Lozan, İsviçre’de, Leman Gölü kenarında tarihi, şirin bir kent. “Lozan” denince, Türkiye’de akla yüz yıl önce orada imzalanan bir antlaşma geliyor ve “Türkler” ile “Kürdler” için, hep farklı, zıt tepkiler ortaya çıkarttı/çıkartıyor. Biri için varlığın kabulü, diğeri için varlığın inkârı olduğu için, Lozan önemli. Lozan denince, biri kazandığı zaferi, diğeri yaşadığı hayal kırıklığını hatırlıyor; biri, yüz yıl önce kazandıklarını yitirme korkusu yaşarken diğeri bölünmenin acısı içinde kaybettiklerini kazanma umudu içine giriyor. Lozan biri için tapu, diğeri için kefen olduğu için önemli ve tepkiler bu kadar farklı…
Biri inkârın, diğeri kurtuluşun Lozan’la başladığını söylüyor. Biri tabular yıkılacak, gerçekler ortaya çıkacak, hatta bir yüzleşme söz konusu olacak diye korkuyor; diğeri bölünmenin, yanılmanın, yanıltılmanın dayanılmaz acısını tekrar yaşayacağı için kaygılı. Lozan, hep başa dönmenin, makarayı baştan sarmak istemenin de bir sembolü. Sanki onun öncesine gidilirse o çok söylenen “barış” olacak…
Lozan’da Kürdlerin yok sayılması, tüm ulusal haklarının gasp edilmesi ve Kürdistan coğrafyasının dört ayrı devletin egemenliğine dağıtılmasının, uluslararası büyük güçler sayesinde olduğu bilinen bir gerçektir. Kürdlerin, haklarını kendi öz güçleriyle alamayacaklarına inananlar, hakların alınabilmesinin yine bu güçler (günümüzde uluslararası toplum deniyor) sayesinde olabileceği düşünülüyor, onlardan çekiniliyor, onlara karşı büyük tepkiler ortaya konuluyor. Peş peşe komplo teorileri ortaya çıkıyor. Kürd kesimleri ise bölünmelerine, ulusal haklarının gasp edilmesine, büyük güçlerin etkisi ve katkısını bildiğinden onlardan beklenti içinde. Tamamıyla iki farklı beklenti.
O aşamaya, bu aşamaya nasıl gelindi?
Osmanlıdan Türkiye’ye geçişte Lozan önemli bir eşiktir. 1918 yılında I. Dünya Savaşı sona erdiğinde, Osmanlı İmparatorluğu mağlup blokun içindeydi. 30 Ekim 1918’de Osmanlıyla galip devletler arasında Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandı. Bir yıl içinde nihai antlaşmanın yapılması bekleniyordu. 1919 yılı başından 1920 yılı ortalarına kadar bir buçuk yıl süren Paris Barış Antlaşması görüşmeleri sonunda Sevr Antlaşması imzalandı. Ama bu antlaşmadan sonuç alınamadı, antlaşma kadük kaldı.
Savaştan önceki yıllarda pek çok ulusu, özellikle, Türklerin, Arapların, Kürdlerin, Rumların, Ermenilerin çoğunluk hâlinde yaşadığı bir imparatorluktan, tek uluslu bir devlete geçişin eşiğidir Lozan. Savaş öncesinde ve savaş sırasındaki yıllarda Osmanlı iktidarı İttihat-Terakki’nin politikaları, durumu bu noktaya getirmişti. Bilinen gelişmeler sonucunda, Gayrimüslim Ermeniler ve Rumlar ile Araplar, bu yapının dışında kalmıştı. 1916 yılından itibaren, Arapça konuşan coğrafyayla işimiz yok diyen Türk yöneticileri, Misak-i Milli içinde düşünüldüğü hâlde, Kürdistan’ın güneyini İngilizlere, güney-batısını Fransızlara bırakmak zorunda kaldılar. Zaten Lozan’dan önce 1921 Ankara Antlaşması ile Kürdistan’ın Rojava bölümü dahil Suriye Fransızlara bırakılmıştı.
