2.Temmuz 1993’de devlet korunaklı, gerici linç kitleleri, Sivas Madımak otelini ve konuk olan 37 Aydının yakılma nedeni ne idi?
Bunun nedenini algılayabilmek için, tarihe kısaca bakmak yanlış olmayacaktır.
Bunun için;
1909 Adana Ermeni katliamını,
1913 Rum sürgününü,
1915 Ermeni-Süryani-Ezdi soykırımlarını,
1919 Rum Pontus soykırımını,
1922 Koçgiri’de tütsü ile yakılan ve boğularak katledilen Alevi Kürtleri,
22 Temmuz 1922’de İzmir’de Alsancak’tan Narlıdere’ye bir baştan diğer başa yakılan, “gavur” diye kaçırtılan Rum ve Ermeni ahali ile kocaman şehiri.
1930’da Zilan’da karınları deşilerek süngülerle öldürülen hamile kadınlar ve bebeleri,
1938’de fare zehiri ile öldürülen Dersimlileri,
5-6 Eylül 1955 tarihinde Beyoğlu’nda insanlar ile tutuşturulan binaları,
1980 darbesinin aydınlara yaptıkları işkenceleri,
1990’larda Bombalanan, yakılıp yıkılan ve göçertilen Kürt köylerini,
Yine 1991-1996’da öldürülüp yol kenarına atılan Vedat Aydın’dan Muhsin Melik’e, Aysel Öztürk’ten Ferhat Tepe’ye, Metin Can’dan Hrant Dink’e varan kırımlar,
2013 Roboski’de kendi ülkelerinde ticaret yaparken bombalanarak öldürülen genç insanları..
Yakılan kitaplar, düşünceye konan yasaklar ile ele alınmazsa 2 Temmuz 1993 Sivas Madımak’taki aydınların yakılarak öldürülmelerini, Maraş-Sivas-Çorum olaylarını izah etmek; eksik kalır, mümkün olmaz!
Demek istediğim o ki en kütü susamışlık kana susamışlık, cana susamışlıktır. İttihatçi gelenek ve genlerde bundan fazlasıyla vardır.
Bu arada 2 Temmuz 1993 Sivas Madımak olayını hatırlarken, benzer kitle ve aydın kıyımlarının Dünya’da da gerçekleştiğini bilmek önem arz eder:
***
Descartes; “Bilim; doğru ve açık bilgidir” der. Varlığını ise düşünüyor olmasıyla ifade eder. Bundandır ki; düşünme özgürlüğü, yaşama özgürlüğü ile özdeştir. Bunun için düşünür, ürünleri ile “suçlu” ilan edilir. Düşünenlere eza ve ceza bu nedenle reva görülür, eserleriyle birlikte yargılanıp, yakılır.
“Güneş Poleponez’den daha büyük ateşten bir metaldir” diyen İzmirli Zerdüşti genç Helen Anaxagoras (İ.Ö.500-428)in idama mahkum edilişi bundan.
Filozof Sokrates gibi düşünürlerin, Ortaçağda kilise yöneticilerinin emirleriyle ölüme mahkum edilişlerinin sırı da bundan...
“Hz. İsa bir anne ve babanın çocuğudur. Babasız doğmuş olması mümkün değildir.” diyen Dr. Michael’in, Calvin’in şikayeti üzerine yargılanıp, 27 Ekim 1553’de Cenevre’de dili kesilerek, kitaplarıyla birlikte yakılışı da bundan.
Sekiz yıl hapis ve işkence cezasından sonra engizisyon önünde düşüncelerinden taviz vermeyen filozof Giordano Bruno da dili kesilerek Roma’nın Campo Dei Fiori’de 17 Şubat 1600’de Vatikan meydanında kitapları ile yakılmak suretiyle imha edilmesi de bundan
1585 doğumlu İtalyan filozof ve doğa bilimcisi Giulio Cesare Vanini’nin 1618’de Toulouse’da “Tanrı tanımazlıkla” suçlanıp, 1619’da önce dili kesilip, sonra kitaplarıyla yakılması da bundan.
Osmanlı’da çarmıha gerilen Dede Sultan; Hallac-î Mansur, Pir Sultan Abdal, Şeyh Bedreddin gibilere sistem kan kusturup, yaşamı kendilerine zehir etmelerindeki sebep de bundan.
