Toprak İle Samimiyet(sizliğ)imiz!
Annemin anlatımıyla, 1915’te “Terteleya Filan (Hıristiyan kırımı)” gerçekleşmiş, yöremizdeki Ermenilerin bir kısmı öldürülmüş, bir kısmı sürülmüş, malları talan edilmiş, gayrimenkulleri ise daha sonra çıkarılan hileli yasalarla hazineye intikal etti.
Ahmet Önal
19.02.2014, Çar | 12:14
Annemin anlatımıyla, 1915’te “Terteleya Filan (Hıristiyan kırımı)” gerçekleşmiş, yöremizdeki Ermenilerin bir kısmı öldürülmüş, bir kısmı sürülmüş, malları talan edilmiş, gayrimenkulleri ise daha sonra çıkarılan hileli yasalarla hazineye intikal ettirilmiştir. 1950’li yıllarda ise yapılan kadastro ile devlet bu arazileri istedikleri kişilere dağıtmıştır.
Kadastronun akabinde de hiçbir emek harcamadan devlet tarafından kendilerine verilen arazileri, isteyen satmış, isteyen işletmiştir.
1956 yılında, tam ben dünyaya geldiğim yıl; dedem Sêlimê Miqdad, babam Rızayê Sêlim ve amcam Mominê Sêlim; hazinece Ermenilerden alınıp Osman Bektaş’a intikal ettirilen araziyi, önce Osman Bektaş’tan icar olarak alıp ekip-biçmişler, daha sonra ise Osman Bektaş’tan satın almaya talip olmuşlar.
Ancak tam da satın alacakları bir sürede Osman Bektaş ölür. Beş varise kalan arazinin tüm varislerini tapuya götürmek mümkün olmaz. Hazır olan varisler, önce iki - üç kişi ile noter huzurunda sattıklarına dair beyanları, kayıt altına alınmaya karar verirler. “Tüm varisler, noter huzurunda satış senedini imzaladıktan sonra, tapuya götürülerek tapu alınacak!” diye anlaşırlar.
Birlikte bir sabah, devlet dairelerinin açıldığı bir anda; notere giden iki satıcı ve alıcılar, tanıklarla birlikte durumu noterciye izah ederler.
Noterci; Kütük defterlerini karıştırır ve söz konusu arazinin kaydını bulur ve şöyle bir tutanak tutar;
“Şimal(Kuzey) Kirkor, Cenup(Güney:) Garo, Şark(Doğu) Garabet, Garp (Batı) Sarkis ile komşu olan ve Arşak’tan hazineye devir olunan, kadastro yolu ile Osman Bektaş’a intikal edilen tarla, tanıkların huzurunda, ‘Rıza ve Mümin Önal’a tarafların rızası 100 koyuna satıldığı’ beyan olundu. Tarafların arzusu ile iş bu tutanak hazırlanıp imza altına alındı!” diyerek işlem yapılır.
1956’dan 1980’lere kadar arazi işlenir. Sonrasında ise kaç, güç, terk, can korkusu, ekonomik kopuş vs. oldu, arazi işlenmedi.
2000’lere geldiğimizde dönüş sevdasına tutuldum. Bunun için tam da büyüdüğüm bu topraklarla yeniden buluşma özlemini çektim. Bu hayal ve “sabıkalı” halim ile planlar yaparken, amcaoğlu;
“Ben 30 dönümlük tarlamıza arpa ekmeyi düşünüyorum. Sen ne dersin?” deyince, ben de;
“Bizim tarlaları da ektir. Masrafı, zararı geliri önemli değil. Eğer tarlalar ekilirse, biz de zorunlu olarak, 30 yıldır el değmemiş toprağımıza yeniden dönmüş olacağız! Temasımız olur. Bakarsın işledikçe yeniden alışırız! Zamanımızın bir bölümünü oralarda geçiririz.” dedim.
Amcaoğlu tarlaları ektirdi.
