Halide Edip'in annesi Bedrifem, ilk evliliğini Botan miri, Mir Bedîrxan Beyin küçük oğlu Ali Şamil Bedîrxan ile yapar. O zamanlar Ali Şamil Bedîrxan, Üsküdar Beylerbeyi Paşası’dır. Daha sonra Bedîrxanî ailesi, bir askerin ölümüne isimleri karıştırılarak Girit’e gönderilir. Bedrifem'den Mahmure Bedîrxan olur. Bedrifem, Ali Şamil Bedîrxan'dan ayrıldıktan sonra, Yahudi asıllı Mehmed Edip ile evlenir, kızları Halide olur.
Halide Edip zeki ve atılgan bir kızdır, okuduğu kolej, "Yakın şark milletlerinin bir fikir merkezi gibiydi" diyerek, Ermeni, Rum, Bulgar, Yahudi, Amerikalı, İngiliz, Türk, Arnavut, Fransız, Alman, İtalyan, Rus, Macar vs. öğrenciler var. Türk kızlarının sayısı yok denecek kadar azdır. Halide, kendisinin okuduğu kolejde, "Bir Ermeni talebe o günlerde bana bir abla şefkati göstermezse, hiç şüphesiz mektepten kaçardım." diye yazar. Onun sayesinde Ermeniceyi öğrenir!
Adalardaki bu koleji, beş Amerikalı kadın açmış, ilk başta Eğitim dili Ermenice iken, yatılı olan bu okulun, sonra eğitim dili İngilizceye çevrilir.
Okulda, spor, müsadere, ev işleri ve çeşitli etkinlikler ile öğrencilerin bağımsız yetenekler kazanması sağlanır. Kolejde mezun olan öğrenciler, Osmanlı elit kesim tarafından farklı bir yerlerinin olması doğal olur.
Halide de bunlardan biridir. Bu durum, Halide Edip'i özgün kılar! Bu farklı kültürlerden beslenen gözde sosyal kız, sisteme uyum sağlamaz olurken, çevresi ona bir cinsel obje olarak yaklaşır. Halide özgür yetişmenin özgüveni ile kendisinden katça yaşlı olan hocası Salih Zeki ile evlenir, ancak Salih Zeki’nin “hovardalıkları ile baş edemedim” diyerek, ondan olan doğurduğu çocuklarını da bırakarak, bir başına kalma pahasına terk eder. Sonra, Dr. Adnan Adıvar ile evlenir.
Yaşadığı ortam ve eğitimi, O’nu hep farklı ve bağımsız yaşamaya yönlendirir. Asla Biat etmez bir duruşu hep korur. 1924-1939 yıllarında, Fransa, İngiltere ve Amerika'da "Sürgün"e kaçarak yaşamak zorunda kalarak vakit geçirmek durumunda olur.
Ama bir kadın olarak Halide'nin çok kimlikli ve bu kimliklerden beslenmesine rağmen, yaşadıklarının bir kimlikte yorumlanmasındaki sakatlığı da yaşamı ile açığa vurur.
Halide Edib’in annesi Bedrifem Hanım, ilk evliliğini, 1876 yılında Botan Beyi Bedirhan’ın oğullarından Ali Şamil (Eli Cemil) ile yaptı ve Ali Şamil, Bedrifem Hanım’ın ailesine bir nevi iç güvey olarak girdi. Bu evlilikten 1877 yılında Mahmure adı verilen bir kızları olur. Ancak Ali Şamil Bedîrxan Bey’in dalgalı yaşamı, sık sık sürgün edilmesi ve sağlık sorunları nedeniyle, daha Mahmure iki yaşında iken Bedrifem’in otoriter babası Ali Efendi tarafından, Bedrifem ile Ali Şamil’i ayırtır.
