Yüzeli yıllık siyasal kastın, süreğen dinamikliğini düşünürken, sorunun yüzyıllık geçmişle sınırlı olmadığını, daha da geçmiş bir geleneğinin olduğunu görürüz. Yaşanan geleneğin detaylarını bilince çıkarmak tarih bilinci açısından gereklidir. Konuyu ele alırken, gelişmenin önemli bir bariyeri olan, Türk Müslüman milliyetçiliğinin şoven, sömürgeci, jenosidal ve faşizan direnci, bir toplumsal ve siyasal güç ile karşılaşıldığını başka arkadaş ve araştırmacılar da tespit etmiştir. Fakat bu önemli konunun detaylandırılması ve günümüzde tekrarlanan jenosidal karakterin, yerine göre ani ve hareketli bir tasarı ile kısa sürede sonlandırıldığı, bazısında ise uzun sürece yayarak sonuca varılmak istendiğini tarihi sahada görürüz. Uzun sürece yayılmış, total jenosidal ve diktatöryal sistemin, nasıl şekillendiğini, iç hesaplaşmaların içinde, zincirleme devir ettiklerine projektör tutmak zorunludur.. Konuya dair, II. Abdulhamid, Talat Paşa ve Mustafa Kemal dönemlerinin önemi öne çıkıyor. Ancak, daha önce okuduğumuz ya da duyup tartıştığımız konularda edindiklerimizi de değerlendirerek, sağlıklı bir tarihsel derinleşme ve tasnifin yapılması gerektiğini düşündüm. Bugünden geriye doğru, özellikle tabuu olarak resmi ideoloji şeklinde sistemleşen Mustafa Kemal dönemi ve o dönemin dayandığı siyasal geçmişin dayanakları, beslendikleri damar ve kaynaklarını yeniden tarayarak, henüz ortaya çıkan araştırma ve belgelerin ikircikli, yer yer de soyut olduğunu düşünerek sorgulamak yanlış olmaz. Çünkü, Türk ya da Türk kaynaklarından, yanı mağdur, maktul sorunu dışında konuları inceleyen entelektüel araştırmacılara uzanma ihtiyacı var.. Bu arada özellikle, François Georgeon’un ele aldığı “Sultan Abdulhamid” (İletişim yayınları, 2021, İstanbul,) ile Hans Lukas Keiser’in “Talat Paşa, İttihatçılığın Beyni ve Soykırımın Mimarı” (İletişim yayınları, 2020, İstanbul,) kitaplarına da yoğunlaşarak, konuya dair çok sayıda kaynağı yeniden taramaya çalışınca, detaylamayı önemli gördüm. Tabii burada dönemleri hatırlatırken, sorunun esas nedeni kişilerden ziyade, onların temsil ettikleri ve devir alarak sürdürdürdükleri sistem olduğunu gözden kaçırırsak, büyük yanılsamalara düşeriz. Yanlış bir tarih bilgisi ve bilinci ile kendimizi ve paylaştığımız bilgileri okuyanların, doğru olmayan tarih bilincine kaynaklık edeceğini düşünmemiz, titizliğimiz ve etik davranış için önemlidir!
Bir önceki bölümde II. Abdulhamid’in Çocukluk ve Gençlik yıllarına değinerek, “Abdulhamid Büyür Padişah olur” diyerek aktarmaya çalıştım. Şimdi Abdulhamid’in, uyguladığı hileli politikaların vardığı sonuç ve yansımalarını ele almayı önemsemek yerinde olur. Zira Abdulhamid, Talat, Kemal ve sonraki sürecin, birbiri ile çatışır görüntüsü altında, esasta her biri, bir öncekinin bir sonrakine merdiven teşkil ederek ve birbirlerine nispet şekilde inşaa olunarak şekillendiğini görmekteyiz! Bu açıdan Talat Paşa’yı anlamak için, Abdulhamid ve dönemini sağlıklı anlamak önemlidir
II. Abdulhamid’i iktidara taşıyan, daha kız kardeşi Cemile 15 yaşında iken evlenen, hırslı, paraya düşkün, hiçbir ahlakı kaygısı ve siyasi ettiği olmayan ve birkaç kez nazırlık/bakanlık yapan, Şura-i Devlet üyesi Damad Mahmud Celaledin’dir. Bir diğer kişi ise Cevad Paşa’dır. Cevad Paşa, kayınbiraderi İngiliz Said ve Küçük Said ile birlikte, Mithat Paşa ve Kanun-i Esasi’ye karşı muhafazakar kanadı temsil ederler. Mahmud Rüştü kabinesinde Ticaret Nazırı Celalaledin Paşa, bürokrasi ve hükümet bünyesinde II. Abdulhamid hesabına faaliyet yürütür.