Tarlalar son baharda Ekim- Kasım aylarında ekildi. Mart geldiğinde, bana;
“Gübreleyelim mi?” diye sordular.
“Gübreleyelim!” dedim. İstenen gübre parasını yolladım. Ben normal hayvan gübresi atılacak sandım. Sünni, yani hormon(GDO)lu gübreyi atacaklarını aklımın köşesinden bile geçiremedim…
Mayıs ayı geldi. Sorduğumda “Arpalar bir insan boyunu geçmiş!” dediklerinde şüphelendim. “Hormonlu tohum atmasınlar mı?” diye aklımdan geçirdim.
Haziran’ın sonu geldi
“Arpalar biçilecek devreye vardı.” dediler.
“Tamam, geliyoruz!” dedik. Gittik!
Varıp arpa tarlalarına girdiğimizde, boyumuzu geçmiş. Doğal gübre atmadıkları da görüldü. İlgilenen dostlarıma;
“Siz nasıl gübre attınız.” diye sorunca, aldığım cevap hayret verici idi:
“Sünni gübre!”
“O gübre bitkiyi de insanı da zehirleyen gübredir.” deyince;
“Herkes aynı gübreden kullanıyor!” cevabı savunmasını aldım ve kendi kendime;
“Buraların kirlenmediğini düşünüyordum. Demek ki buraları da kirlenmiş!” dedim.
40 yıldır, koşuşturma, eğitim, öğretmenlik, hapishane, dağ-taş kaçış derken koptuğum topraklara tutunmak hiç de kolay değildi. İstanbul’da yayıncılık yapmak, düşünsel tartışmalar yapmak, ticaret yapmak vb. hiç birine benzemiyordu.
İstanbul’da işsizler dolaşır;
“Abi her işi yaparım!” diyenler, burada kimse ekin biçme işini iki üç kat yevmiye ile bile yapmak istemiyor. Tek cevap veriyorlar.
“Abi burada iş zordur!” diyorlar.
Düşünüyorum, İstanbul’da taş taşıyor. Hamallık yapıyor. Deri işliyor. Kot dövüyor. Tekstilde çalışıyor. Buradaki işten daha ağır işler yapıyor. Ama burada işler kendilerine “zor” olmuş, işin içinden çıkamadım, çözemedim.
O yıllarda; İstanbul’da günlük, zar zor, yalvar yakar yakaladığı işle 20.00-30.00 TL alırken, Orada tüm tarlayı 4-5 günde tırpanlayıp bitirir ve 700,00-800,00 TL’ye yanaşıp biçmek istemiyor. Sonunda bana düşen hisseyi 800.00 TL’ye gütürü verdim. Dört gün içinde bitirdi ve parasını aldı.
Şimdi sıra patosa vererek arpa ve samanı ayıklamaya gelmişti. 24 saat çalışacak iki işçi gerekli idi. Ancak bir türlü işçi bulmak imkânsız gibi idi.
Bu işçi arayışım sürerken, karşı köyün 25-27 yaşlarındaki İmamı ile karşılaştım. Sohbete tutuştuk.
“İşçi lazım!” dedim.
“Abi ben çalışmak isterim. Kaç lira verirsin?”
“Gece gündüz, 24 saat çalışmak koşulu ile 100,00 TL. Nasıl?”
“Tamam abi..!”
Böyle kısa pazarlıklı anlaşınca, yabancıma giderek;
“Nerelisin Hoca?”
“Adana!”
“Ne zamandan beri burada İmamlık yapıyorsun?”
“İki yıldır! Buraya geldim. Bir sene sonra bu köyde evlendim. Bir tarla aldım, ceviz ektim. Uğraşıyorum!”
“Yabancı olman, Kürt olmaman, Kürt bir bayan ile evlenmen, tarla- ceviz ekimi, rençperlik, hocalık vs. senin için zor olmuyor mu?”