Bedrifem Hanım, kısa bir süre sonra, II. Abdülhamid’in Sarayı’nda üst bir görevde bulunan Mehmet Edib Bey’le evlenir. 1882 yılında, bu evlilikten Halide doğar. Halide, dört-beş yaşlarında iken yaşamında büyük bir yer alan Mahmure Ablasıyla ilk karşılaşmasını Mor Salkımlı Ev adlı anı kitabında anlatır:
“Küçük kız (Halide) evde dolaşırken birden hayat sahnesinde bir başka varlık ortaya çıktı. Bu onun ömrü boyunca bağlı kaldığı Mahmure Ablasıdır. Elinde şeker kutularıyla gelen Mahmure Abla o zaman dokuz yaşındaydı. Parlak siyah saçlı, ateş saçan siyah gözleri ile insana bakan, hareketleri yıldırım gibi seri ve çevik bir varlıktı. Mahmure Abla’nın gelişi, adeta bayram gibi bir şey oldu…”
“Bedirhan Paşa, Kürdistan’dan İstanbul’a geldiğinde (İsyan sonrasında 1847 yılında Girit’e sürgüne gönderilen Bedirhan Bey ve ailesinin İstanbul’a gelmesi 1863 yılından sonradır.), oğullarının en küçüğü ve belki de en yakışıklısı olan Ali Şamil Bey, o zaman on beş yaşında olan annemle evlenmişti. Ali Şamil Bey Mor Salkımlı Ev’e iç güveysi girmişti. Kardeşleri eve misafir gelir ve taşkınlık yaparlardı. Bu genç ve taşkın hayata Büyükbabam üç yıl tahammül ettikten sonra, annemi Ali Şamil’den boşamışlar ve babama vermişler…
Mekke’de çıkan bir kargaşalık hakkında tahkikat yapmak, Şerif (kral) yerine Abdullah Paşa’yı oturtmak için bir komisyon gönderilmiş. Bu komisyonda Ali Şamil yeni şerifin yaveri, babam da bu komisyonun kâtibi olmuş. Babam yıllar sonra, oraya gidiş sırasında ve oradaki yaşamın zorluğunu anlatırken ağzı açık onu dinlerdik... Ali Şamil, Mekke’de salgın kolera hastalığına yakalanmış. Herkes yanından kaçmış, sadece yol arkadaşı genç kâtip Edib Bey yanından ayrılmamış ve ona bakmış.
Bu vaka, âdeta bir dram çıkartılabilecek kadar gariptir. Bunu bana çok sonraları Ali Şamil Paşa anlattı: Babam onun, annemin ilk kocası olduğunu biliyor, fakat o, babamın kendisinin halefi olduğunu bilmiyormuş… Hastalığı ilerleyip öleceğini hissedince, genç arkadaşına saatini ve eşyasını alarak İstanbul’a, kendisini vaktiyle zorla ayırtmış oldukları Ali Efendi’nin kızı Bedrifem Hanım’a götürmesini vasiyet eder. Babam da Bedrifem Hanım’la kendinsin evlendiğini, küçük kızı Mahmure’yi de kendi kızı gibi büyüttüğünü söylemiş... Ali Şamil ölmek üzere iken babam kendi kürkünü onun üstüne örtmüş ve başucunda beklemiş. Fakat Ali Şamil ölmemiş ve bu kürkü hatıra olarak yıllarca saklamış. Ali Şamil’in hayatı, bazen parlak bir ikbal içinde bazen karanlık bir felaket içinde geçmiştir…” ((Halide Edib Adıvar, Mor Salkımlı Ev, Can Yayınları, 2019, s. 112-113,146 )
Mahmure Ali Şamil Bedîrxan, bir abla olarak en zor anlarında, hep Halide Edip'i kardeşlik, hatta annelik duyguları ile korur.
1919'da Mustafa Kemal'in Pontus’a gidişinin arkasında, en aktif Türk Ocakları durur. Etkinliği desteklemek için, "Yunan; İstanbul'a, İzmir'e girdi. Memleket elden gidiyor..." senaryosu abartılır. İstanbul'da, mitingler düzenlenir. Mitingleri, Halide Edip ve Sertel(Sabiha ve Zeki)'ler aktif desteklemekle yetinmez, aynı zamanda örgütler.
