Dersim ile ilgili kendini “araştırmacı” olarak sunan bazı kendini yenilemeyip, derinleştirememiş ‘eskimiş’ devrimciler, atıl hal ile tutunamamanın ve kendini tarif etmekte zorlanmanın bilgisizliği ile bilgiç kesildikçe, daralarak cehalete savrulduklarını son yıllarda fazlasıyla görmekteyiz. Bunu yaparken de, yitirtilmişliklerinin farkını kapatmak için, “Evrende en büyük ziyan, sorgulama yeteneğini yitirmiş bir beyindir” (Einstein) gibi alıntılarla kendilerinin bilimsel normlar çerçevesinde olgulara baktıklarını ima etmekten de geri durmuyorlar. Keşke bu dahiyane vecizler, kendilerine rehber olunabilinseydi. Ancak nafile! Zira “Evrende” bahis ederken de, tanımlamalarındaki dar bakış, bütün kavramların altında kendini açığa vuruyor.
Sorun milli ve evrensel olanı, bölge hatta yöresel olan ile genel olanı, farklı olan ile ortak olanı anlayarak toplumu önce anlamak ve kendinden başlayarak ileriye taşımayı amaç edinmektir. Değilse, her teori sadece söylemde kalır. Bir olguyu, özneyi, nesnel kıldıktan sonra, ona istenildiği kadar kullanılan “bilimsel” vecizler yapıştırılarak izah edilmeye çalışılsın, ki bu onun doğru izah edildiği anlamına gelmez.
Dersimi Kırd, Kırdkiyi “Zaza”, “Zazayi” Dersim, Dersimi birkaç ilçesiyle sınırlayarak bakmak, tarihi niyetine göre ele almak ve kafasına uygun izah etmek olur.
Başta, işe Dersim coğrafyasının alanını keyfe keder daraltarak işe başlıyorlar. Dersim, Fırat’ı oluşturan havzanın tamamıdır. Ancak, bu coğrafyayı; Hozat, Ovacık, kısmen Pêrtak, Mamkê, Kızılkilise ve Pülümür ile sınırlayacak çerçeveye kadar taşımakla ne kadar dar bakıp, dar olduklarını peşinen ortaya koymuş oluyorlar. Zira Dersim; Munzur, Pêri, Avareş ve Murad sularının oluşturduğu, yukarı Fırat havzasıdır. Dersim; kavram olarak, uzaklara açılan kapı anlamında iken, bu anlamı dar alana sıkıştırmanın anlamsızlığı aşikar olmayı da düşünemeyecek kadar sığ olmalarından değil de nedir?!
Kimlik tanımlamalarını da öylesine daralttılar ki, “Dersim kimliğini inşa etmek” diyerek, kendilerini dar çerçeveye aldıkları ve kendi akıllarındaki “Dersim” ile sınırlı, bir “üst kimlik” tarifi oluşturmaya zorluyorlar. O dar alanda; “Alevi ve Zaza” dediklerinin dışında diğerlerini dışlamaya kalkarken, Rêya Heqiyê inançlılardan, Kırmanclar ve genel olarak Kürtlerden kendilerini izole etmeye, bahis etmemeye kalkarak, Dersim halkını ve alt kimliklerini, çatıştırma noktasına taşımayı hedefliyorlar. Oysa ki tarih böyle değildir!
Bir kez “Aleviliği” tanımlayabilecek durumda değiller ki, Aleviliğin kendine has bir özgünlüğü yoktur. “Zaza” diyorlar ki, bu “Zaza” ve Kürt ayrılığı, dil, kültür, tarihteki süreklilik ve birlikteliği yok sayarak, dar ve senkronik bir zamana indirgeyerek, diyakronik ve diyalektik bir yaklaşıma oturtmadan, “Biz Zaza, Kürtler düşman” savı üzerinden Kürt fitneciliği yapmaya kalkışıyorlar ki bu sadece Soran, Kurmanc, Goranlara düşmanlık değil, Kırdlara karşı da inşa edilen bir düşmanlıktır.