“Hayır! Buranın insanı çok tembeldir. Tamamı çalışmayan yorgunlardır. Kapısındaki bostanı bile ekmiyor. Toprağı sevmiyor. Adeta ruhsuz bırakılmış. Çoğu dilenci ruhlu, bedava geçinmek istiyor. Müslüman geçiniyor, ama namaza bile gelen yok! Ben bir şey anlamış değilim. Kendini yaşamıyor. Çevresine bakarak, avare avare yaşıyorlar. Evvet çok insaniler, ama kendilerine yoklar!”
“Peki, 24 saat kesintisiz patos işi yapacağız. Bizim yerimiz de köye uzak, gelip gitmen mümkün değil, nasıl yapacaksın?!” diye sordum..
“Abi doğru Vallahi.. Benim gelmem zor!” deyince, başa döndüm. ‘Bulduğum işçiyi de kaçırdım!’ diye hayıflanarak, çözümler üretmeye koyuldum. İmama döndüm;
“Yerine ezan okuyup, gelen olursa namaz kıldırtması mümkün olabilecek birini bulamaz mıyız?”
“Kimse namaza gelmiyor. Ancak benim olmam lazım! Çünkü ezan okuyan kimse yok!”
“Peki, kimsenin namaza gelmediğini söyledin. Yenge hanım da evde, aklıma bir şey geldi!”
“Nedir?”
“Evde kasetçaların var mı?”
“Var!”
“Sen kasete ezanı okuyup kayıt et! Namaz vakti gelmeden on dakika öncesinde yenge hanıma telefon ederiz. O da tam saatinde teyibi alır, minareye çıkar ve mikrofona kasetçaları açar. Senin sesinden ezanı okutur. Böylece sorun çözülür. Senin de bizim de sorunumuzu çözeriz.”
“Hiç öyle olur!”
“Neden olmasın? Sonuçta sestir. Çağrıdır. Kaldı ki, sen namaza kendi sesinden çağırdığından da kimse namaza gelmiyor. Bence çok güzel olur!”
“Hadi gidelim bize! Ben kasetçalara ezanı okuyayım. İkindi vaktinde bir deneyeyim. Olursa, dediğini yaparız!”
İmamın evine gittik. İmam kasetçalara ezanı okudu! Kürtçeyi muazzam konuşan İmamın genç eşi, kaçak çaydan demlediği çayı koydu. Bu arada hiç karşılaşmayı tasavvur edemediği planımızı, İmam benim kendisine söylememi istedi… Ben Kürtçe anlatırsam daha etkili olurum diyerek, meramımızı Kürtçe anlatmaya koyuldum.
“Xwişka Min a delal!” (Sevgili Güzel Bacım!)
“Fermo Kekê!”( Buyurun!)
“Nûka 24 saatan, ango tam rojekî karê min û Kekê Mele heye. Em diçin. Ev di teyibê de dê ezanê bixwîne, tu jî dema ezanê ku hat, teyîbê bibe ser minareyê, tam di saatê de teyîba xwe veke, bila teyîb bi dengê mele ezanê bixwîne. Bi vî avayî tu jî, em jî karê xwe bi cîh bikin! Baş e!” (Şimdi takriben bir gün, yani 24 saat benim ve İmamın işi var. Biz gideceğiz. İmam kasetçalara ezanı okuyacak. Sen de ezan vakti geldiğinde, kasetçaları alıp minareye çıkacaksın. Kasetçaları açıp minaredeki mikrofona tutup okutacaksın. Böylece sen de, biz de işimizi yapmış olacağız.)
“Wişşş… Hiç wa dibe?!” (Vaahhhh.. Hiç böyle olur?!”
“Wele xwîşka min, xêr û gûneh di sutîyê min de be. Tu ku wisa bikî dê dibe! Lê tu ku nekî nabe!”(Kardeşim inan ki sen böyle yaparsan olur. Yapmazsan olmaz. Eğer bu yaptıklarınızdan bir günah varsa boynuma olsun!)
Evin genç hanımının pek kafasına yatmadı. Ama kararsız kaldığı her halinden belli idi. İmam sohbete girme ihtiyacını hissetti.