Mahmure Ali Şamil Bedîrxan ve Halide Edib’in abla-kardeş sevgisi aileleri kaynaştırmaya vesile olur. Halide Edib, daha küçük yaşlarda iken Mahmure ve kendi anneleri olan Bedrifem’i kaybederler. Halide Edip, ablası Mahmure ve üvey babası Ali Şamil Bedîrxan Paşa’dan söz etmektedir. Büyüyüp ilk evliliğini yaptığı sırada (1901 yılı), ablası Mahmure de evlenir ve Mahmure üç çocuk annesidir. Halide o günleri şöyle anlatır:
“Ali Şamil Paşa, Şam’dan sürgünden döndüğünde Üsküdar’a kumandan olmuştu ve sık sık bize geliyordu. Kadıköy’de büyük bir evde oturuyorlardı. Biri sarışın, biri Habeş iki karısı ve ikisinden de rengârenk çocukları vardı…
Paşa’nın Mahmure Abla’mdan başka, üçü beyaz, üçü renkli çocukları vardı. Mahmure Ablam da onların bitişiğindeki bir evde üç çocuğu ile yaşıyordu. Akşamları çok neşeliydi. Oğullarını Kürt kıyafetine sokar. Mahmure Abla bir Kürt havası çalar. Paşa başta olmak üzere bir Kürt oyunu oynarlarken bir taraftan ıslıkla havayı tekrar eder. Aynı zamanda da benim elimden yakalayarak oynayanların arasına alırdı. Hepimiz bir ağızdan el ele sallanarak ‘Hey Zeyno Zeyno’yu’ söyleyerek, tavandaki avizeleri zangırdatarak, tepinerek döne döne sıçrar dururduk.” (Halide Edib Adıvar, Mor Salkımlı Ev, Can Yayınları, 2019, s. 146)
Ancak 1906’da, İstanbul Şehremini’de Rıdvan Paşa’nın Öldürülmesi olayı ile Bedirhanilerin sürgünü yenilenir ki Halide bu olayı şöyle anlatır:
“Ali Şamil Paşa’nın yeğeni Abdürrezak Bey (Bedirhan Bey’in en büyük oğlu Mustafa Necib Paşa’nın oğlu), İstanbul Şehremini Rıdvan Paşa’nın uşağı Ahmed Ağa’yı evine çağırmış, sokak tamir edilinceye kadar ağayı evinde hapsedeceğini söylemişti. Bunu haber alan Rıdvan Paşa, onları Abdülhamid’e şikâyet etmiş; Abdülhamid de barışmalarını, meseleyi kapatmalarını emretmiş. Herkes bu konunun çok sürmeyeceğini hissetmiş.
Bir akşam babam, eve, yüzü gözü keder içinde erken döndü. Rıdvan Paşa’nın, evine yakın bir yerde öldürüldüğünü söyledi. Katiller, Üsküdar Kumandanı Ali Şamil Paşa’ya getirilmiş, bir gece hapsedilmiş, fakat Abdürrezak’ın müdahalesiyle serbest bırakılmışlardı. Bundan rahatsızlık duyan Abdülhamid, Ali Şamil başta olmak üzere, bütün Bedirhanileri yakalatmış; Ali Şamil’i zincire vurarak Trablusgarp’a sürmüşlerdi.
