Karanlık Çağlardan Günümüze: Sokrates’ten Beşikçi’ye

Bugün bizler hâlâ onurlu, başı dik bir şekilde ayakta durabiliyorsak, bu Sokrates’ten Beşikci’ye uzanan hakikat zincirinin, Qazî Muhammed’in, Seyyid Rıza’nın, Şeyh Said’in, Mela Mistefa’nın, Leyla Qasim’ın ve nice kahramanın fedakârlıkları sayesindedir.

29 Ağustos 2025 - 00:17
29 Ağustos 2025 - 00:17
 0
Karanlık Çağlardan Günümüze: Sokrates’ten Beşikçi’ye

Sarı Hoca ile Devri Âlem kitabını sonlandırmak üzereyken yakın çevremden gelen bir öneri beni derinden etkiledi. Arkadaşlarım, yıllardır İsmail Beşikci üzerine çalıştığımı, vakıf faaliyetleri yürüttüğümü ve en önemlisi de İsmail Beşikci üzerine “Çağımızın Sokrates’i İsmail Beşikci” adlı kitabı kaleme aldığımı hatırlattılar. Dediler ki: “Eğer bu uzun yolculukları Sokrates’e bir ziyaretle taçlandırırsan, anlatın çok daha anlamlı olur.”

Bu öneri gerçekten de yerindeydi. Zira Çağımızın Sokrates’i, İsmail Beşikci kitabını yazarken, onun Kürdoloji çalışmalarını yürüttüğü coğrafyaları tek tek dolaşmıştım. Keban’dan Şemdinli’ye, Beytüşşebap’tan Yüksekova’ya kadar gittiğim her yerde, Beşikci’nin araştırmalarına tanıklık ettiği mekânları bizzat görerek, onun duygularına ve düşünce ufkuna yakından temas etmeye çalışmıştım. Bu açıdan bakıldığında, çağımızın Sokrates’i olarak tanımladığım Beşikci’yi anlamanın bir devamı da Sokrates’in izini Atina’da sürmek olacaktı.

Ben Beşikci’yi duruşu ve direnci bakımından Sokrates’e benzetirken, aynı zamanda onu klasik Kürd milli okulunun kurucusu olan Ehmedê Xanî’nin ruhunun bir devamı şeklinde değerlendirmiştim. Bu yüzden Ehmedê Xanî’nin türbesini ziyaret ettiğim gibi, Sokrates’in mekânını ziyaret etmemek bir eksiklik olurdu.

Atina Yolculuğu

Hem kardeşimin ailesini ziyaret etmek hem de Sokrates’i bizzat yerinde görmek ve ziyaret düşünceyle İstanbul’dan Atina’ya 25 Ağustos 2025 tarihinde uçak bileti aldım. Atina’ya öğlen saatinde vardım. Otuz yıldır Atina’da yaşayan kardeşim Mustafa Gürbüz, eşi Deniz ve oğlu Aras’la buluşup önce onlarla hasret giderdik; ertesi gün ise planımızı yapıp Sokrates’in hapsedildiği mağaraya yöneldik.

Atina’nın kalbinde yükselen Akropolis, bir şehir-devletin kudretini ve karar alma mekanizmasını yansıtırken, onun hemen eteklerinde yer alan zindan, büyük filozof Sokrates’in trajik sonunu hatırlatıyordu. Akropolis’in görkemli tepesiyle yalnızca beş-altı yüz metre aşağıda bulunan mağara, adeta özgür düşüncenin zincire vuruluşunu sembolize ediyordu. Hücrelerin serin taş duvarlarına dokunurken, Sokrates’in son günlerini burada geçirdiğini hayal etmek insana büyük bir hüzün veriyor.

Akropolis’in gölgesinde kurulan mahkemelerde alınan kararların, kısa süre içinde bu zindanda infaza dönüşmesi, düşünce ve iktidar arasındaki kadim çatışmayı gözler önüne seriyordu. Benim için bu ziyaret, yalnızca bir filozofa duyulan saygının ifadesi değil, aynı zamanda İsmail Beşikci’nin çağımızdaki entelektüel direnişinin tarihsel kökleriyle kurduğu bağın da somut bir tanıklığı oldu.

Akropolis’in eteklerinden yukarı doğru tırmanıp, Sokrates’in kapatıldığı zindanın bulunduğu tepeye vardığımızda, bir an için çevresini kuşatan modern yapıları görmezden geldim. Zihnimde, Atina Şehir Devleti’nin kalbinin attığı o mekânı, bir zamanların yönetim merkezini canlandırdım. Sokrates’in elleri bağlı halde zindana getirilişini, oradan mahkemeye çıkarılışını, duruşmada sergilediği asaleti düşündüm. Arkadaşlarının gözyaşlarına, kurtarılma taleplerine rağmen ölüm karşısında en küçük bir tereddüt göstermeyişini, ölümü bir hakikat şenliği gibi kucaklayışını hayal ettim. O an, sanki kendi adımlarımı değil, Sokrates’in zindana doğru bıraktığı ayak izlerinin üzerinden yürüyordum.