“Şimdi.. Ahmet abi; ‘tüm günahlar boynuma’ dedi.. Şeri açıdan bize bir şey kalmaz. Diğer taraftan biz zaten ezanımızı okuyoruz. Önemli olan sesin ahaliye gitmesidir.” deyince… Evin hanımı.. Kabul eder anlamında;
“Hı hı!” diye bir tin çıkardı.
Üçümüz birlikte, İkindi vakti caminin minaresinin merdivenlerinden yukarıya, tayibe yeni piller takılmış, ezanın okunduğu kasetçalar tayibe yerleştirilmiş, vaziyette tırmandık. Evin hanımı tam dakikası geldiğinde, mikrofonu hazırlayarak kasetçaların mandalına bastı. Eksiksiz bir tarzda, ezanı kasetçalar ile okuttu. Ses oldukça net idi… Sadece hocanın sesi azıcık tizleşmişti. Onu da ayarladık. Çaylarımızı yudumladıktan sonra, İmam’ın, işe geleceğine dair sözleştik, rendevulaştık. Ben iki işçi daha bulayım diye çıktım. Yakınımız olan iki de genç ile hatıra binaen anlaştım. Birlikte çıktık.
Gece çalışacaktık. İmamı belirlediğimiz saate ve yerde beklemek üzere çıktığımda, İmam gelmişti. Birlikte işe gitmeye giderken, akşam namazına çağıran ezan sesi köyde yükselmeye başladı. Ancak İmam yanımda idi. Birbirimize bakışarak gülüştük… İmam, ezana çağıran sesini dinlediğinde;
“Milleti namaza çağırıyorum! Ama ben camiye değil, işe gidiyorum!” diye bir aykırılık yaşar gibi olduğunu hissettiğimde;
“Hoca sen hiç düşünme, varsa bir günahı, tamamı boynuma!” diyerek, bu arada ‘axx… bir şu hasılattan kurtulayım, hiç de tüm günahlar üstüme gelsin’ diye iç geçirdim. Tüm günahları üzerime aldığımda, hoca bir hoş oluyor, rahatlıyordu. Ben ise şimdiden içine düştüğüm şu hâsılatı kaldırdığımda, ele güne rezil olmamaya bakıyor ve esas o zaman rahatlayacağımı düşünüyor, hayal ediyordum…
Bu arada Kürtçe bir vecize olan “deve li xemekî, xwedîyê wê li xemekî dî” (“deve bir hayalde, deveci başka bir hayalde”) vecizesi aklıma takıldı ve gülümsedim.
İşe dört arkadaş, bir de patosu kullanan arkadaşla koyulduk..
Takriben akşam saat 19.00 da başladığımız işin patosunu tamamladık, hasılatı ayıkladık. Arpayı çuvalladık. Samanı yığdık.
İş bitti, ama biz de bitkindik. Her namaz vakti geldiğinde, karşı köylerde aynı anda ezan çığlıkları her çıktığında, imam ile göz göze geliyor, gülümsüyorduk. İş bitti, biz çalışanlar da artık tükenmiştik. Traktörcü patosunu alıp başka bir işe gitti.
Nerede ise 24 saat olmuş, diğer günün 18.00’idi. yıkanıp, temizlenmiş. Çeşme başında hep beraber sofrayı hazırlamış, kızarttığımız iki tavuk, bol salata, kavun, yoğurt vb. yere serilen sofralığa nizami koymuştu. Etrafına da oturmak üzere taşlar konulmuş, fakat herkes lokmasını alıp çeşmenin etrafındaki doğal taşlara oturmuş, dağınık duruyor ve yemeğe koyulduk.
Çeşmeye koyduğumuz 70’lik rakı yeterince soğuk değildi. Koşup evde getirdiğimiz buz, yorgunluğumuzu, rakımızın ılıklığını, ayarlayacak gibi duruyordu.