Bu süreçten önce, Kürdlerin çoğunluk hâlinde yaşadığı Osmanlı egemenliğindeki Kürd coğrafyası, Güney’de Süleymaniye, Kuzey’de Kafkaslara, Batı’da Fırat nehrinin batısına, Doğu’da Van Gölü’nün doğusuna kadar uzanıyordu. Bu coğrafya, Türklerin çoğunluk hâlinde yaşadığı coğrafyadan daha az değildi ve nüfusu da en az Türk nüfus kadardı.
1918’de başlayan barış görüşmeleri bir sürü antlaşmaya karşın 1923’e kadar uzadı. Bu süreç, “İstiklâl Savaşı Yılları”, “Yedi Düvele Karşı Savaş Yılları” diye adlandırsa da bu süreçte bir aylık Türk-Yunan savaşından başka savaş yoktur. İngilizlerle, Fransızlarla bir savaş söz konusu değildir. Doğru olarak, “Mütareke Yılları” diye adlandırılabilecek bu süreçte, Yeni Türk hareketi, kendi adına bu süreci başarı ile sürdürdü. Özellikle Mustafa Kemal, usta ve pragmatik bir politikayla İngiliz-Rus çelişkisinden iyi yararlandı. Birbirine karşıt iki güçten de destek ve yardım almasını bildi.
Kâzım Karabekir ve Mustafa Kemal gibi Osmanlı paşaları, 1919 yılından itibaren, Kürdlerin desteğiyle bir şeyler yapılabileceğinin bilincindeydiler. Silahsız yapılan bu mücadeleyi Kürdistan coğrafyasından başlattılar. Bunun için Mustafa Kemal, telgraf ve mektupları etkili şekilde kullandı. Kürdlerin hassasiyetini bildiğinden, mektupları hep dua ile başlıyor, dua ile bitiyordu. “Müslümanlar” olarak, “Türkler ve Kürdler” olarak mücadele verildiği özellikle belirtiliyordu.
Kâzım Karabekir’in hassasiyeti de Kürd-Ermeni çelişkileriydi. Bu sıralarda, yine Akdeniz’den Karadeniz’e, tüm Kuzey Kürdistanı (Vilâyat-ı Sitte) kapsayacak Büyük Ermenistan Projesi gündemdeydi. Karabekir’in “Kürdistan Ermenistan olacak” propagandasını güçlendirecek çok şey oluyordu. Bu durumda, Müslüman Kürdlerin, Hıristiyan Ermenileri değil Müslüman Türkleri tercih etmesi kaçınılmaz bir sonuçtu.
1920 yılında Büyük Millet Meclisi (BMM) oluşurken belirli bir coğrafyada çoğunluk hâlinde yalnız “Türkler” ve “Kürdler” kalmıştı. Rize-Trabzon bölgesinde küçük bir “Laz” azınlığı olsa da başka hiçbir grubun bir kasabada bile çoğunluğu yoktu. O yüzden birinci mecliste “Kürdistan Mebusları” vardı.
Çeşitli Kürd kesimleri, Kemalist hareketin yanında yer almak zorunda kalırken bunu bir hesapla, bir ulus bilinciyle yapmadı. Kürdlerin bu desteği, Kürdlerin “kurucu unsur” olduğu anlamına da gelmez. Belirtildiği gibi bir “ortak kurtuluş felsefesi” de yoktur. Bir ortaklıktan çok eşit koşullarda olmayan bir birliktelik söz konusudur; Kürdler için, kullanılma, aldanma ve aldatılma söz konusudur
Kemalist hareket, bir taraftan Rusya’dan yardım alırken bir taraftan Fransızlarla, İngilizlerle uzlaşırken hâlâ Osmanlının devam edeceğini sanan Kuzey Kürdleri, İngilizlere protesto telgrafları yağdırıyordu. Güney Kürdleri Mahmud Berzenci önderliğinde İngilizlerle savaş hâlindeydi! Ve bu süreç gündeme geldiğinde hep Kürdlerin emperyalistlerle işbirliği yaptığı iddia edilir. Kürdler emperyalistlerle işbirliği yaptıysa hani Kürdistan?..
