Marks, İngiltere’ye karşı, İrlanda’nın özgürlüğünü savundu. Buranın özgül durumu için “bir ulusu ezen ulus özgür olamaz” demiştir. Ancak bunu genelleyici bir milli sorun olarak programlayarak bakmadı. Bunu, İngiltere’nin çözülmesi ve işçi sınıfının özgürleşmesine hizmet edeceğini düşünerek, tali bir durum olarak savundu. Marks’ta temel çözümlenmesi gereken çelişki; başta Avrupa’da olmak üzere, “Bütün ülkelerin işçileri birleşin” stratejik hedefi ile işçi sınıfının iktidara oturması idi. Feodal ya da pre-kapitalist toplumlarda ise; esas çelişki işçi sınıfının oluşması için kapitalizmin yaygınlık kazanaması idi. Bu nedenle, Avrupa’nın sömürge ve denetiminde tuttuğu geri ülkelere yaptığı kapitalist yatırımların, ‘devrimci bir öz taşıdığı’ düşüncesini savunuyordu.
Aynı anlayışla Marks, İngiltere’nin Hindistan’ı sömürgeleştirmesi, kapitalizmin yaygınlaşması ve kapitalizm öncesi ekonomi biçimlerini tasfiye edeceği için, destekledi. Dolayısı ile sorunu mazlum Hindistan halkının İngiliz sömürgeciliğine karşı mücadelesi olarak koymadı. Aynı şekilde Asya, Afrika, Güney Amerika ve diğer bölgelerde o tarihte pek yaygın olmazsa da var olan anti-sömürgeci ulusal özgürlük özlemini amaçlayan mücadelelerle ilgilenmedi.
Bu durumun böyle olmasının nedeni, Marks, teorik olarak ulusal özgürlük üzerinden sorunu proglamlaştırmıyordu. Eski ekonomik yapının çözülerek, daha ileri bir ekonomik ve toplumsal devrime hazırlık yapma/oluşturma üzerinden olguya yaklaşıyor ve ele alıyordu.
Ulusal Sorunun Kavramlaştırılması..!
Ulusal Kurtuluş sorununun kavramlaştırılıp, yaygınlık kazanması, 17 Ekim 1917 Ekim Devrimi ile Sovyet iktidarının kurulmasından ve Amerikan Başkanı Wilson’un kendi adıyla deklere olunan prensiplerinden sonradır. Ancak bu prensipler, yer yer keyfiyete ve devletlerin dönemsel çıkarları gözetilerek “bazı milletlere” tatbik edimemiş, çiğnenmiştir. Bu prensiplerin ihlali hem Wilson’un başkanı bulunduğu ABD ve o prensiplere imza koyan İngiltere, Fransa ve diğer emperyalist devletler, hem de Sovyet ve diğer “sosyalist” iktidarların savunduğu “Ulusların Kendi Kaderlerini Özgürce Belirleme Hakkı ilkesi” ihlal edilmiştir. Kürd ulusuna tatbik edilmediği gibi.
Sovyet liderleri, “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen milletleri birleşin” diyerek, emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşı siyasetini programlaştırdılar.
1918’den sonra, ABD Başkanı Wilson, manda yönetimler oluşturmak suretiyle mazlum milletlerin yönetilmesi prensibini savundu.
Sosyalistler ise ezilen milletlerin özgürlük mücadelesi, “proleter devrimlerin yedeği, parçası” olarak formüle ederek bağımsızlıklarını savundu. Ancak burada, bu genel doğrunun yanına pratik yanlış sonuçlara varacak tespitler de yapılmış oldu. Buna en bariz örnek olarak, Türkiye, İran, Afganistan ve Çin’i gösterebiliriz.