Bu bakışları ile soykırım tanımlamalarını da dışlayarak “Dersim Soykırımı” diyorlar. Dersim Rêya Heqiyê ve Kürt soykırımını, tüm soykırım tanımlamalarının dışına taşıyarak; “Felaket”, ”Vahşet”, “Risk Toplumu”, “Alevi Soykırımı”, “Dersim Soykırımı” vb. tanımlamaları ile ortaya çıkıyorlar. Burada soykırımın planı, icrası konusundan da uzak kalıyorlar. Ki devletin planladığı Kürt soykırımı belgelerinde mevcuttur. Bırakalım İttihat ve Terakki’nin 1911 Selanik toplantısında, Yakın Doğu’nun kadim tüm otokton halklarını imha ederek Türk devlet ve ulusunu yaratma planlarını izah etmeye, Dersim’de 1926, 1937-1938 ve sonrasında yapılanları ortaya konan onca belgeye rağmen, izah edebilecek tarihi derinliğe sahip olmadıkları, olmak istememezcesine soykırım kavramını dahi karartmaya kalkışıyorlar. Genel olarak Yakın Doğu’da Alakton(dışarıdan gelen)lardan, yani akıncı ve devşirme topluluklardan teşkil olunan sistemin ve onun etrafında kümelenen yine devşirme linç topluluğun, tüm Otokton(yerleşik) halkların yaşadığı soykırımı ve özgün olarak da Dersim Kürt ve Rêya Heqîyê inancındaki halkın, çok bariz yaşadığı jenosidi, tartışılır duruma soktuklarını ya bilmiyor ya da bilerek jenosid politikasını icra edenleri rahatlatan savlara yaltaklık etmiş oluyorlar.
Bu dar görüş sahipleri, olguyu “felaket”,, “Vahşet”, “Risk toplumu”, “İçe kapalı hal” vb. dar, bilimsel literatürde karşılığı olmayan tespitlere oturtarak, “feryat figan” edebiyatı ile, bilimsel ve çözümü hedefleyen kavramlardan uzak durarak, izah etmeyi yeğliyorlar. Bu girişimleri ile sadece soykırım tanımının altını boşalmakla da yetinmiyorlar. Yanı sıra, sunumları içinde her nedense, uzun sürece yayılan total soykırımı yaşayan tüm Kürt halkının, kurtuluş amacı için de bir açılım ve açıklayıcı projeye sahip olmadıkları, iş ve güçlerinin dinamik olan muhalif güçleri, özellikle dinamik Kürt mücadelesini, hatta millet ve topluluğunu karalayarak işe koyulduklarını görmekteyiz. Bununla yüz yıllardır cendereye alınarak yok edilmek istenen Kürt milletinin sancılarına, Türk sömürgeci soykırımcı egemenliğinin yanında yeni bir “kriz”, hatta “risk” olarak katılmak istediklerini tespit etmek yanlış değildir. Zira savlarının boşlukta olduğunu görecek kadar nesnel davrandıklarını da bilerek, “Bilimsel çalışmalarının daha sonuçlanmadığını” söyleyerek, topu taca atmakta olduklarını görmekteyiz.
Sonra muphem hatta sefil hallerini sergilercesine; “Birbirimizi tanımıyoruz. Bilmiyoruz. Devleti, yapılarını bilmiyoruz. Yaptırımlarını bilmiyoruz!” diyerek, bir belirsizlik yaratmaya kalktıklarını itiraf ediyorlar. Böyle salvolarla ortaya çıkmak; bilgisizlik, cehalet ve kifayetsizliktir. Sadece bu da değil, soykırım tartışmalarına ilişkin, bugüne kadar yapılan çalışmalardan habersiz olmaları da lakaytlıklarını ve geriliklerini ortaya koymaktadır.
