Jorin Avesta: Kürdler İçin Mutlak Zafer Milliyetçilikle Mümkündür

''Başka milletler kendi kaderlerini nasıl çizdiler? Parçalanmış, sömürülmüş, hor görülmüş milletler, nasıl oldu da küllerinden doğup güçlü devletler kurdular? Bu sorunun cevabı, istisnasız bir şekilde tek bir kavramda gizlidir: Milli Şuur ve Milliyetçilik.''

16 Ağustos 2025 - 15:06
16 Ağustos 2025 - 15:06
 0
Jorin Avesta: Kürdler İçin Mutlak Zafer Milliyetçilikle Mümkündür

Tarihin uzun ve dolambaçlı yollarında yürürken, bazen durup kendimize şu soruyu sormamız gerekir: Biz kimiz, nereden geldik ve nereye gidiyoruz? Bu sorular, bireyler için olduğu kadar, varlık mücadelesi veren milletler için de hayatidir. Cevapları, bir milletin ya tarih sahnesinden silinmesine ya da onurlu bir şekilde hak ettiği yeri almasına neden olur. Bugün, Kürd milleti olarak tam da böyle bir kavşaktayız. Önümüzde uzanan yollardan biri, bizi esarete, kimliksizleşmeye ve yok oluşa götüren eski, denenmiş ve başarısız olmuş patikadır. Diğeri ise, zorlu, engebeli ama zirvesinde mutlak zaferin, özgürlüğün ve devletleşmenin bulunduğu milliyetçilik yoludur.

​Gelin, bir an için kendi acılarımızın, kayıplarımızın ve günlük siyasetin boğucu atmosferinden sıyrılıp dünyaya ve tarihe bakalım. Başka milletler kendi kaderlerini nasıl çizdiler? Parçalanmış, sömürülmüş, hor görülmüş milletler, nasıl oldu da küllerinden doğup güçlü devletler kurdular? Bu sorunun cevabı, istisnasız bir şekilde tek bir kavramda gizlidir: Milli Şuur ve Milliyetçilik.

Simón Bolívar ve Birleşik Güney Amerika Hayali

​Latin Amerika'nın en ikonik figürü olan Simón Bolívar, "El Libertador" (Kurtarıcı) olarak anılır. Venezuelalı zengin bir Kreol ailesinden gelen Bolívar, Avrupa'da Aydınlanma düşüncesinden ve Napolyon'un yükselişinden derinden etkilenmişti. Onun milliyetçilik anlayışı, sadece kendi vatanı Venezuela'yı değil, İspanyol egemenliği altındaki tüm Güney Amerika'yı tek bir büyük ve güçlü ulus olarak birleştirmeyi hedefliyordu.

​Mücadelesi: Bolívar, 1810'larda başlattığı askeri kampanyalarla bugünkü Venezuela, Kolombiya, Ekvador, Panama, Peru ve Bolivya'nın İspanya'dan bağımsızlığını kazanmasını sağladı. Ordusuyla And Dağları'nı aşarak yaptığı destansı yürüyüş, askeri tarihin en büyük başarılarından biri olarak kabul edilir.

Gran Colombia (Büyük Kolombiya)

Projesi: Bolívar'ın en büyük hayali, bağımsızlığını kazanan kuzey ve batı Güney Amerika topraklarını Gran Colombia adı altında tek bir federal devlette birleştirmekti. 1819'da kurulan bu devlet, ABD'ye rakip olabilecek güçlü bir Latin Amerika bloğu oluşturma vizyonunun bir ürünüydü. Ancak bu proje, yerel liderlerin rekabeti, coğrafi engeller ve bölgesel kimliklerin "Amerikalı" üst kimliğinden daha güçlü çıkması nedeniyle Bolívar'ın ölümünden kısa bir süre sonra 1831'de dağıldı.

