Her Şubat ve Mart tabiatın canlanmaya evirildiği, umutların yeşerdiği, soğuk ve sıkıntıların hafiflediği, Newroz’a doğru gidildiği, şenliklerin tertiplendiği, yeni bir gün, yeni güzelliklerle yüreklerin şenlendiği bir dem olarak içimiz ısınırdı. Zira bunun bilincine henüz varıyor ve içeriğini özgürlük ateşi ile dolduruyor, mücadelemizde harlıyorduk. Ama gel gör ki her bahara yaklaştığımızda, Ali Rıza Koşar ve bir yıl sonra da Hüseyin Şen yoldaşlarımın ölümleri beni onlarla yaşadığımız anılarla baş başa bırakır, özlemlerime, coşkuma hüzün katılır.
Ahhh çekerim… Tam da böylesi bir mevsime doğru adım attığımız bir dönemde, karanlık dört bir yanımızı sarmış, her yanımız işgal altında iken, içimizdeki özgürlük özlemi kabarmış, zalimi ülkemizden kovacağımız öz güveni ile bir bedenimize zulme karşı koyacağımızı, azıcık imkanlarla halkımızla bütünleşip, haklı olmanın gururuyla ordular yeneceğimizi düşündüğümüz gençlik zamanlarını yaşıyorduk.
Çocukluk zamanlarında her gencin model seçtiği kişi ve kişilikler vardır.
Babam benim, dürüstlük, doğruluk ve yalana karşı doğruyu haykırmanın modeli idi.
Tabi bu gelişmek için yetmiyordu.
Bir de yaşadığımız tarihi acıyı öğrendikçe, gördüğümüz ulusal ve toplumsal “yok” sayılmayı, “yok” edilmeyi her adımda yaşamımızda hissettikçe, bir de yarım yamalak direnen, özveri ile karşı koyan kahramanlıkların hikayelerini ve nasıl da haksızca yok edildiklerini dinledikçe, mevcudu değiştirme, karşı koyanın hikayesini sürdürme heyecanlı arzusu genç kanımıza giriveriyor ve bizi harekete geçiriyordu.
Dönem 1968, dünyadaki gençlik hareketini getirip 1970’e dayamıştı. Güney Kürdistan’da Peşmerge mücadelesi Otonomi görüşmeleri ve Kürtlerin haklarının müzakere edildiği bir döneme girmişken, heyecanlı ve kapalı toplumdan gelmiş, gözlerini adeta yeni dünyaya açmanın arzusuyla yaşama yeniden doğan biz gençleri bunların esintisinden alıkoyması mümkün olamazdı. Arıyorduk, bize model olabilecek devrimciler arıyorduk.
Bir Temmuz ayı, yaz mevsiminde Şerafeddin Dağları’nın 2300 rakımlı yükseklikteki bir platosunda, gece kuzu-keçi ve buzağıları toplayıp ağıla yerleştirmeye götürürken, karşımda 1.95-2.00 metre boyunda, esmer yağız, pala bıyıklı, mutevazi davranışları ile aradığım tarzda bir yiğidi karşımda görmem beni sonsuz heyecanlandırmıştı. Yanında da kendisine rehberlik eden, Kiği’dan tanıdığım, pek sohbet etmeyen devrimci mücadeleye inançlı bir arkadaş vardı..
Beni, bana sordu;
“Sen Ahmet ÖNAL mısın?
“ Evet” dedim.
O akşam gece geç saatlere kadar zaman zaman sorduğu sorulara cevap vermekle yetindiğim, bir sohbet yaşadık.
Lise ikinci sınıfa gitmeme rağmen, Türkçe literatürü bana ağır geliyordu.
Adetten idi, ismi sorulamazdı.
Burada tanışıp, aile dostluğuna kadar varan ve kafamdaki model devrimci olan insanın, Ali Rıza Koşar olduğunun tam ismini öldürüldükten sonra öğrenecektim. Daha evvel, “Uzun arkadaş”, “Jonson” gibi lakaplar ile tanımlandığını konuşmalarda hissetmiştim.
O zaman Ali Rıza Koşar, THKO’luydu. Çok iddialı tartışmalar sürdürürdü. Ancak Kürtçeye, Kürt sorununa ayrı bir ilgisinin olduğunu, ancak konuşmadığını, ketum olduğunu hissediyor gibiydim. Sonra uzun bir zaman görüşemez olduk.