Zira Dersime dair; İsmet İnönü, Abidin Özmen, Celal Bayar, Şark Islahat Planı, Şark Seyahat Raporları, Tunceli Kanunu(1935), Trabzon Brifingi ve Alan Çalışmaları Haritası, Umumi Müfettişler Toplantısı-1936 Tutanakları ortada ve kimin, kimlerin nasıl hedeflenerek 1937- 1938 ve sonrasındaki devletin hareket tarzını planlayarak, Kürt halkına karşı uygulanan genel total soykırımın, Dersim bölgesinde nasıl ortaya koymuş ve sergilediklerini, devlet ortaya koymuştur. Bize kalan ise o yapılanlara isim vermektir. O rapor ve belgelerle mukayese edildiğinde, soykırımın nasıl, kimlere tatbik olduğu açıkta ve anlaşılmayan, anlaşılmaz durumda kalan bir tarafı kalmamıştır. Ancak yüzeysel bilgiye sahip olanlar, bu duruma “anlaşılmaz” deyip, “Diplomalı cahillik” yapmanın manası da olmazsa gerek!
Bu cahil kesim, o kadar cahil ki; Dersim’de Rêya Heqiyê Kürtlerine karşı uygulanan jenosidi, diğer bölgelerdeki Kürtlere ve halklara uygulanan jenosid ile bütünlüklü kavramak yerine, farklı bölge ve aidiyetlere yapılan jenosaidleri yarıştırmaya kalkarak, “Bize yapılan farklı bir soykırımdır!” demeleri de dar bir bakışın sonucudur. Daha sonra da tüm mukayese edebiyatı unutularak, “Êzdîlere yapılan bizden derindir!” derken, Êzidi Kürtler kavramını kullanamayacak kadar, anti-Kürt bir ruh tebaiyetine sahip olduklarını da açığa vuruyorlar.
Tüm bu karışık kafaları içinde, “Dersim’i geç tanımaya başladık!” tespitini yapmaları da ayrıca marazidir. Zira aradıkları, Rêya Heqîyê inancından ve Kürtlükten arınmış bir Dersim’dir ki, bu zihniyet zaten sistem tarafından da savlanan ve varmak istenen bir anlayıştır. Bu, tam da soykırımın amaçladığı sonuçtur. Bu nedenle kendilerine “Zazacıyız! Aleviyiz! Kürt değiliz!” diyenler, soykırımcı sistemle ortaklıkları arttığında, “Aleviler Türktür, Zazalar esas Türktür” savunusu yapanlar ile uzlaşır kalıyorlar. Esas bu soykırımın kapsayıcılığını ve derinliğini ele veren bir durumdur ki, imhanın sonucunda elde ettiği inkarı, kafa karışıklığını yerelde de elde etmiş ve semeresini toplamış oluyor. Üzbaşı Nazmi Sevgen ve Hasan Reşit Tankut’un bu kesimlere rehber olduklarını bildiğimizi söyleyerek geçelim.
Bu arada Vet. M. Nuri Dersimi ye saldırarak, Kürtlere saldırmanın sonucunu almaya baş vurmaları da Kürtlere ve Dersim’e yapılan bariz kötülüktür. Vet. Nuri Dersimi’yi, mücadelesini ve yazdıklarındaki yanlışlıkları eleştirebiliriz. Onun çalışma ve yazdıklarını, bilimsel bir bakışla yeniden ele alabiliriz. Ancak, Kürt ulusal mücadelesinde kimler hata yapmadı ki, kimler yanlış savrulmalara düşmedi ki? Bu sorular ile birlikte ele alarak incelemek yerinde olur. Ancak bu yanlışları, daha yanlış yollara yelken açmak için kullanırsak, işte esas yanlış gidişat o zaman marazileşmeye başlar! Vet. Nuri Dersimi, yaşamı boyunca mücadele etmiş, halkının özgürleşmesi için çabalamıştır. Ancak, mücadele ederken yanlışları olmuştur, yazarken yanlış algılayıp yanlış sunduğu da olmuştur. Önemli olan her olayda olduğu gibi, onu yeniden tahlil ve kritik etmektir. Burada kendi kasıtlı yanlışlarını gizlemek, yanıltmak vs. için, Vet. Dr. M. Nuri Dersimi’nin eksiklerini “gerekçe” ve kalkan edilmesi garezi yanlışlık olur. Zira Vet. M. Nuri Dersimi, Kürtlerin milli mücadelesi tarihinde aydın olarak mihenk bir yeri vardır. Vet. Nuri Dersimi, 1950, 1960, 1970 başlarına kadarki çabalarını görenler, bugün halen hayatta yaşamakta olanları vardır.