Beş kişi idik, beş kadeh koydum. Rakıyı şişelerin yarısına kadar doldurdum. Hiç kimseye sormadan, buzları attım. Bir iki lokma yemekten sonra, kadehi kaldırıp;
“Ellerinize, ruhunuza sağlık. Ben ne kadar sizden razıysam sizin sevdikleriniz de o kadar sizden razı olsun!” deyip, yeni rakıdan bir yudum aldım.
İmam da tam kadehi ağzına götürdü. İlk yudumu boğazına salmıştı ki, köyden kendi sesinden okuduğu ezan sesi yükseldi. Hemen müdahale ettim!
“Tüm günahların üstüme olsun! Sana, hepinize ve hepimize afiyet olsun!” dedim.. İmam bana bakarak;
“Allah dediklerini kabul etsin!” dedi. Uzaktan kendi sesinden okuyup gelen ezan sesinin eşliğinde bana ve sesine kulak vererek, rakısını afiyetle yudumladı.
Ben ve İmam birlikte, afiyetle rakımızı yudumlarken, diğer arkadaşlar durumu çaktı. Gülmekten, rakıları ağız ve burunlarından pışkırdı. Gülmekten ve öksürükten renkleri mosmor olmuştu… Yüzlerini yıkayıp döndüklerinde, ben ve İmam önümüzdeki kızarmış tavuklardan eser bırakmamıştık…
Gece yarısı 50’lik delikanlımız direksiyona geçti. Patika yollardan arabayı kullanarak, imamı evine bıraktığımızda, imam sendeliyordu. Kapısını çaldı ses verdi. Genç hanımı kapıyı açtı. Tam içeri girerken, ücretini vermediğim aklıma geldi. Hanımının göreceği şekilde 100.00Tl’yi cebine bıraktığımda pür dikkat göz güze geldik. Halinden çok hoşnut idi. Teşekkür etmeyi unutmazcasına, İmam’ın söylediği son söz şöyle oldu;
“Senin üzerine aldığın tüm günahlar ve günahlarının tamamı; sana değil, benim üstüme olsun… Hepinizi çok seviyorum!” dedi ve yeniden sendeleyen bedeni, genç hanımının üzerine dayandı.. Hanımı; “Aman sesinizi çıkarmayın, kaybolun, kimse görmesin!” mimikleri ile bize gülümsemeye devam ederken, biz de uzaklaşıyorduk…
O günden sonra o tarlalar hep nadasta kaldı. Halen yorgun argın yerlerinden bekler dururlar. Ekilecek günleri bile unutur olmuşlar her halde!
Sonuçta sömürgeciler; Kürdistan yorgun düşürmüş. İnsanı toprağına, toprağı insanından uzak tutmuş. İnsanını toprağından alıkoymuş. Üretime geçmeye takat bırakmamış. Dünün dinamik köylüsü, şimdi dilenir olmuş. Sistem kendine muhtaç eder bir hale getirmiş, geleceğe kaygı duyamayacak kadar uyuşturmuş. Dinamizmini, direngenliğini, dinamikliği ile oynamış, paspaye etmiş. Savaşın tüm halleri, toprağa ve insana, insanlığa sinmiş.. O tarlalardan dolaşırken bile yoruluyor insan.. Ruhumuzun ve toprağımızın tedaviye ihtiyacı var.
Kendimizi, birbirimizi dinledikçe, dilimizi, aidiyetimizi, milletimizi ve ülkemizi tarih bilinci ile yoğurup değerlendirmeyi bildikçe, yeniden filizleniriz toprağımızda.. Zira köklerimiz orada duruyor. Sökemediler.
Yaşadığım bu anı ve anılar, bizim toprağımızla samimi ve ya samimiyetsizliğimizi sınar nitelikte idi!
İyi bir sınava yeniden hazırlanmamıza ihtiyaç var diye düşündüm!
Siz de düşünür müsünüz?!
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.
13112 kişi tarafından görüldü.
Son Güncellenme:15:49:05