Bu tahayyül içerisinde zihnim, 1971 yılının Diyarbakır’ına da kaydı. İsmail Beşikci’nin askeri mahkemelere getirilişini düşündüm. Tıpkı Sokrates gibi, mahkeme salonunda korkusuzca hakikati dile getirişini, tüm tehditlere, şantajlara rağmen tek bir geri adım atmaksızın resmî ideolojiyi ve sömürgeci aklı yargılayışını gözlerimin önünde canlandırdım. Beşikci’nin duruşu ile Sokrates’in asalet dolu duruşu arasındaki derin benzerliği hissettim.

Fakat zihnimdeki bu film şeridi burada da bitmedi. Aynı atmosfer içinde, Kürd ulusu adına yola çıktığını söyleyen bir başka figürün, yakalandığında sergilediği teslimiyetini ve devlete hizmet etmeye hazır olduğunu ilan edişini hatırladım. Bir tarafta Sokrates’in ve Beşikci’nin dirayetli çizgisi, diğer tarafta utanç verici bir boyun eğiş; zihnimde yan yana durdu.

Ve ardından tarihsel hafızanın başka sahneleri akıp geçti: Qazî Muhammed’in darağacına yürürken “iki artı iki eşittir bir eder, Kürdistan dört parça değil, birdir” sözleriyle hakikati haykırışı ancak tesmiyeti ve ihaneti benimsemiş bir liderin, Judendart olarak suçladığı Seyyid Rıza’nın idam sehpasına giderken sömürgeci cellatların karşısında “ben sizin önünüzde diz çökmedim, bu size dert olsun” deyişi, Şeyh Said’in sömürgeciler karşısında boyun eğmeyen direnci… Belleğimin koridorlarında, Leyla Qasim’ın Saddam’ın zindanlarında ölümle yüzleşirken bile kahramanca yükselen çığlığı yankılandı. 

Bütün bu sahneler, ardı ardına bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti. Böylece Atina’nın antik taşlarının sessizliğinde, Sokrates’in zindanında başlayan düşünce yolculuğu, Diyarbakır’dan Mahabat’a, Dersim’den Halepçe’ye, Hewlêr’den Bağdat’a uzanan bir kolektif hafıza atlasına dönüştü. Hepsinin ortak paydası, hakikat uğruna ölümü göze almış olmanın onuruydu.

M.Ö. 399 yılında, Büyük Filozof Sokrates’in Atina’daki mahkeme tarafından ölüme mahkûm edilmesinin ardından getirildiği zindanın kapısında, bugün hâlâ duran demir korkuluklara dokundum. Hücrenin duvarlarına elimi sürdüm; muhtemelen onun da parmaklarının değdiği taşlardı bunlar. Sokrates’in zindana girip çıkarken adımlarını bastığı toprağa dokundum. Orada, ahlak felsefesinin en büyük filozoflarından birinin hakikat uğruna ölümden geri durmadığı, baldıran zehrini tereddütsüzce içtiği mekânın sessizliği içinde, cezaevi kapısının önünde bir konuşma yaparak onu andım.

Bu anmada yalnızca Sokrates’i değil, onunla aynı çizgide hakikati savunmuş İsmail Beşikci’yi de dile getirdim. Zihnimde, Sokrates’in ruhuyla Beşikci’nin ruhunu orada buluşturdum. Sokrates’i saygı ve minnetle anarken, düşündüm: Eğer Sokrates, Giordano Bruno, Miguel Servetus, Sebastion Castellio ve hakikati savunurken canlarını feda eden bilim insanları olmasaydı; eğer günümüzde Beşikci gibi bir bilge ses yükselmemiş olsaydı, dünya çoktan köleleştirilmiş bir düşünce çöplüğüne dönüşmüş olacaktı. Adalet, vicdan, yüksek ahlak gibi kavramlar tarihin karanlık dehlizlerinde kaybolacak, paranın tanrılaştırıldığı, sömürünün ve talanın kutsandığı bir çağda insanlık manevi ve moral değerlerinden tamamen kopacaktı.

İşte bu yüzden, karanlık çağlarda bir ışık yakan Sokrates’i, Bruno’yu, Servetus’u; modern çağın direniş sesleri olan Sartre’ı ve Fanon’u; günümüzde hem Ehmedê Xanî’nin hem de Sokrates’in ruhunu taşıyan İsmail Beşikci’yi saygıyla anıyorum. Onların açtığı yol, mutlaka gelecek kuşaklar tarafından sahiplenilecek ve daha ileriye taşınacaktır. Çünkü eğer bu büyük filozofların, düşünürlerin ve direnişçilerin duruşları, değerleri ve fedakârlıkları olmasaydı, insanlık bugün ruhsuz, moralsiz, vicdansız bir çöplükten ibaret olacaktı.

Bugün bizler hâlâ onurlu, başı dik bir şekilde ayakta durabiliyorsak, bu Sokrates’ten Beşikci’ye uzanan hakikat zincirinin, Qazî Muhammed’in, Seyyid Rıza’nın, Şeyh Said’in, Mela Mistefa’nın, Leyla Qasim’ın ve nice kahramanın fedakârlıkları sayesindedir. Onları bu vesileyle bir kez daha saygıyla anıyorum. İnsanlık direnenleri gönlünde ve ruhunda hep yaşatacak, milletine ihanet edenleri ise lanetleyecektir. 

Bu yazı toplam 328 kişi tarafından görüldü.
Son güncellenme: 02:22:16