Hassa Ordusu da Hüseyin Avni Paşa’nın öldürülmesinden sonra, yerine geçen Serasker Abdülkerim Paşa da II. Abdulhamid’in arkasında duran ve güçlü kılanlardandır. Tarikatların güvenini kazanan ve Mithat Paşa üzerinde etkili olan Osman Selahaddin Dede, Kanun-i Esası konusunda söz vererek, her kesime mavi boncuk sunarak, II. Abdulhamid’e karşı yumuşamasını sağlayan misyonerdir. Tabi bu arada II. Abdulhamid, İngiltere’yi idare etmeyi de ihmal etmez. Böylece bütün kesimlere sinsice V. Murad, Mithat Paşa ve ekibinin tasfiyesi için planlar kurar. Topkapı’da devlet ricali tarafından Kubbealtı’nda yapılan toplantı sonrasında, tertiplendiği şekilde, Şeyhül İslam tarafından yapılan bir fetva ile V. Murad’ın “kronik hasta olduğu” gerekçesiyle , yerine II. Abdulhamid’in “Sultan” olduğu ilanı yapılır. V. Murad Çırağan Sarayı’na sabık sultan olarak yerleştirilirken, ardında net olmayan bir resim bırakır.
Net olmayan bu resim, 34 yaşındaki yeni Sultan II. Abdulhamid’tir. Abdulhamid kimdir, ne yapar, yığılan sorunlar karşısında nasıl davranır, soruları karşılıksız kalır. Boğazın kıyılarında görev ifa eden İngiliz sefiri Elliot da dahil, endişeli sefirler de bu soruları merak edenlere dahildir. Şimdi bile dönüp baktığımızda, sıkça sorulan, “Niye bu kadar belirsizlik?” Osmanlı monarşisinin doğasına bağlanır. Ama açılımı bugüne dek ışık tutacak derinliklerine inilmek yerine, yüzeysel geçiştirilir. Kaldı ki yapılan tartışmalar da onun pragmatik siyasetinden dolayı karmaşık ve anlaşılmaz, gizli , gizemi seven bir kişiliği sunmaya çalıştığını sergiler. Yazmış olduğu “Hatıratı” bile, kendisinin muamma olduğunu ortaya koyar.
Ancak II. Abdulhamid, kaprislerinin peşinde olan, iktidar olmak için babası Abdulmecid’in ölümünden sonra sabırla hareket eden, çevresini geniş tutup kazanmaya çalışan, esnek davranan, kurnazlıklarını özenle gizleyen, kendisinden çok kendi hesabına çalışan bir kadro ile çalıştığını sergiler. Bu Osmanlı devlet geleneğinde hep olan, ama ustalıkta II. Abdulhamid’in daha kapsamlı ilerlemiş olduğunu belirtelim.