TBMM’de de bu destek vardı. Dersim Mebusu Diyab Ağa, mecliste, “Biz buraya kaçmaya değil ölmeye geldik”; Urfa Mebusu Ali Saib (Ursavaş), “Kürdler olmasaydı, Türkiye’yi Rus ve Ermeniler ta Akdeniz’e kadar istilâ ederlerdi.” diye konuştular. Yalnız onlar değil, Kürd milliyetçisi olarak bilinen Birinci Meclisin büyük hatibi Bitlis Mebusu Yusuf Ziya ve “Son Dersim Prensi” diye nitelendirilen Dersim Mebusu Hasan Hayri de diğer mebusların düştüğü yanılgıya düştüler. Bu süreçte, Yusuf Ziya ve Hasan Hayri’nin, Türk-Kürd kardeşliği hamaseti ve İngiliz karşıtı konuşmaları, bir Türk milliyetçisinden farksızdı. Bir süre sonra, Birinci Meclis tatil edilecek, onlar ve onlar gibilerinin hiç biri İkinci Meclise alınmayacaklardı. İkisi de ödülünü dar ağacında ödeyecekti!..
1918-1923 dönemi boyunca, bilerek veya bilmeyerek, bazı Kürd çevrelerinin verdiği bu destekler, Kürd-Türk İttifakı anlamına gelmez. Osmanlının yerine bir ulus-devlet olarak Türkiye’nin kurulmasında Kürdler katkı sahibidir ama kâr ortağı değildirler. 1924’ten itibaren, Kürdlüğü hukuken yok sayıp, hatta Kürdleri tehdit olarak, iç düşman olarak gören anlayış, artık herkesin malumudur. 1918-1923 sürecinde Kürdlerin Koçgiri dışında bir isyanı görülmezken aynı süreçte Batı’da Kemalist hareket karşıtı onlarca isyanının olduğunu ve “Kürd isyanları” denilen olayların da inkârdan sonra, 1924’ten sonra başladığını belirtmek, bilmek gerekir.[1]
Lozan önemlidir.
Lozan, Türk devlet yöneticileri için çok önemlidir çünkü, üç yıl önce 1920 yılında Sevr’de Türkiye’ye sadece Anadolu Yarımadası’ndan ibaret tasarlanırken şimdi bununla birlikte, Kürdlerin ağırlıklı olarak yaşadıkları Kuzey Mezopotamya ve Van Gölü çevresi de bırakılıyordu. Lozan’dan önce “Türk” adından çok “Osmanlı” adı, hatta “Kürd” adı vardı. Şimdi “Türk” adıyla bir devlet vardı. 24 Temmuz 1923’te İsviçre’nin Lozan kentinde, savaş galibi ülkelerle, Osmanlı bakiyesi üzerinde oluşan TBMM Hükûmeti arasında imzalanan uluslararası belgede, pek çok şeyle birlikte yeni bir devletin varlığı da kabul edilmiş oldu. Üç ay sonra, 29 Ekim 1923 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti resmen ilan edildi ve işlem tamamlandı.
