Beden ve Ruh filmi bir başarıdır. Filmin yönetmeni ve senaristi Ilkidu Enyedi’nin 18 yıl aradan sonra ortaya koyduğu filme jüri başkanının Paul Verhoeven olduğu 2017 Berlinale’de Altın Ayı ödülü verildi. Bedenin ruhtan ayrılığının, iki bedenin ve iki ruhun ayrılığı ve aykırılığının sona ermesini, buluşmasını kutlayan bir ödül.
Film, hissetmenin, hissedebilenlerin, karşılıklı aşksal gülümseyişin ve bakışmanın, duyumsamanın her türünün, güvenmenin, emin olmanın, denemenin, kaygının, inanmanın, içtenliğin, kırılmanın, çabalamanın, çırpınmanın, nezaketin, kibirsizliğin, küstahsızlığın, sıradanlığın, günün rutininin, dağılmanın, savrulmanın, kaybetmeyi istememenin, kaybetmemeye çalışmanın, açıklığın, anlamak için didinmenin, göründüğü gibiliğin, düşündüğü gibiliğin, duyumsadığı gibiliğin tartışmaya yer vermeden yansıtıldığı bir akışa sahip.
Film, mekanikleşmiş sese, yalıtılmış ve bilinçli mimiksizliğe, kımıltısız yüze sahip, herhangi bir şeyi hissetmekten korkan, rehberi çaresizce ‘mevzuat’ olan, kuralların koruyuculuğuna sığınmış sığmış, bildiği dışındakilerden endişelenen Maria ile takıntısız, püreye mahkum, susmuş ve ölçülü Endre’nin birbirlerine aşık oluşunu baş döndürücü görsel sahnelerle veriyor. Aşka doğru hızla salınan, insancalığını kaybetmemiş ya da yeniden bulmuş iki kişinin bilinçaltı ve bilinçüstü çakışması ve çatışmasının, rüyasal ile uyanıksalın, zihinsel ile vucütsalın bir diğerini dışlamadığı, küçümsemediği sendeletici sahneler.. Film, rüya ile gerçek arasında bir yerlerde değil; rüya ile gerçeğin birbiriyle örtüşmesinden, birbirini kabulünden ilerliyor.
Maria, Asperger sendromunu düşündürtüyor; bazaltlaşmış yüze ve bakışlara, kımıltısız sol kola sahip Endre ise bilerek isteyerek sessizleşmiş birini. Yönetmen iki kişi arasındaki farklılıkları özellikle derinleştirmiş, güçlendirmiş, belirginleştirmiş olmalı. Yaş farkı, zihinsel fark, bedensel engel, geçmiş farkı, gelir farkı ne kadar azsa, ‘denkse’ ilişki o kadar olağan, normal yani içeriği tartışmaya gerek yok yani sorunsuz gibi algılanır. Yönetmen, kanımca, tam da buna karşı çıkıyor ve farklılık az da olsa çok da olsa özlerde, kökenlerde, içlerde, ‘başlangıçta’ olması gerekeni tartışıyor. Kar altındaki ıslak yaprağın tadının midenizi bulandırması bir şeyi değiştirmiyor.
İşte bu filmi gerçekçi, güçlü, etkileyici ve insanca kılanın da tam da şu olduğunu düşünüyorum: ‘Bağımsız kişilikler.’ Filmde kadın da, erkek de bağımsız kişilik sergiliyor. Çevrelerindeki üçüncü kişilere düşünsel, duygusal bağımlılık, etkilenme, biat sergilemiyorlar. Karşılıklı ve dürüst yaklaşımlar filmin sonunun merak edilmesine neden oluyor. Maria’nın Endre’nin içtenliğini anlamak için tuzlukları; Endre’nin endişelerini kavramak içinse oyuncakların olduğu kutuyu arayıp bulması ve kutusundan çıkarıp onları sadelikle konuşturması etkileyici sahnelerden. Maria, terapiste bile kendini ve Endre’yi, başına geleni anlamak, içinde yeşeren coşkuyu korumak için danışıyor, bu hissi birazdan tamamen unutmuş olurum diyemiyor, onu kaybetmemek için ne yapmalıyım diye çırpınıyor. Görüşmeyi ısrarla çocukluğundan beri tanıdığı kendisine Marika deyişinden anlaşılan ‘çocuk terapisti’ ile yapması ve yetişkin uzmanı bir terapist teklifini kabul etmemesi ise bambaşka bir yerindelik olarak not edilmeli. Terapist 'hesap kitap yap, ölçüp biç, karşılaştırmalar yap, teraziye vur' demiyor.