II. Abdulhamid, ekibini oluşturma ve değiştirme konusunda hiç de aceleci davranmaz. V. Murad dönemindeki Sadrazam Mehmed Rüştü Paşa’ya onay vererek onunla yürümeyi tercih ederken, ağır ağır güvendiği ekibi, başta Damad Mahmud Celaledin yardımcısı olur. Bu güvene mahzar olan Mahmud Celaleddin’i sadrazamın yanına koyarak, adeta bir satranç oyuncusu gibi işleri yürütmenin etrafına, gelecekteki iktidarını inşaa edecek kadrosunu yerleştirmeye başlar. Tabi bunu yaparken iç ve dış politikanın tüm dengelerini gözetip düşünerek, başında olduğu sarayın çekirdeğini öne alacak şekilde konumlandırır. Sonrasında ise kendisine problem yaratabilecek Mithat Paşa ve diğer liberalleri ağır ağır geri çekmeye, altlarını boşaltmaya, görevlerini daraltmaya başlar. Bu onun üzerindeki muammayı hafifleten, Tanzimat Fermanı(1839)nda oluşa gelen siyaseti tercih edemeyeceği, o siyasete uymayacağının işaretlerini vermeye başlar. Bu aynı zamanda iktidar olmadan ve tahta çıkarken Mithat Paşa’ya hazırlatıp açıkladığı vaatleri de dahil olmak üzere, “Önceden verdiği tüm sözleri tutmayacağını ve eski söylemlerinin hiçbir kıymeti harbiyesinin olmadığını” da alenen sergiler. Bunu yaparken, liberal ve muhafazakar kesimlerin kavgasını tetikleyerek diktatörce liberal kesimi ezme siyasetini öne aldı. Ekonomi ve siyasette sıkı bir politikayı devlette yukarıdan aşağıya oturtmaya çalıştı. Uzun vadeli siyaseti esas alan bir hesaba sahip olduğunu ortaya koyar. Bunu yaparken bir adım ilere iki adım geri siyasetini izler. Müslüman okulların yanı sıra, Gayrı-Müslümanların okullarının da açıldığı karma okulların açılacağını dillendirir. Ancak belli bir süre sonra, bu “iyi niyetli” düşüncelerin üzerine bir kalemde çizgi çekerek, sırtını döner. Avrupa ile “medeniyete” dair verilen vaatlere rağmen, bir çırpıda şeriata çark ettiğini ve İslamcı Türkçü siyasete bağlılığını açığa vurur.
Bu açıklamalar Sadrazam Mehmed Rüştü Paşa’yı endişelendirdiğinde, artık etrafında elini tutan kimsenin kalmadığını görür ve “V. Murad’tan kurtulmak isterken, şimdi pişmanlık içinde onu arar oluyoruz!” diyecek duruma gelir. Aynı duygulara Mithat Paşa, umumi liberaller ve Tanzimat savunucuları da bu ruh hali ile kaybettiklerini düşünerek, istifalarını düşünürler. Ancak ne yaman taktik ki, II. Abdulhamid, onları iyice yıldırmak için, istifalarını kabul etmez! Özgürlük olarak yanlarında sigara içmelerine izin verir! Bu ona “Nazik ve yumuşak bir hünkar!”, “Avrupa uygarlığının dostu!” imajını kazanır. Ancak işin özü hiç de öyle değildir. Avrupa’da başlayan mazlum ve işgal altındaki milletlerin direnişini bastırmak için, tüm kontra ve tertip faaliyetlerini sonuna kadar kullanır. Ahmet Mithad’ın yazdığına göre, “ Sırbıstana karşı öyle bir öfke var idi ki, söz konusu prenslik haritadan silinmeden bu öfkenin dinmesine olanak yoktu.” der. Rusya’nın da yol vermesiyle, Balkanlarda Osmanlı Devleti yeniden işgalini tesis edeceği rehaveti ile kırıp geçer. Ama sonuç nafile. Zira Sırpların karşılaştığı mezalim, Rusya’nın ultimatiyomu ile ancak durdurulabiliniyordu. Bu savaşların sonucunda bir oyalama taktiği olarak, içerde Kanun_i Esasi’yi kabul ederek, liberal ve Yeni Osmanlıcıların tepkilerini düşürür.. Zaten Osmanlı Devleti’nden bugüne, dışarıdaki dayatmalar neticesinde, bazı yumuşama adımları atılmış ise de, bu taktik içeride tertipler, direnişler, karışıklıkları tetikler.