​Mirası: Gran Colombia projesi başarısız olsa da, Bolívar'ın mücadelesi ve vizyonu, Latin Amerika'da sömürgeciliğe karşı milli direnişin ve bağımsızlık ateşinin en güçlü sembolü haline geldi.

José de San Martín ve Güney'in Kurtuluşu

​Bolívar kuzeyde mücadele ederken, kıtanın güneyinde bir başka büyük lider sahneye çıkmıştı: José de San Martín. Arjantinli bir Kreol olan San Martín, İspanyol ordusunda eğitim görmüş yetenekli bir generaldi. Onun milliyetçiliği daha pragmatik ve askeri odaklıydı.

​Stratejisi: San Martín, Latin Amerika'daki İspanyol gücünün merkezi olan Peru'yu devirmeden tam bağımsızlığın kazanılamayacağına inanıyordu. Bu amaçla dâhiyane bir plan geliştirdi.

​And Ordusu: Arjantin'de "And Ordusu" adını verdiği bir ordu kurdu ve tıpkı Bolívar gibi, binlerce askeriyle birlikte zorlu And Dağları'nı aşarak Şili'ye ulaştı. Orada Şilili vatanseverlerle birleşerek İspanyolları yendi ve Şili'nin bağımsızlığını sağladı.

​Peru'nun Bağımsızlığı: Ardından deniz yoluyla Peru'ya geçti ve 1821'de başkent Lima'yı ele geçirerek Peru'nun bağımsızlığını ilan etti. San Martín, kendisini kral veya diktatör yapmak yerine "Peru'nun Koruyucusu" unvanını aldı.

​Tarihi Buluşma: 1822'de Ekvador'da Bolívar ile tarihi bir görüşme yaptı. Bu görüşmenin detayları gizli kalsa da, sonrasında San Martín'in mücadelenin geri kalanını Bolívar'a bırakarak siyasetten çekilmesi, onun kişisel hırslarından çok, Latin Amerika'nın bağımsızlık davasına öncelik veren bir vatansever olduğunu göstermiştir.

Meksika: Bir Rahibin İsyanından Doğan Millet

​Meksika'nın bağımsızlık mücadelesi, Güney Amerika'dan farklı olarak daha sosyal ve halkçı bir tabandan başladı.

​Dolores Feryadı (Grito de Dolores): 16 Eylül 1810'da, Dolores kasabasının rahibi Miguel Hidalgo y Costilla, kilise çanlarını çalarak halkı İspanyol yönetimine karşı isyana çağırdı. Bu olay, "Dolores Feryadı" olarak tarihe geçti ve Meksika Bağımsızlık Savaşı'nı başlattı. Hidalgo'nun ordusu, büyük ölçüde yoksul yerlilerden ve melezlerden (mestizo) oluşuyordu. Bu, harekete aynı zamanda bir sınıf mücadelesi niteliği kazandırdı.

​Toplumsal ve Milliyetçi Hareket: Hidalgo'nun isyanı, Kreol seçkinlerini korkuttu ve bir süre sonra yakalanıp idam edildi. Ancak mücadeleyi, José María Morelos gibi diğer liderler devam ettirdi. Bu ilk isyanlar askeri olarak başarısız olsa da, Meksika halkı arasında ortak bir düşmana karşı birleşme ve "Meksikalılık" kimliğinin oluşmasında kritik bir rol oynadı.

​Bağımsızlığın Kazanılması: İronik bir şekilde, Meksika'nın bağımsızlığı 1821'de, İspanya'daki liberal devrimden endişe eden muhafazakâr Kreol lideri Agustín de Iturbide'nin isyancıların safına geçmesiyle kazanıldı. Başlangıçta halkçı bir isyan olarak başlayan hareket, sonunda seçkinlerin öncülüğünde bir ulus-devletin kurulmasıyla sonuçlandı.

Haiti Devrimi: Kölelerin Kurduğu İlk Bağımsız Millet

​Latin Amerika'daki en radikal ve benzersiz milliyetçi hareket, o zamanlar Fransız sömürgesi olan Saint-Domingue'de (bugünkü Haiti) yaşandı.