Söz konusu bu devletler, sözde; “Devrimci önderlikleri ile...” tespitlerinin ardında iktidar oldular. “Proleter devrimin yedeği olacakları” öngörülen ve Sovyet yöneticileri Lenin ve Stalin tarafından, pek çok suçları da gizlenerek desteklenen iktidarlar, tespitlerin aksine; faşist, askeri bürokrat, soykırımcı ve sömürgeci karakterlerini sakladılar. O tespitler, yüzyıldır orada duruyor ve sol aynı muhafazakâr tespitlerle yaşıyor. Bu da söz konusu ülkelerde, ezen ulus solunun, ezilen sömürge milletlere karşı içten bir değişime, eleştiriye gelemediği, kendisi ile yüzleşmeyip, devletlerinin yanında saf tutuğunu gözlemliyoruz.
Hatta olayı daha geriye taşıyarak, “Marksizm’de ulusal sorun” şeklinde, olmayan şeyi, “var” gibi tanımlayarak ortaya çıktılar.
Bütün bu tespitlerin yeniden düşünülmesi, tartışılması ve aşılması gereklidir.
***
Bu hususta, Selahattin Ali Arik arkadaşımın da hatırlattığı üzere şunları aktarmamda fayda vardır:
08 Ocak 1918 tarihinde Wilson, “Yeni siyasi, toplumsal ve ulusal şekillenmelere ilişkin, 14 maddelik bir barış metni!” olduğunu açıkladı. “Wilson Prensiplerindeki amaç olarak, başta Hıristiyan unsurların, haklarının tanınması olduğunu söylüyor olsa da; prensiplerinin esas ya da birincil amacı, başkanı bulunduğu ABD’nin çıkarlarını korumak, savaşı durdurmak ve Sovyet Devrimi ile dünya gündemine düşen ‘Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı’ ilkesine misilleme idi. Metnin 12. Maddesi, Osmanlı Devleti ile ilgili idi. Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan tüm milletler kendi geleceklerini belirleme (self determination) haklarının bulunduğunu belirtiliyordu. Arabistan, Ermenistan, Suriye ve Filistin’in yanı sıra Mezopotamya için de ön görülmekte idi. Ancak Self Determinasyon, Mezopotamya’da hangi millet ya da milletler için bunun öngörüleceği belli değil, esnek hatta muğlâk idi.
Bu prensiplere göre; büyük devletlerin küçük devletlere bağımsızlık hakkı vermeleri gerektiği belirtilmekte idi. Ancak henüz kendi kaderini idare edebilecek düzeyde olmayan uluslar bu seviyeye gelinceye kadar Cemiyet-i Akvam’ın tayin edeceği devletlerin mandası altında bulunacakları öngörülüyordu.”(1)
“Wilson ile diğer müttefik devlet liderlerinin ulusların kendi geleceklerini tayin etmeleri hakkı konusunda kullandıkları parlak cümlelerin evrensel bir kapsamı var gibi görünüyordu, ama gerçekte gerek bu ilkeler, gerekse ona bağlı olan milli azınlıkların korunması ilkesinin sadece Avrupa’ya uygulanması düşünülüyordu. Dünyanın öbür bölgeleri hemen hiç kale alınmıyordu. Sömürgelerin hürriyet istekleri karşısında Wilson’un tutumunun ne olduğu pek belli değildir.”(2)
Wilson Prensiplerinin açıklanmasına denk kurulan, Kürdistan Teali Cemiyeti; “Bu prensiplerin Kürdistan’da da uygulanmasını.” savunur.
Wilson bu sistemin Osmanlıdan ayrılacak olan uluslara da uygulanmasını istiyor. 28 Nisan 1919 tarihinde Cemiyet-i Akvam kurulur. Nizamnamenin 22. Maddesi, Osmanlı ile ilgilidir. Osmanlı bakiyesinden ayrılabilecek halklar arasında Ermeniler, Araplar (Suriye, Irak, Filistin ve Suudi Arabistan) vardır. Burada Kürdlerin adı geçmemektedir. Kürdistan olarak düşünülen bir kısım vilayetler (Van, Kars, Erzurum, Bitlis, Elazığ, Diyarbakır) Ermenistan içinde düşünülmüştür. Geri kalan Kürdistan (Doğu Kürdistan–İran Kürdistan’ı hariç) “Manda sisteminde siyasi olarak bağımsız veya otonom bir statüde ulus ve toprak bütünlüğünü arz etmiyor.” sayılmıştır. Kürdistan geride kalan devletin egemenliği altında bırakılmıştır. Bu prensipler esasında Ermeniler için tasarlanmıştır!