Mithat Paşa ve liberalleri yumuşatmak üzere, Namık Kemal, Ziya Bey, Gayrı Müslimlerden “Ermeni Milleti Nizamnamesi”ni de hazırlayanlardan Odian Efendi gibi Tanzimat Prensiplerine bağlı kişilerin yanına, komisyona bir de muhafazakar Cevat Paşa, Namık Paşa’yı da katarak, hiçbir şeye benzemeyen bir Kanun_i Esasi şekillendirilmeye çalışılır. Ancak herkesi “yumuşatan” bu nötr haldeki Kanun-i Esasi’ye karşı da Müslüman kesimlerin “eşitlik” prensibine karşı, cuma namazlarında tepkiler yükseltilmeye başlar. Ulema kanuni Esasiye karşı iken, hükümet Kanuni Esasi’yi ilan etmek için hareket halindedir. İki kesim arasında kalan II. Abdulhamid, tereddüt gösterir. 26 Kasım 1876 tarihinde, II. Abdulhamid, Mithat Paşa’ya yazdığı mektupta, tasarının “heyeti vukela” tarafından gözden geçirilmesini ister. Hazırlanan 7 Aralık 1876’da metne eklenen bir madde ile, “Devletin güvenliğini tehdit eden herkesi, devlet topraklarından dışarı sürme konusunda tek yetkili” olması isteğine, Mithat Paşa, istemeyerek “işi bir an evvel bitirme rehaveti” ile liberallerin aleyhine işleyeceğini bile bile yerleştirir.
Bu arada, 19 Aralık 1876’da Mehmed Rüşdü Paşa’nın yerine, Mithat Paşa Sadaret makamına getirilir. Atama, bütün liberal ve Tanzimatçılar tarafından memnuniyetle karşılanır. Hesapta ise Mithat’ı kullanma düşüncesi vardır.
II. Abdulhamid, bunun gibi bazı müdahale ve düzeltmelerle en sonunda, “son hali” ile 23 Aralık 1876 tarihinde ilan eder. Osmanlı tarihinde ilk kez meşruti bir hükümdar tarafından yönetilmeye başlanır. Esasta liberal bir anayasa yoktur. Sultan “Meclisi Ayan” vekillerini seçme, toplama, çağrı yapma ve yaptırma, veto etme vb. yetkisini elinde bulunduran tek yetkilidir. Kanuni Esasi ise siyasi güçler dengesini elinde toplayan, Rusya’ya karşı Avrupa’ya daha şirin gözüken bir işlevi vardı.
Bu gündem içindeki Osmanlı devleti bunları yaşarken, Avrupa “Doğu Sorunu” dedikleri krize “çözüm” tartışmalarına hazırlık yapar. Rusya, Fransa, Avusturya Macaristan ikişer temsilcisini İstanbul’a gönderir. İngiltere ise Hindistan’ın sömürge sekreteri niteliğindeki Salisbury ile İstanbul sefiri Sir Henriy Eliot’u görevlendirir, ancak bu iki adam farklı planlara sahiptir. Salisbury, Osmanlı devletinin sona varması ve Avrupa topraklarından çıkması gerektiğini, bu nedenle İngiltere’nin Rusya ile birlikte hareket etmesi gerektiğini savunur. Sir Henriy Eliot ise “Osmanlı Devletinin toprak bütünlüğünü, İngiltere’nin iyi niyetinin teminatı olarak algılarız!” der. Osmanlı Devletini ise sakin bir üsluba sahip Hariciye Nazırı Savfet Paşa ile sert mizaca sahip Berlin Sefiri Ethem Paşa ile temsil edilmektedir. Ethem Paşa; “Avrupa’nın Osmanlı devletine düşman” olduğu üzerinde bir söylemi işler. Bu temsilciler, 23 Aralık 1876’da Kasımpaşa’daki Bahriye Nezareti’nde fırtınalı bir günde toplanılır. Hariciye Nazırı Savfet Paşa toplantının açılış konuşmasını yaptıktan sonra, Avrupalı temsilcilerin konuşmalarına sıra gelmişken, uzaktan adeta yeri inleten top sesleri duyulmaya başlar. Savfet Paşa, hayret eden temsilcilere, “Kanun-i Esasiye nin ilanını selamlama töreni” diye açıklar ve bunun, “Sultanın, Osmanlı