1974 yılına geldiğimizde, bir vesile ile Kürdistan’ın bir ülke, üzerinde de Kürt ulusunun yaşadığına dair tartışmalarına yönelmiş idim. Bu arada hep merak ettiğim, O ismini bilemediğim arkadaş (Ali Rıza Koşar) “Acaba bu konuda ne düşünüyor?” diye.
Tabi bu sorunda THKO’nun Kemalizm’den kopup Kürdistan ulusal Kurtuluş mücadelesine cevap olamayacağına da ikna olmuştum.
Beni yoldaşları bilen THKO’lularla bir tartışmada, ‘Siz Kemalist olduğunuz için bir türlü Kürdistan sorununda merkezi görüşünüz çıkmıyor, çıkamaz’ dediğimde, THKO’nun yetkililerinden Sinan olarak isimlendirilen savunucu, tartışmalarda acze düşünce,
“Seni Jonson mu kandırdı?” diye çıkıştı. Ben de içimde yeşeren mutluluk ve öz güvenle kendisine;
“Eğer şu anda doğru olduğuna inandığım düşüncelerimin oluşmasında Jonson beni kandırmışsa, bundan rahatsızlık değil, memnuniyet duyarım!” dedim. Sevinçle oturduğum yerden kalktım ve Ali Rıza Koşar(Jonson)’ı aramaya koyuldum.
Ayaklarım beni bir defasında kendisiyle görüştüğüm Elazığ Tren İstasyonuna götürdü. Vardığımda Ali Rıza Koşar bir akasya ağacının altında sandalyeye oturmuş, masasında çay, bir eli bıyıklarını ovuyor, diğeri eli ile gazete tutup okuyordu.
Beni görünce kalktı ve sarıldı..
Oturur oturmaz, çay istedi. Konuya girdim..
“Onlarla bağımı kopardım. Ben artık Kürdistan devrimcisiyim!” diye adeta üzerimdeki yükü atarcasına açıkladım.
“Bizi kandıran sen mişsın!?..;)”
“Nasıl?”
“Sinan söyledi.” anlamadı, konuyu açarak anlattım.
“Biz daha tartışıyorduk, demek ki onlar anti-propagandaya başlamış! Keşke sen acele etmeseydin!”
“Ben zaten bir senedir bekliyorum, araştırıp okuyarak kararımı verdim.. Hiçte acele değil, bilakis geç kaldım.. “Sen ne yapacaksın!”
“Ben tartışmaya devam edeceğim” dedi.
Uzun bir zaman geçmedi. Ali Rıza Koşar, Bingöl’e haber iletmiş, beni Elazığ’a çağırdı!
Yeniden birlikte Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesi için çalışmaya karar verdik.
Sol içi çatışma ve çekişmelerden çok rahatsız idi.
Sol guruplar içinde, Kürdistan devrimcileri içinde diyalog yetersizliğinden yakınırdı.
Türkiye solu içinde Kemalist kastın Kürdistan mücadelesine verdiği zarardan yakınırdı.
Kürdistan ulusal Kurtuluş mücadelesinde parçalar arasında ilişkisizlikten yakınır, behemehal bu eksikliğin giderilmesi için girişimlerde bulunmak üzere ilişkiler arıyorduk.
Kürtler arası çelişkilerin dost ve diyalog yoluyla çözülmesi gerektiğini söylüyorduk, ancak bu arzumuz pek karşılık bulamıyordu..
Kürdistan ülkesi ve Kürt ulusu beşe parçalanmıştır, tüm siyasi, ekonomik, kültürel hakları gasp edilmiştir. Bu hakkın Kürt ulusu ve Kürdistanlılara teslim edilmesi durumunda çözümün olabileceğini söylerdik..
Sovyet sisteminin sosyal –emperyalist bürokratik bir iktidara dönüştüğünü, Kürdistan’daki Baas iktidarı ya da Arap sömürgeci sistemlerinden Suriye ve Irak’ın Sovyet Sosyal Emperyalizmine dayanarak sömürge siyasetini icra ettiklerini, Kafkasya Kürdistan’ının ise bir zat Sovyet Sosyal Emperyalizminin sömürgesi olduğunu, Türk ve İran Şahı yönetimindeki devletlerin ise ABD’ye ve kısmen Avrupa Emperyalistlerine dayanarak Kürdistan’daki sömürgeciliği sürdürdüklerini savunurduk.