Ancak Wilson Prensiplerinin; Kürdlerin üzerinde siyasi etkileri olmuştur. Kürdler, Wilson prensiplerinde kendilerinden bahsedilmemesi ve Kürdistan’ın bir bölümünün Ermenistan sınırları içinde gösterilmesini tedirginlikle karşılamıştır. Ermenilerin egemenliğinde yaşamak, Kürdlerin hiç arzu etmediği bir durum olmuştur!
Bu Kürdlerde, eğer Osmanlı Devleti yoksa Kürdlerin bağımsız bir devlet kurma istemini tetiklemiştir. Wilson Prensipleri ise buna dayanak olabilmektedir. Zira Kürdlerin haklarına dayanak teşkil ettiği noktasında, Kürdistan Teali Cemiyeti tarafından; Wilson Prensipleri istenir ve desteklenir. Kürdistan Teali Cemiyeti, Wilson Prensipleri’nin Kürdistan’da uygulanması için Kürdistan haritası ve gerekli bilgileri toplayarak Amerika, İngiltere, Fransa ve İtalyan devlet temsilcilerine verirler. Ancak İttihatçılar ve Kuva-i Milliyeciler bunu çok kötü kullanırlar ve “Ermeni devleti Kurulacak, sizi de onlara köle edecekler!” diyerek, Kürdlerin özgür değil, kendi denetimlerinde hareket etmelerini sağlamaya çalışırlar. Bunda da başarılı oldukları görülmektedir. Sivas ve Erzurum Kongrelerinde ve 1924 yılına kadar, Kürdlerin Kemalistlere verdiği desteklerden biri de bu manipülasyon üzerinden sağlanmıştır. Burada soykırıma uğramış Ermeni ve uzun sürece yayılmış total bir soykırıma tabii tutulacak Kürdlerin, iki mazlum halk olarak uyanıklık ve ittifakları sağlanmış olsaydı, Kürdlerin ve Ermenilerin bugün farklı bir statüde olacakları tartışma götürmezdi. Ancak, Sovyet iktidarı da esasında anti-Kürd ve hatta anti-Ermeni bir siyaset ile Jön Türkleri ve Kemalistleri “ulusal özgürlükçü” değerlendirerek, “mazlumluk” atfederek, egemeni destekleyerek tarih karşısında haksız bir duruş gösterdikleri açıktır. Kadri Cemilpaşa, bu durumu şöyle ifade ediyor:
“Mazlum milletleri özgürlüğe ve bağımsızlığa kavuşturacak Amerika Cumhurbaşkanı Wilson’un 14 maddelik Prensiplerin-den Kürdlerin de yararlanmaya çalışma arzusuyla Diyar-bakır’da Hêvi Cemiyeti mensupları gençlerin girişimiyle, 1918 tarihinde Kürd Teâli Cemiyeti adıyla bir dernek kuruldu…” (3)
Birinci Dünya Savaş’ında Kürdler, Wilson Prensipleri ile aldatıldılar. En büyük İngiliz ve Amerikan yöneticileri, Kürdlerin de bu prensiplerin nimetinden yararlanacaklarını vaat etmişlerdi. Ankara Hükümeti’yle anlaşmaları, kendilerine bu vaatlerini unutturdu. Bir İngiliz diplomat şöyle demişti:
“Biz Kürdlere yalnız sınırlı bir toprak üzerinde hükümet kurulmasını vaat etmiştik. Hatta İskenderun Körfezi’nde bir deniz yolu vereceğimizi bile söylemiştik. O zamanki siyaset bunu gerektiriyordu, Kürdleri uyuşturmak lazımdı. Kürdlerin Mustafa Kemal hareketine vurmaları gibi muhtemel bir darbenin önünü almak lazımdı.”(4)
“Dolayısıyla Wilson prensibi gereği, tamamıyla bağımsız ve özgür bir Kürd devletinin kurulması için her şey Kürdlerden yanadır. Wilson’un 14 prensibinin tümü Osmanlı hükümeti tarafından kabul edildiğinden Kürdler bağımsızlık istemeyi çok iyi hak ettiklerine inanmaktadırlar... Sınırlarını aşağıda haritada açıklayacağımız ve Kürdlere ait kalması gereken Kürdistan üzerindeki Ermeni iddialarını enerjik bir şekilde protesto ediyoruz.”(5)
Sovyetlerin yanı sıra, Amerika ve İngiltere’nin de Ankara hükümetini destekleyerek, Kürdler ve diğer halkların özgürlüğe dair bir nefes dahi almalarını önlemiştir. Bugün Kürdlerin yaşadığı esaretin sonuçları, o günkü devletlerin prensiplerini ayaklar altına almalarında yatmaktadır.