​Tarihteki Tek Başarılı Köle İsyanı: 1791'de başlayan Haiti Devrimi, tarihteki tek başarılı köle isyanıdır. Fransız Devrimi'nin "Eşitlik, Kardeşlik, Özgürlük" sloganlarından ilham alan Afrikalı köleler, sömürge yönetimine ve köle sahiplerine karşı ayaklandılar.

​Toussaint Louverture'un Liderliği: Kendisi de eski bir köle olan dâhi stratejist Toussaint Louverture'ün liderliğinde, isyancılar Fransız, İspanyol ve İngiliz ordularını yenilgiye uğrattı. Louverture, köleliği kaldırdı ve adada özerk bir yönetim kurdu.

​Irk ve Kimlik Temelli Milliyetçilik: Haiti milliyetçiliği, Avrupa kökenli Kreol milliyetçiliğinden farklı olarak, Afrikalı kimliği ve kölelik karşıtlığı üzerine inşa edilmişti. Bu, sömürge dünyasında ezilen siyahların kendi kaderlerini tayin edebileceğini gösteren emsalsiz bir örnekti.

​Bağımsızlık: Louverture'ün Napolyon tarafından tuzağa düşürülüp Fransa'da hapsedilerek ölmesine rağmen, onun komutanı Jean-Jacques Dessalines mücadeleyi sürdürdü ve 1 Ocak 1804'te Haiti'nin bağımsızlığını ilan etti. Böylece Haiti, ABD'den sonra Amerika kıtasında bağımsız olan ikinci ülke ve dünyanın ilk siyah cumhuriyeti oldu.

​Yüzyıl İtalyası'nı da düşünelim. Yüzyıllardır birbiriyle savaşan şehir devletçiklerine, dükalıklara, krallıklara bölünmüş, dış güçlerin oyuncağı haline gelmiş bir coğrafyaydı. İtalyanlar, ortak bir dil ve kültüre sahip olmalarına rağmen "İtalyan milleti" olma bilincinden yoksundu. Peki ne değişti? Giuseppe Mazzini gibi düşünürler, "Genç İtalya" gibi örgütlerle milli bilinç ateşini yaktılar. "Önce İtalya'yı yapmalıyız, sonra İtalyanları" demediler; tam tersine, "zihinlerdeki İtalyanları" yaratarak coğrafi İtalya'yı kurdular. Garibaldi'nin "Binleri" sefere çıktığında, onları harekete geçiren güç, sosyalist bir enternasyonalizm ya da feodal bir bağlılık değil, saf ve katıksız İtalyan milliyetçiliğiydi. Sonuç ne mi oldu? Bugün bildiğimiz, dünyanın en büyük ekonomilerinden ve kültür merkezlerinden biri olan İtalya doğdu.

​Ya da gözlerimizi Balkanlar'a çevirelim. Yüzyıllarca Osmanlı'nın bir parçası olarak yaşamış Sırplar, Yunanlar, Bulgarlar... Onları isyana ve bağımsızlığa götüren neydi? Marksist bir sınıf mücadelesi mi? Elbette hayır. Onları birleştiren ve "ya istiklal ya ölüm" dedirten şey, kendi milli kimliklerine olan sarsılmaz inançlarıydı. Her biri, kendi kilisesiyle, kendi diliyle, kendi tarihiyle yoğrulmuş bir milliyetçilikle ayağa kalktı ve kendi ulus devletlerini kurdu. Onlar, başka bir milletin gölgesinde "özerklik" ya da "kültürel haklar" dilenmediler; kendi evlerinin mutlak efendisi olmayı talep ettiler ve bedelini ödeyerek aldılar.