Lozan, Kürdler için önemlidir çünkü Lozan’dan önce “Kürdler” vardı, Kürdistan coğrafyası, Kürdistan mebusları vardı; şimdi bunlar yoktu, Kürd inkârı, “Kürd Sorunu” vardı. Yani, bu eşikten önce “Kürdistan Sorunu”, şimdi “Kürd Sorunu” vardı. 1921 Anayasası’nda adem-i merkeziyetçi bir anlayış vardı, herhangi bir ulus tanımı yoktu. Lozan’da tapu alındıktan bir yıl sonra, 1924’te anayasasında, devlete vatandaşlık bağı bağlı olan herkes Türk’tür dendi. Kürdler kendilerini iki “kurucu” dan biri sanmıştı. Kürdler, ah-vah ederken “Atı alan Üsküdar’ı, Lozan’da tapuyu alan Ankara’ya ulaştı.” Kürdler, aldanmış, aldatılmışlardı…
Lozan, genel olarak çeşitli Türk kesimleri arasında zafer olarak algılansa da hezimettir diyenler de vardır. Misak-ı Milli belgesine göre coğrafya daha büyüktü, Kemalist hareket taviz verdi diyen gruplar da var. Ancak konu “Kürdler” olunca bu iki taraf, “Mevzubahis vatansa gerisi teferruattır.” anlayışında, “Türklük Sözleşmesi” esasları içinde rahatlıkla benzeşiyorlar. Türk halkının bir kısmı konunun dışında kalsa da önemli kısmı, vatan, millet, sakarya söylemleri içinde büyütüldü; hep kaygılı. Hep birileri çıkıp Lozan’da kazandıklarını ellerinden alacağı korkusu içinde. Komplo teorileri çok yaygın. Kürd haklarının tanınmasının onların kazandığı istiklâli, bağımsızlığı, özgürlüğü ortadan kaldıracağı şeklindeki bir düşünceye inanan çok.
Baştan beri, Türk halkının çok büyük kısmı, Kürd halkının da ulusal haklarına sahip olmasının onlardan bir şey götürmeyeceğinin bilincinde değil. Aksine, onların yaşamını da zindan eden bu en büyük sebep ortadan kalkarsa kayıp değil, kazanç olacağı bilinmiyor. Tabii, mutlu toplumlar için, coğrafyalarının büyük, devletlerinin güçlü olmasının bir gereklilik olmadığı bilinci de yok. “Güçlü devlet”, “Güçlü iktidar” özlem ve istemlerinin, aslında faşizmi istemekle eş anlamlı olduğu da düşünülmüyor…
Bu gün yapılan tartışmalarda mevcut devleti yıkmak isteyen kimse yok. Türkiye topraklarında bir Kürdistan kurulsun diyen de yok. Yalnızca biz de varız diyenler var! Bir şey istemeden varlar! Birlikte, eşit yaşamaktan, kardeşlikten, bazen açılım denilen bir şeyden söz ediliyor. Bir çok Kürd kesimi, doğru, yanlış, mevcut şartlarda, ortak vatandan, Türkiyelileşmeden, mevcut devletin demokratikleşmesinden söz ediyor. Lozan’dan vazgeçip Sevr’e sarılan da yok ama Sevr hâlen bir öcü. Sevr, Kürdlere bir devletleşme yolu açtığı hâlde, Kürdler de Sevr’e sahip çıkmadılar. Sevr’in sahipleri olsaydı Lozan’a gerek kalmayabilir miydi? Eksikliklerine karşın, pek çok tarafsız tarihçi, Sevr’in, Lozan’dan daha adil olduğunu söylüyor.
Gerçeklerle yüzleşmek, özeleştiri, yaşadığımız toplum için yabancı şeyler. “Lozan” denince verilen tepkiler çeşit çeşit ve çok abartılı. Hatta paranoya derecesine ulaşan tepkiler var. Bazı Türk ulusalcılarının adeta histeriye kapılmaları, suçlunun telaşı gibi. Kürdlerin tavrı da çok bilinçli değil. Yüz yıldır bu devletin giydiği elbise dikiş tutmuyorsa haksızlık, adaletsizlik, huzursuzluk hep varsa elbette yanlışın yapıldığı yere bakmak gerekir. Tarihle yüzleşme bu yanıyla anlamlı. Yanlışın bir yerinden dönülür mü, o da çok tartışmalı…
/CT/
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.