Kürdler, Ermeniler, egemen devletlerin oluşturdukları, anti-Kürd ve kısmen anti-Ermeni siyasete kurban edildiler. Bu durum, iki kadim halkı ve Yakın Doğu’nun diğer otokton halklarını böldü, parçaladı, paylaştı ve imha edilmek üzere çürütme siyasetine tabi tuttular. Bu durumun derin acısını halklar yaşarken, egemenler de bir türlü Yakın Doğu’nun, Orta Doğu’nun krizinden, batağından çıkamaz oldular. Yaptıkları emperyalist ve sömürgeci planları ile insanlığa karşı suçlu konumunda kaldılar.
I. Dünya Savaşı ve ardında Ermeni ve Kürdlere yaşatılanlar çok acı oldu. II. Dünya Savaşı ve ardında da bu statü değişmedi. Şimdi Yakın Doğu’da, Orta Doğu’da oluşan bu statü, krizlerin aktüel nedenlerinden biri olarak orta yerde duruyor. Wilson prensiplerinin pek çok alanda tatbiki sonrasında, o gün sömürgeciliğin bir uygulaması olarak oluşan manda yönetimler, daha sonra yarı bağımlı hatta bağımsız devletler statüsüne eriştiler. Ancak Yakın Doğu’nun otokton halkları, dışardan gelen devşirme alaktonlar tarafından tabii tutulduğu soykırımı sürdürmeye devam ediyor. “Sömürgenin de gerisinde” olan bu statünün, bugün yaşanan III. Dünya Savaşı sürecinde çözülememesi, barışın üçüncü kez ıskalanması anlamına gelir ki, insanlığa ve bölgenin kadim halklarına, uluslarına, kültürlerine, dillerine, bölge ve dünya barışına yazık hatta ihanet edilmiş olunacaktır.
DİP NOT:
1- Garo Sasuni, Kürd ulusal Hareketleri ve 15. yüzyıldan Günümüze Ermeni Kürd İlişkileri, Med Yay. İst, 1992 sayfa 135)
2- Rupert Emerson, Sömürgelerin Uluslaşması, Çeviren Türkkaya Ataöv, Türk Siyasi İlimler Derneği Yayınları, Ankara 1965, s. 25
3-Aktaran, 1924 Beytüşşebap İsyanı ve Şeyh Sait Ayaklanmasına Etkileri, Cemil Gün-doğan, Komal Basım- Yayın, I. Basım, İstanbul, Ağustos 1994, s. 27, Alıntı; Silopi-91, s. 52
4- Kadri Cemil Paşa, Doza Kürdistan, s. 23-24
5- Nejat Abdullah, İmparatorluk Sınır ve Aşiret, s. 385-386, Alıntı; Bkz. Mêmorandum sur les revendications du peuple Kurdes, Prêsentê le 22 mars 1919 â Confêrance de la paix, Imprimerie A. G. L’Hoir, paris, ss. 3, 4, 6 ve 13
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.