Devleti’nin 600 yıllık değişiminin hediyesidir!” diye açıklar. Ancak bu Avrupalı temsilcilerin tepkilerinde büyük bir etki yapmaz. Mithat Paşa’nın, “Avrupalılar, bu top seslerine ne dediler?” diye sorduğunda, Savfet, “Sanırım bunun bir mizansen ve oyun olduğunu düşündüler!” diye yanıtlar. Bununla, Avrupalıların “Kanun-i Esasiye’yi ciddiye almadığı” sonucunu çıkarmışlardı. Bu tespiti yapan Avrupalılar, hazırlanan “Reform Paketinin” boş olduğunu işleyerek, Sırbistan ve Karadağ’ın yanı sıra Bulgaristan topraklarının Osmanlı Devleti içinde kalmasına itiraz ettiler. Salisbury “Bu bölünmenin, inançları ve halkları kendi içinde birleştirerek geliştirdiğini hedefler” deyince, Ethem paşa; “Irklar esasına göre tasnif Kanun-i Esasi’ye uymaz! Tam tersine, hükümet farklı ırkları kaynaştırmak istemektedir!” diye cevap verir. Avrupalıları ikna etmek üzere, 18 ocak 1877’de Mithat Paşa’nın yaptığı toplantılarda, Ermeni, Rum patriklerini, Hahamların temsilcilerinin yanı sıra farklı kimliklerden seçili oluşan meclis ve açıklamalar, Avrupalıları “Osmanlı Devletinde reformlar” konusunda ikna etmez. Ancak bu çeşitlilikteki meclis, Avrupa Devletlerinin “teminat isteyen” tutumunu reddeden tutumlar geliştirilir. Savet Paşa, “Babıali, eyaletlerin idaresine yabancı müdahalesini kabul etmez!” diyerek reddeder.
Mithat Paşa, bu toplantının ardında, özel temsilcisi Ermeni Odian Efendi’yi gizli bir görevle Paris ve Londra’ya göndererek, Kanun-i Esasi’ye garantör olmalarını ister ki, Sultanın müdahalesini engellemeyi hesaplar. Ancak, her adımda II. Abdulhamid devrededir ve “reform” dedikleri Kanun-i Esasi programını engellemekte kararlı olduğunu, geçmişte de kendisiyle özel bir hukuku olan Ethem Paşayı temsilcisi olarak devreye sokarak yönetmektedir. II. Abdulhamid, 14 Ocak 1877’de Salisbury ile “Yetkisi olmayan kral!” görünümünde görüşür ve “gerilimi düşürmek”, “Avrupa devletlerinin tekliflerini kabul edilebilir” babında konuşarak, reform ve liberallerin temsilcisi durumundaki Mithat Paşa’nın “Samimiyetsizliği”ni işleyerek, çözümsüzlüğü onun başına yığmaya çalışır. Sonuçta; II. Abdulhamid, Salisbury’i ikna eder ve Avrupalılar, “reformları engelleyen müsebib” olarak II. Abdulhamid değil, Mithat Paşa olduğunu düşünerek konferansta ayrılırlar.
Artık reformların savunucusu Mithat Paşa’yı önce Sadrazam olarak atadıktan sonra, tüm görevlerinden azlederek, Kanun-i Esas iye’ye yerleştirdiği “Sürgün Yetkisi”ne dayanarak 113. Madde’nin tatbiki suretiyle sürgün edecek noktaya varır.
Benzer durumun, 1909 ve 1921’de de benzer şekilde tezahür ettiğini hatırlayalım.
Abdulhamid yönetimi, her ne kadar Avrupalı diplomatları aldatmış ise de, istibdadı yönünü tercih etmiş ve rengini vermeye başlar! Zira, Mithat Paşa, “Rum, Ermeni ve diğer azınlıklar ile birlikte daha güçlü” olacağını düşünüyor ve Tanzimat döneminin reformlarını Kanun-i Esasi ile garantilemeyi düşünüyordu. Bu politika ile Rusya’nın yayılmacı politikasını önleyeceklerine inanıyordu. Bunun ne kadar doğru olduğunu daha da detaylandırarak konuyu işlemeye devam edeceğim.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.