Bağımsız kişilik sergileyen ve gerçekten aşık olan insanların aşk hissinden kurtulmalarının kolay olmayabileceği de filmde sergileniyor. Kadın neden ardında kırık ‘cam dağınıklığı’ bırakmak istesin ki ve neden bileğindeki damarına enine değil de boyuna dokunsun ki? Adamı kaybetmiş olmanın acısı kadın için son durak gibi gösterilse de; film, samimi ve bağımsız kişilikli insanların birbirlerini kaybetmeyecekleri fikrini ön plana çıkarıyor, inşa ediyor; telefon sesine kadının o haliyle fırlayışı, durumu kavraması, sakinleşmesi ile bu sergileniyor. Film şöyle diyor: Karşılıklı hislere sahip iki kişi için davranılan her an ‘tam zamanıdır.’
Eğer biri bağımlı kişiliğe sahipse, diğerine olan duygu ve düşünceleri de kararsız, yönlendirilebilir olacaktır. Böyle durumlarla yıpratıcı, yıkıcı süreçler acımasızca ve umursamazca başlamış demektir. Dahası, böyle bir durumda o diğeri sözleri, dokunuşu ve bakışıyla bir tacizci olduğunu hissedecektir. Sizin gibi hissetmeyen birinin karşısında aşıkça durmak bile taciz değil de nedir? Karşılıksızlık kişiyi kendine getirmeye yetmelidir. Endre’nin ‘Ben öyle biri değilim’ çığlığı ciddi bir duruştur, isabetlidir. Endre’nin iş yeri psikoloğunun darmadağın yüzüne bakışı ve o yüze sessiz kalması da kayda değer bir sahnedir ve şunu diyor olabilir; "Yaşananların detayları başkalarınca bilinmesi gerekmez.."
Eğer Endre ve Maria ‘ahlaka’ ve bağımsız kişiliklere sahip olmasaydı ve bu kişiliklerini korumaya çalışmasalardı bu film yavan bir anlatı olacaktı. Bu filmi muhteşem kılan, kendisiyle barışık bir kişiliği olup da, başa geleni hissetmenin sevincini, sahiplenmesini, sahiplenilmesini ve korunmasını doğallıkla veriyor olmasıdır. Elbette bir ya da 5 yıl sonra ne halde olacaklar, birbirlerinden uzak durur hale mi gelecekler bilinmez ve bunu tartışmak da yanlıştır; çünkü hislerinde ciddi, tutarlı olan insanlar karşıdakini kendi hisleriyle, düşleriyle ve düşünselliğiyle kavramaya, doğaçlamaya, yaşamaya çalışır.
Filmin en dikkat çekici anlarından biri de, bir kumpasın, planlanmış bir kötülüğün açıkça ‘alçaklık’ olarak nitelenmesi. Filmdeki biri, karısıyla yatacağından emin olduğu adamı işten attırmak için çabalıyor. Karısı kocasına her ‘çocukları alır mısın?’ dediğinde, o akşam kocasını aldatacağını akla getiriyor. Halbuki, karısı ne kadar dejenere olmuşsa, kendisinin de o derecede dejenere olduğu açık olan o kişinin yüzüne ‘alçaklık yaptın’ demek belki o kişiyi bundan sonrası için kendine getirir, karım dediğiyle sorunlarını bir şekilde giderir ya da gidişe bir son verdirir, bir başkasına daha kötülük yapmaktan alıkoyar. Gerçi benzer bir alçaklığın eşiğine Maria yüzünden bir ara Endre de yaklaştı ancak çözülen sorun eşiği unutturdu ya da Endre’nin bira ısmarlaması özrün çapının büyük olduğunun işaretiydi.
Bu film insanca bakışlar, dokunuşlar, arayışlar, tefekkürler, çöküşler, heyecanlar, nefesler, soluğu kesilişler ve özleyişlerle örülmüş. Film, cümlelerinin ağırlığıyla, bilinciyle, kurgusuyla, kararlı duruşuyla, görselliğiyle, aşık olanların dinlediği müziğiyle (https://www.youtube.com/watch?v=HU2ts1IUByA), mezbahasıyla, oyuncuların esaslı performansıyla, arka planların da dikkatle kontrol edilmesiyle anılacak. Bu filmin başkalık sergilemesini yönetmen ve senaristin bir kadın olmasına mı yormalı? Elyedi, sinemada bambaşka bir dil ve kulvar açtı, hissetmenin filmini yaptı. Bundan sonra yeni bir eseri olmasa bile; insanlar hislerinin insancalığından vaz geçmediği sürece, Beden ve Ruh filmi kendini yaymaya ve tartıştırmaya devam edecektir.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.