Unutmayalım ki sistemin, “faşist, soykırımcı, sömürgeci askeri bürokratik niteliğini” ilk ortaya koyan da bir Dersimli ve üç yaşında iken tesadüfi soykırımın şiddetinden, öldürülmekten kurtulan Dr. Sait Kırmızıtoprak(Dr. Şıvan)’dır. Daha sonra İsmail Beşikci, 1977’de “Tunceli Kanunu(1935) ve Dersim Soykırımı” adında ki kitabını kaleme almıştır. Yine Soykırımın içinde çıkan ozan Apo Silêmanê Qız da klamlarıyla Kirmancki ve Kırmanciyê de yapılan inkar ve imhayı işleyen ağıtları, çok net sergiledi. Ancak, tüm bilinenleri “bilinmez” olarak tanımlamak, bir Kürt kıskançlığı olarak tarif etmek yanlış değilse, bilgisizliğin eseri olabilir.
İttihat ve Terakki iktidarının yaptığı, yaşanmış 1915 Ermeni Soykırımı yanı başımızda oldu. 1916’da “Ruslar Geldi Kaçın” diyerek, Kuzeydeki Kürtleri muhacirlik yollarına sürerek, 700 bin Kürt insanının telef edildiği, 1930’larda Sürreya Bedirxan, Hoybun adına, ABD Senatosu’na sunduğu “Kürt Davası” başlıklı raporunda bildiriyordu. Bu muhacirlik yolunda benim de yakınlarımdan, 65-70 kişi gitmiş/götürülmüş, “Annelerin evlatlarını taşıyamadığı, açlıktan koruyamadığı, bırakıp gittikleri” anlamında “Dê ewladê xwe avêt” dediği bunlardan, geriye dönüp gelebilen insan sayısı; 14-15 kişidir. Rafael Lemkin’in soykırım tezleri 1948’de Birleşmiş Milletlerde kabul gördü. Rafael Lemkin tezlerine dayanak kıldığı, Ermeni Soykırımı ve Adolf Hitler’in Romanya’da askerlerine “Öldürenler tarih, ölenler yok olur!” tespitinden hareketle sonuca varırken, Adolf Hitlerin, Ermeni Soykırımının sonuçlarını dillendiren sözlerinden sonuçlar çıkararak anlatmaktadır. Kevork B. Bardakciyan, “Hitler ve Ermeni Soykırımı” eserinde bu konuların yanı sıra, Milli Şef İsmet İnönü ve Adolf Hitler arasında geçen samimiyeti ve işbirliğini de detaylıca ve belgelerle aktarmaktadır.
Tüm bu belgeler ortada iken, “Konunun ve bilgilerimizin yeni” olduğunu söylemek, bilgisizlik içinde olduklarını da itiraf etmiş oluyorlar...
