İran ve Türkiye’nin Kürdistan'daki Politikaları

Ortadoğu, tarihsel olarak küresel ve bölgesel güçlerin çıkar çatışmalarına sahne olmuş, ırkçı ve dini gericiliğin yoğun olduğu çok etnisiteli bir coğrafyadır. İran ve Türkiye, bu bölgede Kürdistan toprakları üzerinde oturan, sömürgecilik ve istikrarsızlıktan beslenen en tehlikeli güçler olarak öne çıkmaktadır. Her iki ülkenin Kürd ulusu ve azınlıklar üzerindeki politikaları, yalnızca inkâr, asimilasyon ve kitlesel şiddet değil, aynı zamanda bölgesel barış ve istikrar açısından da ciddi bir sorun pozisyonunundalar.
İran ve Türkiye’nin Bölgesel Stratejileri; etnisite ve inançları kullanmak ve birbirine kırdırmak oldu. İran’ın “Şii Hilali” stratejisi, Basra Körfezi’nden Akdeniz’e kadar uzanan bir nüfuz hattı kurmayı hedeflemektedir. Tahran, bu strateji doğrultusunda Hizbullah, Haşdi Şabi gibi paramiliter vekil güçleri sınırlar ötesinde dini/mezhebi ve siyasal hegemonya amacıyla alabildiğine kullandı. Mevcut strateji İsrail savaşı ile önü kesilsede tehlike devam ediyor.
Öte yandan İran'ın sınır ötesi terör politikasını kopya eden Türkiye, Sünni İslam eksenli bir dış politika ile “Neo-Osmanlıcı” yaklaşımlar planlamakta; Suriye’de SMO, HTŞ vb. Irak'ta paramiliter türkmen, Arap ve çeşitli silahlı gruplar üzerinden etki alanını genişletmeye çalışmaktadır. Her iki kolonyalist rejimin bölgedeki yayılmacı politikalarının temel amacı dört parça Kürdistan'ın özgürlüğünü ve kopuşunu engellemek, İsrail ve batı devletleriyle ilişkilerini sabote etmektir.
Eğer ABD, İngiltere ve AB devletleri, NATO zırhına sığınmış Türkiye’nin, Kürd ulusal hareketlerin bastırılmasına sessiz kalmaya devam ederse, Kürdistan coğrafyasının sistematik şekilde kontrol altında tutulma suçuna ortak olacaktir. İran ve Türkiye, halen Kürdistan’ın kuzey ve doğu bölgelerini klasik sömürgeci yönetim anlayışıyla idare etmektedir. Her iki ülke de Kürd halkının ulusal haklarını tanımamakta, siyasal ve kültürel talepleri tehdit olarak algılamaktadır. Bu noktada, devlet politikaları yalnızca askeri yöntemlerle değil, aynı zamanda kimlik inkârı, asimilasyon, Avrupa başkentlerinden suikast ve demografik mühendislik araçlarıyla da desteklenmektedir.
Tarih boyunca Kürd liderlerine yönelik suikastlar; PDK-İran Genel Sekreteri Dr. Kasımlo, 13 Temmuz 1989 yılında Viyana’da İran devleti tarafından öldürüldü. Kasımlo’nun yerine Genel Sekreter seçilen Dr. Sadık Şerefkendi ve 3 arkadaşı 17 Eylül 1992 günü Berlin'de İran istihbaratı tarafından katledildi. 3 Kürd kadın siyasetçi Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez, 9 Ocak 2013'te Paris’te Türk istihbaratı tarafından öldürüldü. İran ve Türkiye devlet terörünü Avrupa başkentlerine taşımış rejimlerdir. Türkiye NATO silahlarıyla beş bin köy, mezra, yerleşimi haritada silmiş.