Ali Şamil Paşa’nın konağının yanında Mahmure Abla’mın oturduğu ev de abluka altına alınmıştı... Bütün ömründe eczacılığından başka bir şeyle meşgul olmayan enişte (Mahmure’nin kocası) de aynı vapurda, elleri zincirler içinde nefi (sürgün) edilmişti. Hulâsa, on iki yaşında çocuklar da dahil, İstanbul’da tek erkek Bedirhani kalmamıştı. Bunların birçoğu meseleden haberdar bile değillerdi…
Fevkalade bir mahkeme kararıyla enişteyi Trablusgarp’tan Kudüs’e gönderdiler. Fakat Ali Şamil Paşa ölünceye kadar ailesiyle Trablusgarp’ta kaldı. ” (H. Edib, a. g. e., s. 167-168, Aktaran, Celal Temel)
M.Kemal, Padişah ve İngilizlerin verdiği vize ile, "Karadeniz'de baş ağrısı" dediği Pontuslular'ı berdest etmek üzere çıkıp, Topal Osman çetesini bir fişek gibi, namluya sürerek, Kızılırmak'ı onlardan akıttığı kan ile kızıllaştırır. Sonra, Amasya, Erzurum, Sivas üzerinden, Silah Arkadaşları Sakallı Nurettin Paşa, Topal Osman ile Qocgiriyi hale girişirken, Wilson Prensiplerine "makul" deyip, pas geçmeye çalışır, Halide Edip'e "Amerika bütünlüğümüzü sağlasın, manda yönetimi kabulümüzdür" mektupları ile İstanbul'da destek ve diplomasisi yürütülür.
Talat Paşa, yazdığı mektuplar ile M. Kemal'e hayran, Mustafa Kemal için de Talat Paşa bir idoldür. Gerisi icraat. Nutuk’ta M. Kemal “tek lider” olduğunu anlatırken, bütün ilk yola çıktığı arkadaşlarını ağır bir dil ile itham eder. Ancak İttihat ve Teraki’de tartışılmaz lideri Talat Paşa’ya tek bir eleştiri getirmemesi manidardır. .
Sonra bu diploması trafiğini Halide Edip’e yazdırdığı mektuplar ile yürütür, Amerika’yı ayıklamaya yönlendirilir. Tabi bu mektuplar da Halide'ye yük edilir...
Köylünün "efendi" edildiği bir cihani alemde, kurnazlıklar tavana, bilgi ve ihsan sahipleri ise yavana bırakılır...
Topal Osman muhafız komutanı, namı değer "kasap"lardan Sakallı Nurettin Paşa, "Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" kurucusu olur. Odesa Destanı’nın yurdu, Homeros'un şehri İzmir'in yerlileri "Yunan işgalcisi" ilan edilerek, tarih sahnesinde, yurt olamamışlar, şehir kuramamışlar, "Kuruluş” ve “Kurtuluş" söylemi ile ilk Filozof Tehalas’in şehri Didimi, Heraklitos’un şehri Efes/Selçuk İzmir’i, Balıkesir, Muğla derken Ege’den Akdeniz'e, Marmara'ya, kadim yerliler “yabancı” olarak tanımlanır ve behemehal bir arındırma telaşı ile “savaşa” tutuşulur ve Yunan yöneticilerle danışık “Mübadele” söylemi ile 500 bin “Müslüman” alınır, Bir milyon iki yüz elli bin “Hristiyan” dışarı atılır. Ya sonra, tamamı “Laik” olur.(!)
Sonra, Sonrası SSCB'den gelen silahları teslim alıp, bir sürü kirli işte kullanılan Topal Osman sırları ile Ulus meydanında bir direğe ayağından asılarak - ki kafası önceden taze Muhafız Komutanı İsmail Hakkı Tekçe tarafından kesildiği için, ipi ayağından tutarak- sırlarlar.
1924 Yılında Türk ocaklarında yapılan toplantıda, "Kuva-i milliye-i aktif destekleyenler" onure edilmeye çalışılır. Bunların arasında, İstanbul’dan Ankara’ya hicret eden Halide Edip'in de ismi vardır.