Asya'da Endonezya'ya bakalım

350 yıl boyunca Hollanda sömürgesi olan Endonezya'da ulusal bilinç, 20. yüzyılın başlarında aydınlar ve gençlik hareketleri aracılığıyla filizlendi. Sukarno gibi karizmatik liderler, binlerce adaya yayılmış yüzlerce farklı etnik grubu "Bhinneka Tunggal Ika" (Farklılıklar İçinde Birlik) sloganı altında birleştiren bir milliyetçilik anlayışı geliştirdi. İkinci Dünya Savaşı'nın ardından Japon işgalinin sona ermesiyle 1945'te bağımsızlıklarını ilan ettiler ve Hollanda'ya karşı dört yıl süren kanlı bir devrim ve bağımsızlık savaşı vererek egemenliklerini kazandılar.

​Bu örnekler bize ne anlatıyor? Tarihin şaşmaz bir kanunu vardır: Milli bilincini oluşturmuş ve bu bilinç etrafında kenetlenmiş milletler, eninde sonunda zafere ulaşırlar. Milliyetçilik, bir milleti bir arada tutan çimentodur. O çimento olmadan inşa edilen her yapı, en ufak bir sarsıntıda yıkılmaya mahkumdur.

​Peki, biz bu denklemin neresindeyiz? Kürd milleti olarak biz, neden bu kadar uzun süredir acı çekiyor, neden topraklarımız parçalanmış ve neden hala başkalarının merhametine muhtaç bir şekilde yaşıyoruz? Cevap acı ama basittir: Çünkü bizler, çok uzun bir süre boyunca kendi milli davamızı başka ideolojilerin, başka milletlerin çıkarlarının arkasına koyduk.

​Özellikle 20. yüzyıl boyunca Kürd siyasi hareketine egemen olan sol ve sosyalist ideolojiler, bize sürekli olarak "Kürd sorununun çözümünün Ortadoğu devriminden geçtiğini", "sınıf mücadelesinin ulusal mücadeleden önce geldiğini", "enternasyonalist kardeşliğin" her şeyin ilacı olduğunu anlattı. Bu uğurda on binlerce Kürd genci canını verdi. Peki sonuç ne oldu? Uğruna savaştığımız Türk, Arap ve Fars solcuları, kendi devletlerinin bekası söz konusu olduğunda en az kendi faşistleri kadar milliyetçi kesildiler. Kürdlerin fedakarlıkları, "devrimci dayanışma" masallarıyla geçiştirildi ve Kürdlerin en temel ulusal hakları, "burjuva milliyetçiliği" yaftasıyla aşağılandı. Biz, kendi evimizin anahtarını başkalarına emanet ettik ve onlar da o anahtarı kendi ceplerine koyup kapıyı üzerimize kilitlediler. Bu acı tecrübe bize göstermiştir ki, Kürd'ün Kürd'den başka dostu yoktur ve Kürd milliyetçiliğinden başka kurtuluş reçetesi yoktur.

​Bugün geldiğimiz noktada ise umutsuzluğa yer yok. Tam tersine, tarihin akışı lehimize dönüyor. Özellikle Rojava'da yaşananlar, bir kader anıdır. Evet, Türkiye'nin baskıları, "silah bıraksınlar" dayatmaları ve uluslararası güçlerin iki yüzlü politikaları var. Ancak bunlar, resmin sadece bir parçası. Diğer parçasında ise, ilk defa Kürdlerin kendi kaderini tayin etme iradesini bu kadar net bir şekilde ortaya koyduğu bir gerçeklik var. Rojava, sadece bir coğrafi bölge değil, aynı zamanda bir milli bilinç laboratuvarıdır. Orada atılacak akıllıca politik adımlar, kurulacak doğru ittifaklar ve en önemlisi, Kürd milliyetçiliği temelinde bir yönetim anlayışının tavizsiz bir şekilde sürdürülmesi, sadece Rojava'nın değil, tüm Kürdistan'ın geleceğini şekillendirecektir.