Yine Ermeni Soykırımı ile “Dersim Soykırmı”nda “Fail Kürtler” tespitine varılması da eğer bilgisizlik değilse, “böl-yönet” politikasında, anti-Kürt tutumda, devlet ile ortak çizgide kesişme fikriyatı doğmaktadır. Zira Dersimliler, Kürt kimliklerine duyarsız olabilirler. Ancak devlet, onları Kürt olarak çok iyi bildiği ve “Kürt olarak yok edilmesi” gerektiğini planlamıştır. Zira Sakallı Nurettin Paşa; “Zo(Ermeni)ları bitirdik, sıra Lo(Kürt)larda” derken, başladığı Qoçgiri Rêya Heqiyê Kürt Soykırımı için “Sonuç almak, sadece Koçgiri’nin bastırılması ile değil, kaynağı olan genel Dersim ile haledilmelidir.” derken, Qoçgiri, Dersim bütünlüğüne vurgu yapar. Ancak, kendilerini Kürtlerden farklı, “Zazacı” olarak tanımlayanlar, Sakallı Nurettin Paşa kadar, Kurmanc ve Kırmancların bir millet olduğunun gerçeğinde değiller ve onların tarihsel birlikteliğini görmek istememektedirler. “İnançsal olarak ayrı” olmalarına vurgu yaparak “farklı millet” olduklarını savlarken de, Mihtra inancının tüm Ari halklarının kadim dini, alanlarını koruyarak var olma kültürünün tüm Kürtlerde var olduğunun bilincinde olunmadığı gibi, Alevileştikçe, Şiia-Müslümanlaştıklarını bilmeyecek durumdadırlar. Kızılbaşlık kavramının da bir Osmanlı yakıştırması olduğu, bu kesim Kürtlerin, 300 yıl İran Devleti adına vekalet savaşı vererek gelindiği, Suni Kürtlerin de Osmanlı Devleti adına vekalet savaşına sürüldüklerini, Kürtleri birbirine vuruşturarak etkinlik sağladıklarını teşhir etmek yerine, Kızılbaş ve 1885’ten beri Kızılbaşlık yerine isimlendirilen Aleviliğin de Kürt özgürlük mücadelesinin önüne sürülmesini teşhir etmek, bu adi vekalet zihniyeti ve konumundan kurtulmak gerektiği ortada değil mi? Aynı şekilde Müslümanlığın ve bu arada Sünni Müslümanlığın, Êzidi ve diğer dinlerin de Kürt milli mücadelesinin karşısına çıkaranlara karşı uyanık ve dikkatli olmak gerektiği aşikar değil mi? Bu konuda, Êzdi Şeyhlerinin, Saddam Hüseyin ile kirveliğini ve Saddam’ın oğullarının bu kirvelerinin evinde yakalandığını hatırlatmak isterim. Arap kirvelerin, İŞİD ile birlikte hareket ederek, kirvelerinin kadın ve kızlarını pazarda sattıklarını bizzat Êzidîlerden öğrendik. Tabi daha sonra yaşananları da bilmek önemlidir!
Şimdi sözü dolandırıp, Kürd halkına karşı uzun sürece yayılarak sürdürülen total soykırımı, devlet dışı güçleri öne çıkararak, devleti geride tutup temize çıkarmanın ya da “fail Kürtler” diye bir algı ile “soykırıma ortak” kılmanın mantığı ile “soykırım devlet projesi” tespitine ters düşerek, esasta soykırım tespitini de boşa çıkarmak, devleti ve yaptıklarını hafife almak olmuyor mu?
Eğer “mazlum milletlerden bireyler soykırıma alet olmaz” deniyorsa, devlet tarafından teşvik yolu ile kullanılan Demenanlılar, 1925 yılında, Palu’daki Direnişçilerin önünü kesmeleri, ellerindeki lojistiği almalarını ya da 1915 öncesinde Kiğı ve Erzincan ahalisindeki Ermenilere “kol” atarak mallarını talan etmelerini neye yoracağız? Bu sosyolojik ve siyasal hareketleri ayrıca tahlil etmenin ihtiyacı vardır!
Sonra, soykırıma uğrayan toplumlar, devletsiz halklardır. Devlet olarak kendilerini temsil eden bir iradeye sahip olmadıkları için, parçalı oldukları bir gerçektir. Ancak; mazlum, sömürge ve soykırıma tabii tutulan toplumlar, “Ortak hareket etme imkanına sahip olmaz” diye bir tezi ortaya atarak meşru göstermek; “Bu durumdaki halklar tabii tutuldukları ‘felakete’, ‘vahşete’ ‘kadere’, ‘krize’ boyun eğsinler” anlamına gelir ki, bu da esas amaçlarını ele vermektedir.