Miqdad Mithat Bedîrxan'dan sonra, Cenevre'de Kurdistan gazetesini çıkaran Abdurrahman Bedîrxan, İzmir’e dönmüş, M. Kemal tarafından verilen "Çınar" soy ismi ile ikamet etmektedir. Kürtlüğünü ve çınar gibi Bedîrxan soylarını inkar eden Abdurrahman'ın bir de Hüseyin Vasıf isminde eğitimli oğlu vardır ki birkaç yıl içerisinde, Kürtlükten Türkçülüğe iltihak etmiş olan bu devşirmeler, artık "Türk gibi" yaşamaya çalışmakta, son gaz entegre olmayı aşmış, entegre etmekte militan olur.
Abdurrahman Bedîrxan'ın oğlu Hüseyin Vasıf Çınar’da Türk Ocaklarında söz sahibidir.
Şoven “Türk Ocaklarına yaptığı hizmetleri”, Ziya Gökalp tarafından bile şiirlerinde övgüye bahis ettiği Halide Edip de Türk Ocakları tarafından "onure edilenler listesinde" görülünce, 03.03.1924’te “Tevhidi Tedrisat Yasası” ile yasaklanan otoktan dillerin başında, Bedirxanîlerin anadili ve olsebepten sürgünler yemiş Kürt mirlerinin, Kürt dilinin de eritilmesinde başat ve aktif yer alan, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Vasıf Çınar, tahammülsüzce Halide’nin ödülüne itiraz eder.
Neden?
Çünkü Halide Edip, "Bütünlüklü bir Türklük çizgisinde istikrarlı olmamış, ademi-merkezi yönetimler olsun, halklar, diller inkar olmasın" demiş, "Bu söylemi ile Türklük hareketi içinde yer almaya hak kazanamamıştır!" diye...
Zaman zaman muhalif tutumuyla Halide Edip'in evi hep polis gözetiminde kalır.
Hani "Boynuz, Kulağı aşar" meselesi!
Çınar ve Kutay soy ismine giren bazı Bedîrxanîler, inkar ve imha siyasetinin baş aktörleri içinde yer alır!
Halide Edip de “diplomatik görev” gereği, yazdırılan mektuplarından dolayı, yine yazdıran tarafından “Amerikancı” diye suçlanır. Ancak, muhalife düşen Halide, işin farkında olarak, Paris, Londra ve Amerika'ya kendini atarak, nefesini korur. Yoksa "İzmir suikastı' listesine isminin alınması ile yaşam akıbeti erken olurdu ki "Allah kurtarsın" demeye fırsat olmazdı, Dr. Nazım ve Ziya Hurşit misali.
Siyaseten gelenek edildi ya, azmettirenler bir yolunu bulup, yıkanmış olarak tarih sahnesinde dolanır ve tabu ile dokunulmaz edilir.
Nurettin Paşa, Muğlalı Paşa ve Abdullah Alpdogan'in halini merak eden öğrenir ve ihtiyaç hasıl oldukça böyle devam ettirilir... Ta ki bir gün, "Hayır bir yanlış var!" diyene kadar.
Öğrendikçe hayret etmemek mümkün mü! İnanın ki "Bu kadarı da olamaz!" dememek mümkün olmaz! Ama olmuş!
Keşke olmasaydı demek, çözüm değil...
Artık insanlık, icran ve icraatinde kendini yargılamalı!
Ama....
Artık, "Eşitim yok' diyen, yol arkadaşının “hinliklerini” eşelemeye yönelir ve kıyar!
"Kendi eşitleriyle anlaşmama illeti her diktatörün ortak özelliğidir. Bu nedenle onlar, en çok yol arkadaşlarını harcar!" der tarihçi Arnold Toynbee!
TBMM ilk başkanı Adnan Adıvar ise, 1925 Takriri Sükun uygulamaları ve İstiklal Mahkemesi’nin idam ve umumî icraatlarını, eşi Halide Edip ile sürgüne gittiği Londra'da şöyle tepki verir;
"Katillerin dost, demokratların ise korkak ve hain ilan edilmesi, döneme damgasını vuran idamların neticesidir!" der.