1908 askeri darbesiyle, anayasal monarşinin mimarları ya da İttihat ve Terakki’yi oluşturarak Osmanlıyı yönetenler; Gayri nizami Teşkilat-i Mahsusa’nın gücü ve marifeti ile “Ulus yaratmak” için organize etmeye uğraştıkları devletlerinin resmi ideolojisi, “Türk”, “İslam”, “Turan” diyerek “ötekine” hayat hakkı tanımayan, dünyanın ve yaşamın mutlak değişmezi “kendi doğruları” ile sınırlı olduğunu ileri sürerek aksi düşünenlere ölümü “muste’ahak” görmeleri de bundan.
İttihat ve Terakki’yi oluşturanlar, yok oluşa evrilen Osmanlıyı bir yerde durdurmak, kurtarmak ve yönetmek üzere; Türkçü – İslamcı çizgiyi resmi ideoloji olarak benimsetmek, devam ettirmek ve güçlendirmek üzere başat olarak şiddeti, hegemonyacılığı, despotluğu ve yasakçılığı esas alarak, meşruiyete varmanın yolunu “çetecilik, çapulculuk ve yasak”ta aramaları da bundan.
Yalnız 1908 – 1918’de değil, 1919-1924, 1925-2006’da süreklilik arz eden, siyasal sistemlerini koruyan ve kollayan kurumlarını düşünce ve ifade özgürlüğünü ortadan kaldırmak için işlevli kıldılar. Farklılıklara sahip olanları, farklı düşünenleri, düşündüklerinden caydırmak, hizaya sokmak ve kendilerine benzetmek için de “asayişin aslı görevi” olarak belirlediler. Teşkilat-ı Mahsusa vs. tetikçilerinin bağlı oldukları merkezlerin isimleri değişse de, onların; düşüneni, eleştireni, yazanı infaz etmek için hep tenakuz durumunda kalmaları da bundan.
Düşünenler ve eleştiri yazanların can güvenlikleri bu coğrafyada hiç olmadı. Sansür ve ayıplı otosansür istibdadın “geleceği!” için hep oldu, kalemler ya hiç özgür olmadı ya da özgür kalemlerin sahipleri, hep sistemin hırpaladıkları ‘şamar çocuk’ olmalarındaki sır da bundan.
Özgür ve aydın insan; bu zoru aşmayı göze almaksızın yazarlık ya da her hangi bir sanatını icra etmesi mümkün olmaz.
Brecht\'in “Dil hünerin kendisidir ve gereklidir.” der. Yazar, sözcüklerin seçişinde, yaratıcılık, beceriklilik sahibi olduğu sürece ereğine ulaşır. Ayıplı sansür uğruna sözcüklerin yakıcı akıcılığını bozarak, zorlayarak, bükerek tam gerçeği ifade etmek güçleşir.
Aristo “Bilim, iyi zamanlarda servet, kötü zamanlarda bir sığınak ve iyi bir yol göstericidir.”der. Onun için bilime ihanet, kendine ve topluma ve tüm insanlığa ihanettir. Bilime karşı dürüstsüzlük; kendine, topluma ve tarihe karşı dürüstsüzlük olur.
Bunun için kişilerin özgürleşmesi, bilimin özgürleşmesi ile mümkündür. Bilimi terk edip, sadece kişilerin özgürleşmesi için uğraşmak eksikliktir
Resmi, yani soykırıma uğratma saiki ya da Türkçü-İslamcı anlayışın savunucuları; “Bu kış komünizm gelecek”, “vatan, millet, devlet bölünecek”, “Ülke, din, devlet elden gitti/gidecek”, “Etrafımız düşmanla sarılı”, “iç ve diş düşmanlar yeterli sayıda var” diye suni gündemlerle “suçlu-şüpheli” üretip toplumu ‘zapt û rapt’ altında tutmuş olmaları düşünce özgürlüğünden, aydınlanmadan ve aydından korkmalarındandır.
Kitap ve insan yakmakta meşhur Naziler; Yahudileri, Romanları yakma örneklerini bizzat Enver, Talat ve Kemal’den ‘esinlenerek edindik’lerini söylerler. Türkiye’de henüz özgürlükçü yazarlar ve kitaplar “yakılmaya aday ulusal düşmanlar” olarak görülür. Sivas’ta aydınlarımız derin devletin ‘sokak gücü’ olan linç kitlelerince yakılırken bu refleks egemendi, bu sokak gücünün linç girişimleri “doğal tepki” olarak değerlendirenlerin iş başında olmaları tesadüfi olmazsa gerek.
