Üzerinde yaşadığımız coğrafyada asrın felaketini yaşadık. Kimilerine göre de milenyumun bir felaketiydi. On binlerce ölü (resmi rakamlar bunu böyle veriyor. Gerçek ölümlerin yüz binin de üzerinde olduğu varsayımları dolaşıyor) bu ölümlerin birkaç katının da yaralı olduğu, yüz binlercesinin de evini barkını kaybettiği büyük bir trajedi yaşadık. Bu felaketin vahametini kelimelerle tarif etmek çok zor. Bu durumun nasıl bir şey olduğunu ancak onu yaşayanlar bilir. Depremler şüphesiz ki bir doğal felakettir. İnsanoğlunun hali hazırda sahip olduğu bilgi ve teknoloji, depremlerin oluşmasını önlemekten hala uzak bir noktadadır. Fakat İnsanoğlu isterse depremin yıkıcılığına karşı tedbir alabilir. Konunun uzmanları, depremlerin nasıl ve ne şekilde meydana geldiği, olası fay hatlarının nerelerden geçtiği konusunu bilimsel olarak hep açıklayıp duruyorlardı. Bazı kesimlerin, özellikle ülkeyi yönetenlerin, sorumluluktan kaçmak için toplumun dinsel inanç durumunu su istimal ederek; "Deprem Allah'ın taktiridir. Elden bir şey gelmez" ifadesi, kolay yoldan sorumluluktan kaçmanın ve iki yüzlülüğün bir aynasıdır. Deprem, Allah'ın taktiri değil, bir doğa olayıdır (öyle ki bu şekilde düşünürseniz var olduğuna inanılan Allah'ın binlerce kulununu bilerek ve planlayarak öldürdüğü sonucu çıkar) Oysa çağımızda, insanoğlu zekasının ulaşmış olduğu seviyeye baktığımızda Depremlerin, yerkürenin milyarlarca yıllık soğumanın, katılaşmanın ve gaz hareketlerinin termosfer denilen akkor lav katmanında meydana gelen nükleer ve kimyasal reaksiyonların bir sonucu olarak yerkürenin zayıf noktalarından enerjisinin dışa boşaltma hareketidir.
Yaşadığımız bu büyük felakette şunları bir kez daha gördük; Böyle durumlarda, insanoğlunun ruhunun derinliklerinde ve genlerinde var olan ikili karakterini de su yüzüne çıkardı. Vicdanlı ve erdemli olma karakteri yanında gözü doymaz, fırsatçı ve vicdansız karakterini de ortaya çıkardı. Bu faciada, gecesini gündüzüne katarak canla-başla enkaz altında kalan insanları tırnaklarıyla eşeleyerek çıkartmaya çalışanın yanında evini, aşını bu mağdurlarla paylaşan insanları da çok gördük. Maalesef bu felaketi fırsata çevirip, taşımacılığı ve kiraları normalin 3-4 katına çıkartan ahlak ve vicdan yoksunu insanlarla da çok karşılaştık. Bu can pazarında ahlaksızlık ve vicdansızlığın en büyüğünü ise kirlenmiş, çürümüş ve kokuşmuş siyaset baronlarının bu felaketi kendi siyasal emellerine ve ideolojilerine alet etmeye çalışarak oy devşirme yoluna baş vurmalarıydı. Birkaç yıldan beri ülkeyi, otokrat tek adam rejim girdabına sokan Erdoğan-Bahçeli koalisyonun bu felaket karşısında nasıl tıkanıp patır patır döküldüklerini de gördük. 83 milyon nüfusluk bir ülkenin kaderinin bir ve yarım kişinin ağzından çıkan sözlerle yönetilmesinin dramatik sonuçlarına da şahit olduk. Diğer taraftan adı "muhalefet" olan bazı siyasi parti temsilcilerinin sahici olmayan timsah gözyaşlarını dökerek abartılı ve kışkırtıcı açıklamalarını da bir kenara kaydetmek gerekir.
Peki bu neden Böyle? Nedeni gayet açık. Hep söyleyip duruyoruz. Evrensel demokrasiyi, kişi hak ve özgürlüklerini içine sindirememiş toplumlarda, o ülkeyi yönetenler ile yönetme sevdasında olan sözde muhalefetlerin sakat zihinsel dünyalarındaki arazda aramak lazım. Vatandaşı küçümseyip devleti kutsayan, vatandaşı devlete hizmet etmesi gereken maraba ve tebaa gören anlayışın bir sonucudur. Bu kutsamayı toplum hayatının her alanında görmek mümkün. İnsanlar felaket yaşadığında şartlandırılmış toplum bireyleri; "Allah devlete zeval vermesin" diye dualar eder. Çünkü devleti gerçek bir kişilik olarak görme anlayışı hâkim bu topraklarda. Oysa, evrensel demokratik kuralları benimsemiş toplumlarda, devletin organize ve kurumsal bir organizasyon olduğu, görevinin de kendi toplumunun huzuru, refahı ve güveni için çalışması gerektiğini bilir. Totaliter ve otoriter devlet geleneğini sürdüren ülkelerde ise, devletin güvenliği ve varlığı, vatandaşların güvenliği, refahı ve huzurundan önce gelir. Bu deprem felaketi bir daha gösterdi ki, bu topraklarda her bireyin onurlu, özgür ve başı dik bir şekilde yaşamak için, epey zamana ihtiyaç olduğu açıktır. Bu toplumlarda, gerçek demokrasi ve özgürlükleri savunan siyasi oluşumların toplumdan neden %2 lik bir destek aldıklarını da iyi düşünmek lazım. Fransız düşünür Montesquieu çok güzel ifade etmiş; "Toplumlar, hak ettikleri gibi yönetilirler"
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.