Heyet-i Temsiliyenin M. Kemal'e en yakın eşiti, Çerkez Rauf Orbay, ters gidişatı görerek, önce Viana'ya, sonra Paris ve Londra'ya kaçarak canını kurtaranlardandır. Osmanlı İttihatinde gözde maliyeci ve 1. Dünya Savaşında, savaş karşıtı olan Cavit, siyasi stratejist ve örgütleyici Dr. Nazım, Nail ve Hilmi gibileri, Cumhuriyet Halk Fırkasından ayrı bir parti olan Terakkiperver(ilerici) Cumhuriyet Fıkrasını kurmaya kalkıştıkları için takibata uğratılır.
Bunun için "İzmir Suikastı" gibi gerekçeler üretilerek sonuçta idamlarına karar verilir.
Artık M. Kemal kendini eşitsiz kılmış, "ulu önder" olarak, nutuk okumaya hazır vaziyete hazırdır...
Kürtçe bir atasözü var ki, "Serê du beranan di tencikeki de nakele!"(İki koç kellesi, bir kazanda kaynamaz!"
Peki kazanın genişi yok mu?
Görülüyor ki, geri toplum liderleri, kendisine eşit olabileni değil, kendisine kaynaşanı tercih eder. Olmazsa, akıbeti istiklal mahkemesine çıkar ve infaza uğrar.
1945'te "Demokrasiye geçiş" tartışmaları gündemleşirken, Halide Edip, Görüşlerini "Görüşler Dergisi"ne şöyle yazar:
"Ben de memlekette demokrat bir rejimin kurulmasına taraftarım.
Bu diktatörlük sistemi, Atatürk'ün kurduğu sistemdir. Biz buna muhalefet ettiğimiz için gadre uğradık ve memleketi terk etmek zorunda kaldık. Dünyanın bugünkü durumunda artık bu sistem yürütülemez. İnönü'nün bu hürriyetleri vereceğine inanmıyorum! O bir politika cambazıdır. Bir gün totaliter sistemin başındadır, ertesi gün demokrasi taraflısı görünür. Bir başka gün durum değişir faşist metodları kullanır. Daha öbürsü gün sosyalist olur. Bu değişmeler inandığı düşünceleri savunmak için değil, iktidar mevkiini elinde tutmak içindir. Fakat Celal Bayar iktidara gelirse, onun da bu hürriyetleri vereceğine inanmıyorum.!"
diye görüşlerini belirtir.
Ardında bu öngörüsü bir bir gerçeğe dönüşür!!!
4 Aralık 1945 gecesi, sola yakın duran Tan Gazetesi, CHP'lilerin öncülük ettiği bir grup tarafından basılır ve gazete çalışanlarına linç girişiminde bulunulur.
Aynı gece, Yeni Dünya Gazetesi ve bazı üniversitelere de baskınlar düzenlenerek, sol görüşlü öğrenci, yazar ve öğretim üyeleri linç edilmek istenir...
CHP, İnönü tarafından "ortanın solu" diye kendine yalancı bir vizyon yakıştırırken, bugüne kadar yapılanların çoğu, pek çok insan tarafından görmezden gelinir.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu "Demokrasi", "Sol" , "Adalet" "Helalleşme" vs. kavramlarını kullanırken, İnönü'den kalma ve Halide Edip'in bahis ettiği "Siyasi Cambaz" vizyonu onun için de yerinde olur.
***
Türkler ilk meclislerini kurmuş, Mustafa Kemal Meclis başkanı olmuş, Kürdistan, Lazistan derken her yörenin ve aidiyetin adına vekiller tayin etmiş. Ardında Cumhurbaşkanı olmuştur.
Bu arada M. Kemal, ilk sevgilisi Fikriye'yi Almanya'ya yerleştirmiş, taze sevgili Latife'ye tutulmuş, aşk yakmış evlenmiş. Gazeteler bu durumu yedi manşetten duyurmuştur.
Durumu öğrenen Fikriye deliye dönmüş, bir çırpıda Türkiye ve Ankara'nın yolunu tutmuştur.