Son olarak Öcalan örneğinde olduğu gibi Kürd siyasi hareketin merkez figürlerini kontrol altına almış ve klasik sömürgeciliği devam ettirme niyetindedir. İran ve Türkiye, uluslararası toplumun pasifliğinden ve Batı'nın stratejik çıkarlarından faydalanarak Kürd ulusal mücadelesini bastırmayı sürdürmektedir. Türkiye, NATO üyeliği sayesinde dokunulmazlık algısı geliştirmiş; İran ise ABD yaptırımları ve uluslararası izolasyonla belirsiz bir süreç yaşamaktadır. Her iki devlet de bölgedeki değişim taleplerine karşı türlü şantajlarla birlikte yapısal direnç sergilemekte; etnik ve dini kimlikleri siyasal kontrol aracı olarak kullanmaktadır.
İşbirlikçilik İşgalden Daha Tehlikeli: Kimi Kürd siyasi liderlerin kullanılması, devletle işbirliğine yönelmesi ya da teslimiyetçi bir çizgi benimsemesi, sömürgeciliğin devamina yorumlanıyor. Türklerin Kürd “kardeşliği” yeniden sömürgecilik üzerinden bina ediliyor. Biliyoruz ki, “Türk-Kürt kardeşliği” söylemi, tarihsel deneyim ve güncel gerçeklik göz önüne alındığında, bir eşitlik değil, daha çok hiyerarşik (kolonyalist ve koloni) bir ilişkiyi meşrulaştırma aracıdır. Kuzey Kürdistan Ulusal Hareketin bu duruma getirilmesinin tek suçlusu Öcalan değil.
Onun narsistliğine secde eden ve kurduklari partilerle bir arpa boyu yol almayan herkestir. Tabi bu yazının konusu içsel sorunlar değil. Demem o ki, lider merkezli söylemler, stratejik planlama eksikliği ve halkın geniş katılımını öncelemeyen politikalar, hareketlerin daralmasına neden olmaktadır. Bu durum, karşı tarafın taleplerini dayatmasını kolaylaştırmakta ve Kürd tarafını savunma pozisyonuna hapsetmektedir. Bugün yaşanan budur. Türkiye'de, “barış, çözüm, reform” adı altında sürdürülen politikaların arkasında sömürgeci yeniden yapılandırma çabaları yatmaktadır.
Kürd halkı, bu süreçte kimliğini inkâr eden bir rejimi, teslim alınmış liderin manipülasyonu ile yeniden üretmeye zorlanmaktadır. Bu siyasi teslimiyet sürecin adı; “demokratik kölelik” güler yüzlü sömürgeciliktir. Kürd düşmanlarına net tutum alan Dr. Şıvan, Düşmanın en güçlü aracı işgal değil, işbirlikçi elde etmektir. der. Albert Memi; “Sömürgeleştirilmiş kişi, zamanla efendisini haklılaştırmaya başlar”der. Kürdlere devlet istemeyen, Türk ulus devletine secde eden Öcalan, şu an bu rolü oynuyor.
Eğer Ankara’nın, Öcalan ile Kürdlere anestezi operasyonu önlenmezse Kürdler çok kan kaybedecek. Sonuç olarak Kürt ulusal hareketi sadece tepkisel değil, aynı zamanda anti işgalci, proaktif demokratik, katılımcı ve eleştirel bir çizgide yeniden inşa edilmelidir. Siyasi liderlerin söylemleri çıkarlar açısından sorgulanmalı ve düşmana hizmet eden yaklaşımlara karşı güçlü bir sivil direniş hattı geliştirilmelidir.
İran ve Türkiye’nin Kürdistan üzerindeki politikaları, sistematik bir sömürgecilik-tir. Bu kötü yönetimlerin bölgesel barışa katkı sağlaması imkânsizdir. Bölgesel barış ve demokratikleşme, Kürt Milletinin kendi kaderini tayin hakkının tanınması ile mümkündür. Batı devletleri ve Uluslararası toplum bu konuda net bir tutum geliştirmeli ve Kürdlerin bağımsız devlet hakkını tanımalıdır.
Son güncellenme: 07:35:41