Biz Kürtler, Ermeniler, devrimci aydınlar, entelektüeller için düşünce özgürlüğünün anlamı oldukça geniştir. Düşünme, düşünceyi açıklama, yayma, bilgilendirme, bilinçlendirme, yok edilmek istenen ulus olarak Kürtlerin ve diğer halkların kendilerini her konuda ve sınırsız ifade etmeleri olarak algılanmazsa eksik olur. Faşist ve ırkçı ifadeler dışında, tüm düşüncelerin sınırsız özgürlüğü sağlanmadan hoşgörü ve demokratik bir toplumun inşa edilmesi zordur.
Tüm yaşananlarda devlet “yakın tehlikeler” ararken; Kürt’ün yasaklanan dili, devrimcinin yazısı ve yazarının yaşamına kastetme ihtimali, yakın bir tehlike olarak uzaklaşmadığı da sezilmez ve komple bir mücadele sergilenmezse eksik kalır / eksik olur...
Her defasında özgür düşünceler “yakın tehlike” olarak lanse edilip sahipleri cezalandırıldı, mağdur edildi, tehdit edildi, yasaklandı ve yakıldı.
Devlet; kendisi için tehlikeler ararken, ‘asıl tehlikeli olan devlettir’ demenin çok daha tehlikeli olduğunu biliyor muydunuz?!
Zira ceberut devletin eleştiriye, hoşgörüye, demokrasiye, Kürt, Ermeni, Rum, Yahudi, Alevi, İşçi vs. ‘Türk ya da Müslüman olamayan’, sosyalist ve komünistlere tahammülü yok! Varlığını tüm bunlara karşı ‘korumak’ta borçlu saydığı, bunca operasyon, işkenceler ve hak ihlallerini “umut” sayması ve ‘polis asker devleti’ olması da bundan.
Tarihteki Rum, Ermeni vs. kırımları ile Yakın Doğu’nun, Orta Doğu’nun renklerini ayaklar altına alarak, yakarak yok edişleri de bundan.
Kürt ve diğer halkların yoğun bir soykırım ve dil kırımına tabi tutuluşları da bundan.
‘Hukuk devleti’ olduklarını söyleyip çoğunun devlet eliyle gerçekleştirdikleri; 20 bin faili meçhul cinayetin TC. sınırlarında gerçekleşmesi de bundan.
Harcamalarının \% 46-50’sini askere, silaha, “güvenliğe(!)” yatırması , sağlık ve eğitimden daha çok Dinayet İşleri Başkanlığına bütçe ayırmaları anlaşılırdır ve denize düşenin yılana sarılması misali hep Müslümanlığa bunca sıkı sıkıya sarılıp yalandan “laik” olduğunu söylemeleri de bundan…
Yakıp yıktığı tüm değerler, renkler, düşüncelere rağmen; saldırganın kendisini meşru, yakıp yıktıklarını ise “tehlikeli” olduğunu gösterip tabana kabul ettirmesi ise açık bir hile olduğu ortada iken, toplumdaki bu korku ve sessizliğin nedenini tarihte devletin yakıp yıktıklarından, tütsü ile mağaralarda boğduklarından, kuyularda kireçlerle yaktıklarından ayrı ele alınırsa yanlış olur. Devletin bunca kirli geçmişe sahip tarihe “ata tarihi” diye sahiplenmesini de artık ‘normal’ ve ‘yakışır’ dememizi de lütfen abes karşılamayınız.
Anatolya’yi, Pontus’u, Rumelî’yî, Trakyayı, Mezopotamya’yı, Klikyayı, Lazistanı, Lidyayı katıp, tümüne “Türkiye” dediler. Yakındoğu’yu iç edip, “Orta Doğu”ya kattılar ki orayı da devletlerinin ismi olan“Türkiye” diye isimi olarak tanımladılar. Bunun için asıl olan, doğal olan, doğru olan her şeyi, ama her şeyi “tehlikeli” belleyip yok etmeye koyuldular. Tıpkı ardılları gibi! İşte Sivas Madımak’ta yaptıkları gibi…
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.