Mustafa Kemal, İsmet İnönü’ye sıkı tembih vermiş, "Fikriye'ye Ankara yasaktır. Ayak bastırılamaz. Bastırlmamalı!" Ancak Fikriye, Haydarpaşa garında Trene binmiş, Ankara yoluna koyulmuştur. Fikriye'nin yola koyulduğu bir vesile ile öğrenilmiştir. Ankara Tren Garina görevliler konulmuştur. Fikriye Ankara Garı'nda trenden iner inmez tutulur ve gerisin geri İstanbul'a gönderilir.
M. Kemal'in, Fikriye'nin üstüne evliliği, Fikriyeyi hırçınlaştırır, ama sevgisinden vazgeçirmez!
1923-1924 yılları Adalet Bakanlığına Meşhur Mahmut Esat Bozkurt oturtulmuş, medeni kanun hararetle tartışılır ve "İsviçre Medeni Kanunu kabul edilebilir" eğilimi ağırlık kazanmıştır.
Bu günlerde aşkından vazgeçmeyen Fikriye hanım, bir “Ankara sürgünü” olarak illegal babında, yolunu bulup Ankara'ya girmiş ve M. Kemal ile görüşmek için çırpınır.
İpek Çalışlar "Halide Edip" kitabında durumu şöyle anlatır:
"Fikriye, 1924 Mayıs'ında M.Kemal'ı görmeye gider. Ancak bu yolculuğun dönüşü olmaz. 24 Mayıs 1924 tarihli gazeteler, Fikriye'nin intihar ettiğini duyurur. Sevdiği erkeği kaybetmek Fikriye'ye büyük bir üzüntü getirmekle kalmaz, hayatına da mal olur!" diye yazar ve devamla;
"Halide Edip'i cepheye çağıranlar, Meclise çağırmaz. Savaş bitince de ona olan ihtiyaç da biter..." diye özetler.
Halide Edip, Mustafa Kemal'den, 1925'te kaçar ve Türkiye'yi terk eder. 1938'de Mustafa Kemal yaşama veda eder. Ancak bu Mustafa Kemal hayatta olduğu müddetçe, Türkiye dışında yaşamış bir kadın olduğu da kamuoyundan pek gizli tutulur.
"İnsan sürülebilir. İmha edilebilir. Fakat fikir öyle değil. Fikir kafadan kafaya, devirden devire atlar geçer ve kendisini gösterir." diyen Halide Edip, 1924 yılında Hürriyet ve Terakkiperver Cemiyet Fıkrası’nın programını kendisi başta olmak üzere eşi Adnan Adıvar ile kaleme alır. Bu durumu bir vesile ile Mustafa Kemal tarafından tahmin edilir. Mustafa Kemal'i iyi tanıyan ve İstanbul'un en iyi eğitim görmüş kadını, tehlikeyi sezerek kaçar. O, Mustafa Kemal yasadığı müddetçe dönmez. 1939'dan sonra ancak İstanbul'a döner!
1925 yılında Halide Edip'in Amerikalı bilim adamına yazdığı mektupta, İzmir ve İstiklal Mahkemelerindeki yargılamaları anlatırken, "Kurdistan'daki kanlı gelişmeler" den de bahis eder. (Bkz. İpek Çalışlar "Halide Edip, Biyografisine sığmayan Kadın, s. 337)
Halide Edip, 1939'da Türkiye'ye döner. İsmet İnönü, kırgın/küskün olan 1740 eski arkadaşlarını Dolmabahçe'de ağırlamak, zeytin dalı sunmak üzere davet eder.
Aralarında Halide Edip de vardır. Halide Edip, Akşam Gazetesine, orada İsmet İnönü ile yaşadığı sohbetinden söz eder, "Sen (İsmet) cambaz, Kemal diktatör " diyerek, yeniden vermek istedikleri hiç bir teklifi kırgın haliyle kabul etmez...