Kürdistan’ın bir parçasını değil, tüm parçaların özgürlüğü, bağımsızlığı, birliği ve demokratik bir ülke olması gerektiğini savunuyorduk. O koşullarda bunları savunduğumuz için Türk solu, Kürdistan’da pek çok hareket tarafından \"ajan\", \"Maocu Bozkurt\", \"sosyalizm düşmanı\" vs. ile itham ediliyor ve kuşatılmış durumda idik.
Tüm bu kuşatmışlık neticesinde bizlere saldırmak gayet basit bir hal almıştı. Bunun bilincinde olmamıza rağmen düşüncelerimizi azimlice savunuyorduk.
Tüm bu kuşatmışlığa rağmen, kendi güvenliğimizi alacak ve bir tedbir alma konusunda eksik davranmıştık..
İyi niyetle yaklaşıyorduk. Solun bizi vuracağını pek ciddiye almıyorduk.. Antep’te yaşanan ve Hakki Karer‘in öldürülmesine çok üzülmüş, tüm tahriklere rağmen bir yolunu bulup bu olayın tezahur etmemesi için çarelerin aranmaması hususunda arkadaşlarımızı eleştiriyorduk. Ama Abdullah Öcalan’ın başını çektiği grup bu olayı kalkan yaparak hem “Sterka Sor” gurubunun, hem de “Kürdistan Devrimcileri” dedikleri kendilerine şiddet uygulamada, dizayn etmede bahane olarak kullanıyorlardı.
Bu süreçte KAWA ile ilişkiler geliştirip, bazı tespitleri süreç içinde tartışıp ikna olmak için zamana yayarak birlik olmayı prensip olarak kararlaştırdığımız bir süreçte, Elazığ’da 20 Şubat 1978 tarihinde Fevzi Çakmak Mahallesi’nde, idol edindiğim yoldaşım Ali Rıza Koşar, THKP-C’li şuursuz bir gurup tarafından saldırıya uğradı ve katledildi. Ali Rıza Koşar’ın katledilişi, beni derinden sarsarcasına etkiledi.
Onun “devrimciler ikna etmeye, ikna olmaya açık olmak koşuluyla düşüncelerini inatla savunur, ancak siyaseten birbirlerine karşı esnek ve tâvizkâr davranır!” demesi hep rehberim oldu.
Bu onun ölüm anı, benim, yoldaşımı, önderimi, militanlığımın esin kaynağını, kaybettiğim an oldu.
“Onu nasıl koruyamadık!” diye 38 yıldır hep kendimi kahir ettim!
Ancak tek tesellim, Ali Rıza Koşar ile savunduğumuz düşünceler, esasta hep doğru bir hat olarak kaldı. Bunları inatla sorguladım, geliştirmeye ve bilimin normları ile irdelemeye çalıştım. Bu açıdan ona hep minnettar kaldım.
1989 yılından sonra, en kabul görmeyen “beşinci parça” olarak tanımlanan ve alay edercesine lakabımıza vesile olan Kafkasya Kürdistanı gerçekliği, özellikle o parçadaki aydınlar tarafından savunulup, peyder pey tüm Kürdistanlı aydın ve devrimciler tarafından da ortak kabul edilir oldu. Bu durumu görünce, bize yapılanları, ön yargıları, içten düşünmemeyi, tarih ve toplum bilincinden uzak olmayı, kendisi ile yüzleşmemeyi yeniden lanetledim.
Ben 38 yıldır öğretmenim, yoldaşım aile dostum Ali Rıza Koşar’ın özlemini yaşıyorum.
Onun varlığında ve yokluğunda kendisinden öğrendiklerim bana hep ders oldu. Onun “bir devrimcinin nasıl olması gerektiği” ne dair fikir ve davranışlarını kendimde içselleştirerek, prensibini yaşamıma yerleştirmeye çalıştım.
Başardım mı?
Bir şeyler yaptım!
Yapmaya çalışıyorum!
Bunun da muhasebesinin ayrı tutulması gerekir diye düşünüyorum.
Bizlere çok şey kattın, seni hep saygı ile anıyorum.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.