​Rojava'da kazanılacak statü, domino etkisiyle Başur'un konumunu daha da güçlendirecek, Rojhilat'taki kardeşlerimize ilham ve cesaret verecek ve Bakur'daki milli uyanışı körükleyecektir. Unutmayalım ki, bu parçaların hepsi birbirine bağlıdır. Bir parçadaki zafer, diğerlerini de ayağa kaldırır. Belki de öyle bir an gelecek ki, bu milli uyanış dalgası, unutulmuş topraklardaki, Kafkasya'daki Kürd kardeşlerimize kadar ulaşacak ve orada da yeni umut kapıları aralayacaktır. Bu büyük denklemin kilit taşı, Rojava'dır.

​Kürdlerin tüm bu kazanımları elde etmesini sağlayacak yegane güç ise, altını defalarca çizerek söylüyorum, koşulsuz ve şartsız Kürd milliyetçiliğidir. Başka milletlerin "demokrasi" vaatlerine, "kardeşlik" söylemlerine kanmadan, kendi göbeğimizi kendimizin keseceği bir anlayıştır bu. Önceliğimizin her zaman ve her koşulda Kürd milletinin çıkarları olduğunu ilan eden bir duruştur.

​Bu duruşun en sevindirici yansımalarını ise bugün Bakur'da görüyoruz. Yıllardır sol ideolojilerin baskısı altında kalmış Kürd gençliği arasında, milliyetçilik göz ardı edilemeyecek kadar büyük bir yükseliştedir. Artık gençlerimiz, kendi tarihlerini, kendi kahramanlarını, kendi sembollerini öğreniyor ve onlara sahip çıkıyor. Qazi Muhammed'in onurunu, Mele Mustafa Barzani'nin direniş ruhunu, Şeyh Said'in inancını kendi kimliklerinin bir parçası olarak görüyorlar. Bu, sessiz ama derin bir devrimdir. Bu bilinç ve farkındalık arttıkça, milliyetçilik dalgası daha da yükselecek ve önüne çıkan tüm engelleri aşacaktır.

​Bu yolda bize düşen en büyük görev ise okumak, araştırmak ve öğrenmektir. Kendi tarihimizi, sömürgeci devletlerin bize dayattığı yalanlardan arındırarak, kendi kaynaklarımızdan okumalıyız. Cigerxwîn'in şiirlerinde yatan milli ruhu, Ehmedê Xanî'nin Mem û Zîn'de haykırdığı ulusal birliği anlamalıyız. Unutmayalım ki, bilgi en büyük silahtır. Ne kadar bilgilenirsek, argümanlarımız o kadar güçlenir; ne kadar güçlenirsek, o kadar özgüvenli oluruz. Tarihini bilmeyen bir millet, hafızasını yitirmiş bir insana benzer; nereye gideceğini bilemez.

​Sözlerimi tamamlarken, en başta sorduğum soruya geri dönelim: Nereye gidiyoruz?

​Cevap artık nettir. Biz, parçalanmışlığa, kimliksizliğe ve başkalarının gölgesinde yaşamaya değil; birliğe, özgürlüğe ve kendi devletimizin onurlu çatısı altında yaşamaya gidiyoruz. Bu yolda rehberimiz, tarihin sınavından geçmiş ve tüm muzaffer milletlerin yolunu aydınlatmış olan milliyetçilik meşalesidir. Hiçbir şey için geç kalınmış değil. 21. yüzyıl, doğru adımlar atılırsa, Kürd milletinin zafer yüzyılı olabilir. Yeter ki birliğimize, dilimize, tarihimize ve en önemlisi, kendi milli davamıza, Kürd milliyetçiliğine sımsıkı sarılalım.

​Zafer, kendi değerlerine inanan ve bu uğurda mücadele eden milletlerin olacaktır. Ve o zafer, bizim olacaktır.

 

Bu haber toplam 618 kişi tarafından görüldü.
Son güncellenme: 16:06:30