Oysa ki İsrailoğullarının tarihi incelendiğinde, gerek Kenan ülkesinden Mısır’a geçişleri, gerek Mısır’dan Kenan ülkesine dönüşleri ve gerekse de 1941 sonrasında karşılaştıkları Holokost durumlarında görülecektir ki, biz Kürtlerin durumu onlarınkinden kat be kat olumlu durumdadır. İsrailoğularının “Exsodus” inanç ve hareketleriyle nasıl “Kutsal Toprakları”na dönerek özgürleştikleri ve Orta Doğu’da, Yakın Doğu’da olmayan demokratik devletlerini kurarak, savunduklarını öğreniyoruz. Bu açıdan; “Risk Toplumu” olarak soykırım üzerinden bunalım ve kriz savları ile kendini akıllı, toplumu ise adeta “Delirtilmiş Dersimliler” gibi göstererek aşağılamak, onların zaman zaman ideolojik reaksiyonlar içinde milli sorunlarından uzak kalmalarını ya da devlet projelerine az da olsa çeşitli sebeplerle eklemlenmelerini görüp, direngen ve uyanık Dersimi karartmak, karalamak, Dersime hakarettir! Ancak, Dersim’in Kürdistan’daki yerinin, tarihsel ve coğrafik durumunu bilmeksizin, devletin, hata devletlerin o eyaletimize karşı özel politikalarını bilmek önemlidir.
Egemen Kürt siyaset sınıfının, Kürt mücadelesine büyük hatalarla yaklaştığı inancındayım ve eleştiriyorum. Bu konuya zaman zaman değinmemle beraber, şimdilik ayrı bir yazının konusu olarak kalsın! Tabii Türk solu ve Türkiyeci paradigmanın zihinlerde yarattığı yanılsamayı da bir kenara bırakamayız.
Bütün olanlara karşılık Dersim, Kürdistan’da en gözde eyalettir. Bu gözdeliğini koruyacak kadar aydın bir potansiyele ve güce sahiptir. Bu gözdelik oranında da devletin üzerine düştüğü bir vaziyet olarak Dersim siyasette ve ya aydınlanmada hareketlidir.
Kürt ve demokrat kamuoyu, yeter ki Dersim’in içinde bulunduğu özgünlükleri ve tarihsel kültür kodlarını doğru tahlil etsin! Aynı şey Hewreman, Sıncar ve diğer alanlar için de geçerlidir. Zira Kürt toplumu, çok kültürlü, çok diyalektli, çok ağızlı, çok dinli, coğrafik ve yerleşim farklılıkları arz eden, savunma refleksi farklı özeliklere haizdir. Devletin/devletlerin, bölge ve eyaletlere karşı izlediği tarihsel politikaların farklılığı, lokal ama total yaklaşımları çok derin özgünlükler taşır. Uzun sürece dayalı total bir soykırımın bütün alanlarda sürmesi, Iran-Osmanlı, Osmanlı-Rus, İran-Rus savaşlarından bugüne kadar sürekli diyebileceğimiz bir savaşın kapsayıcı alanı ve farklı sürmesi, bütün Kürt toplumunu savaş psikolojisi içinde yıprattığı, zenginliklerini ve yaşamlarını çürüttüğü, gerilettiği ortadadır. Ancak Kürtler, bugüne kadar mevcut duruma direnerek kendilerini var ettiler. Son 40 yılda, devletin soykırım siyasetini şiddetlendirerek tüm alanlarda, ama özelikle Dersim, Diyarbakır ve sınır hatlarında farklı bir titizlik göstererek “Mücavir alanlar” olarak yaklaştığını bilmekteyiz. Bunları kabul ederek, yekpare yaklaşmamak, karmaşık mücadele ile karşılamak, geleceği bu farklılıkları gözeterek inşa etmek doğrudur. Ancak bütün bunların çözüm yeri “Dersim Meclisi” değil, Kürdistan Ulusal Meclisi olabilir. Zira Dünya Milletler siyasetinde, “Yerel meclisler”, ulusal meclislerin ağır yüklerini karşılayacak güçte olmadığı aşikar iken, bu ağır yükü taşıyabilecek sıklette de olmadığı ortadadır. Her kurum, kendi denkliğine göre oluşursa, üstleneceği ağırlığı başarılı ile sonuçlandırabilir.
Ancak bütün bu farklılıklardan dolayı, bölgeleri birbirinden izole ederek yaklaşmak, anti-Kürt sistemlerin arzuladığı bir durumdur. Burada merkez ve ademi merkezi politikaları titizlikle ele alarak, bir gelecek düşünmek çözümcül olabilir.
Yazı uzadı, başka yazılarda konu etmek dileğiyle!
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.