Halide Edip, ölüm yolculuğunda can vermeyip, Lübnan'a varan, döneminin en meşhur Ermeni Müzisyeni Gomotas'i "çıldırmış" hali ile gidip İstanbul’a getiren kadındır.
Olan araştırmalarda, anlaşıldığı üzere, Halide Edip, 1924'te kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fıkrası’nın kuruluşunda aktif yer alır, onun programını da kaleme alan kadındır.
"Türkiye'nin modernitesine örnek" gösterilen kadın Halide Edip, yaşamında CHF/CHP'ye hep muhalif olarak yaşar. O da tıpkı İstiklal Marşı şairi Arnavut Mehmet Akif Ersoy gibi, ancak Türkiye'yi terk ederek yaşayabilmiş.
İnanınız ki hiç bir şey vitrinde göründüğü gibi değildir. Bir de özüne bakmak önemlidir.
Halide Edip'i öğrenmek için, İpek Çalışlar'ın kitabı önemli bir araştırma ve kaynaktır!..
İstiklal Mahkemelerinin verdiği binlerce idam sonucunda, ülkede ip kıtlığının yaşandığı rivayet olunur. Nitekim, Celad Kara Ali hatıratında "Bizim patronlar yalan söylüyor. O kadar celladın içinde sadece benim sallandırdığım kişi sayısı 6128’dir” diye yazar. (Aktarma. Attilla Tuygan)
Cumhuriyet Gazetesi ve M. Kemal’ın yakın yazarı Falih Rıfkı Atay, "1922'de İzmir'i niçin yakıyorduk?" diye sorduktan sonra;
"Ermeniler tehcir olunduğu vakit, Anadolu şehir ve kasabalarının oturulabilir ne kadar mahalle ve semtleri varsa, gene bu korku ile yakmıştık. Bu kuru kuruya tahripçilik hissinden gelme bir şey değildir. Bunda bir aşağılık duygusunun da etkisi var. Bir Avrupa parçasına benzeyen her köşe, sanki Hıristiyan ve ya yabancı olmak, mutlak bizim olmamak kaderinde idi"(Falih Rıfkı Atay, Çankaya, s. 375-376)
1877 yılından sonra, ilk kez, Aralık 1908 yılında, İttihat Terakki hakimiyeti altında genel seçim yapılır.
Yapılan seçimde, Meclise şu milletlerden temsilcilerin girdiği sayılır:
-147 Türk ya da Türk geçinenler.
- 60 Arap,
- 27 Arnavut,
- 26 Rum,
- 14 Ermeni,
- 10 Slav,
- 4 Yahudi parlamenter vardı.
Bu listenin içinde, Kürtler, Lazlar, Pontuslular.?!
1921’de yapılan seçimde Lazistan, Kürdistan milletvekilleri var. Ancak yine kadınlar yok.
Tabi kabına sığmayan, İstanbul’dan Ankara’ya firarı kaçan Halide Edip de olmaz!
Lozan görüşmelerinden sonra, Türkten başka her şey buharlaştırılırcasına “yoklara” kadem basar!
Halide, 1950 yılında Demokrat Parti listesinden İzmir milletvekili olarak TBMM'ye girer ve bağımsız milletvekili olarak görev alır. 5 Ocak 1954 günü Cumhuriyet Gazetesi'nde “Siyasi Vedaname” başlıklı bir yazı yayımlayarak bu görevinden ayrılır. Üniversitede görev alır. 1955'te eşi Adnan Bey'in kaybı ile sarsılır. Bir daha toparlanamaz.
1992’den sonra, Turgut Özal, Yakın Doğu’da olacakları görerek, “Şahin” olarak, Kürtler vardır anam da Kürt’tür” nidasından başlatır, Nüfusunu 12 Milyon’a vardırtır. Daha ilerisine erişemez ve kendisi eksilir.
Sonrası, sonrasını ise daha yaşıyoruz!
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.