insanlar tarafından en çok yanlış anlaşılmış bir kavram -Özellikle Müslümanlar tarafından- Şu anki Müslüman toplumların çoğunda, seküler yaşam felsefesi ve laiklik, çok yanlış anlaşılmış. Hele Türkiye\'deki laikliği anlama ve kavrama biçimi, tam bir felakettir. Resmi anlayışta, güya Türkiye Cumhuriyeti devleti laik bir devlet olarak tanımlanır. Oysa bunun tümü yalan. Türkiye devleti hiçbir zaman gerçek anlamda laik bir devlet olamadı. Laiklik kavramı, Kemalist rejimin diktatörlüğüne payanda olacak şekilde topluma zorla dayatıldı. Uygulanan şey Fransız devriminin kaos ve terör döneminde Maximilian Robespiyer\'in uyguladığı jakoben terörünü laiklik diye topluma dayatıldı. İleride laisite (Laiklik) başlığı altında gerçek laiklik ile otoriter jakoben diktatör laikçiliğini kesin çizgilerle ayırımını yapacağız. Kemalist diktatörlüğün topluma dayattığı jakoben laikçilik, Pozitivist Darwinizm ile kaba ve katı materyalizmin birer versiyonu şeklinde uygulandı. Kemalist Türk tipi laikliğin evrensel laiklik ile, uzaktan yakından bir ilgisi olmadığı gibi, hiç bir benzerliği de yoktur.
Dinler ve onların birer versiyonu olan mezheplerin ortaya çıkmasıyla, adı geçen dinlerden rant elde etmeye çalışan din baronları, kafalarında ürettikleri hurafe ve yalanlarla \"Allah\'ın istediği ve arzuladığı hakiki yol\" diyerek topluma bu hurafeleri dayatmaları, o dine inanmış sıradan insanları çok yoğun bir şekilde \"günah metaforu\" ve \"cehennemde çayır cayır yanma\" korkusuyla onları korkutmuş, insanlar arasında vahşi ve barbarlık derecesindeki savaşların da fitilini ateşlemiştir. Bu son derece saçma ve anlamsız savaşlarda milyonlarca insan boş yere birbirlerini kırmıştı. Bu metaforlarla, ölümlere seve seve bodoslama dalmaya hazır \"ekili bir avuç tarlası bile olmayan\" cahil ve yoksul insanlar; \"Bu yolda ölürsek şehit olup cennete gideriz\" diyerek, dünyevi hayatları sefalet içinde geçmiş, kaybedecekleri bir şeyleri kalmamış, üstüne üstlük Allah tarafından kendilerine verilecek 72 huri taahhüdü ağızlarının suyunun akmasına yeterli bir sebep olmuştu. Bu beklentilerle İnandıkları ve her isteneni yapan bu insanlar, anlatıldığı gibi bu savaşta öldüklerinde şehit mi olurlar, Niyazi mi? sorusunun cevabını şimdilik elbette bilemeyiz Bu ilahi kudretin -eğer varsa- düdüğü çalıp, mahşer gününün geldiğini açıklamasıyla belli olur. Din baronları daha da ileri giderek; \"Allah yolunda cihat\" ve \"cenneti garantileme\" adına çıktıkları yol, kendi türünün kanına susamış bu türden canilikleri \"Allah\'ın yolundan yürümek\" olarak zihinlere çok güzel nakışladılar. Onun için 21. yy da bile hala İŞİD ve türevi fundamentalist vahşi örgütlerin tavuk boğazlar gibi insan kafası kesmeye devam ediyorlar. bu meşruiyeti de ayetler arasında saklı şu ifadelerden alıyorlar; \"...onlara acımayın vurun, hepsini yok edin... şüphesiz ki Allah her şeyi bilendir\" Diğer tarafta \"Allah\'ın verdiği canı ancak Allah alabilir\" ya da \"Bir insanı öldürmek, tüm insanlığı öldürmüş olur\" gibi makul vicdani sözleri de aynı kutsal kitaplardan okuyabilirsiniz. Peki Allah verdiği canları nasıl alır? Tabi ki Azrail vasıtasıyla. Peki bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?
Birbiriyle taban tabana zıt sarf edilen bu \"ilahi\" sözlerden toplumlar hangisine inanmalı? Kendilerine Allah tarafından yetki verildiği hezeyanlarına kapılan bu vahşi örgütler, kendilerinden zayıf gördükleri toplulukların üzerlerin yürüyüp onları vahşice öldürdükten sonra, geride bıraktıkları mallarını, kadın ve kızlarını da ganimet adı altında talan ederek, kadın ve kızlarını da \"seks kölesi\" (cariye) olarak kullanmak, bıktığında da köle pazarlarında onları satmak \"kainatı yoktan var eden\" ilahi kudretin gerçekten bir isteği ve talebi olabilir mi? Bu vahşilikleri insanoğlu 21. yy da hala yaşayabiliyorsa sanırım söylenecek çok ta söz kalmamıştır. Onun için rönesans fikriyatını öngörenler, insanlık onurunu kurtarmak vicdanları harekete geçirmek adına seküler kişiliğin elzem olduğunu bir manifestoyla topluma sunmuşlardı. Kısaca, Seküler kişilik, bir dine, bir mezhebe veya dinsizliğe olan bağlılığı değil, kişi vicdanını ve beş duyusunu devreye koyarak erdemli karar vermeyi sağlayan ahlaki birer silsiledir. Seküler kişilik, din veya dinsizliğe göre değil, davranışlarında vicdan, empati ve merhamet ölçüsünü kullanmanın ilkesel inancıdır.(Devam edecek)
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.