Yargılandığında 76 yaşındadır. Diyarbakır Askeri Sıkıyönetim Mahkemelerinin en yaşlı Türkçe bilmeyen sanıklarından biridir. Mahkeme, Xelîl Ağa’ya sekiz yıl 4 ay ağır hapis ve Afyon ilinde 3 yıl sürgün cezası vermiştir.
Babası Yakup Ağa’dır. Jandarma Genel Komutanlığı istihbarat raporlarına göre Yakup Ağa, oğulları Halil, Tahir, Mustafa ve Yusuf’la beraber kendi bölgelerinde 30 kişiyle birlikte Şeyh Said ayaklanmasının ardılı olan ve 1926’da gerçekleşen Eruh- Pervari direnişini örgütlemişlerdir. Türk resmi tarih literatüründe ayaklanma, “Yakup Ağa ve Oğulları İsyanı” diye adlandırılır. Ayaklanmanın yenilgiye uğraması ardından Yakup Ağa ve oğulları Suriye’ye geçerler. 1928’de çıkarılan genel af üzerine, Xelîl (Halil) Çiftçi Eruh’a döner.
Xelîl Ağa’yı önemli kılan neden; bugün hayatta olmayan gazeteci, ressam ve yazar Fikret Otyam’ın onu ihbar etmesidir. Fikret Otyam, Kürdistan illerinde “Doğu’nun geri kalmışlığı” temalı yaptığı röportajları gazetelerde tefrika etmiş ve çektiği fotoğraflarla sergiler açmıştır. Otyam’ın, “Gide Gide” adlı kitap dizisi ve “Anayasa” adlı fotoğraf sergisi bu çalışmayla ortaya çıkmıştır. Ayrıca sergilediği fotoğrafların altına, “yakın arkadaşı” Ahmed Arif’ten de dizeler eklemiştir.
Otyam, Eruh ve civarındaki haber röportajların birinde devlet ile iş birliği yapan yerel şahısların Xelîl Ağa’nin Kürtçü olduğunu ve Barzani’ye yardım topladığını anlatırlar. Fikret Otyam, kendisine anlatılanları Siirt Valisine ihbar eder. Bununla da yetinmez, İçişleri Bakanı Faruk Sükan’a da anlatır. Ayrıca kendisine anlatımları, Nisan 1967 Cumhuriyet gazetesinin 15338 sayılı nüshasında “Barzani Adına Vergi Toplayan Ağa”, “Olaya Hükümet El Koydu“ başlıklarıyla yayınlar. Fikret Otyam, Xelîl Ağa’nın yargılandığı davada “muhbir tanık” sıfatıyla dinlenir. (1)
Otyam’a göre söz konusu ihbarın arkasındaki ideolojik fikir; Barzani hareketi ve ağaların feodal, gerici ve baskıcı olmalarıdır.
Diyarbakır Sıkıyönetim Askeri Mahkemelerinde Avukat Şerafettin Kaya ile Ruşen Arslan, Xelîl Ağa’nın müdafileridir. Kaya’nın anılarında, Xelîl Ağa (Halil Çiftçi) Davası hakkında detaylı bilgiler mevcuttur. Kaya, Xelîl Ağa ile İlk görüşmelerinde birbirlerini sevdiklerini ve uzun uzadıya konuştuklarını anlatır. Xelîl Ağa’nın KDP’li ve ketum biri olduğunu, fakat yeminli olduğu için KDP üyeliğini ve kendisi hakkındaki diğer iddiaları ret ettiğini Kaya anılarında ifade eder.
Xelîl Ağa, Türkçe bilmediği için mahkeme ifadesi Kürtçe, dönemin Diyarbakır Müftüsü Mehmet Salih Tanrıverdi aracılığıyla alınır. Şerafettin Kaya hatıratlarında, Xelîl Ağa’nın ifadesi sırasında mahkeme heyetine hitaben değil de kendisine ve tercümana yüzünü dönerek konuştuğunu ve bu yüzden birçok kez mahkeme başkanı hakim tarafından ikaz edildiğini belirtir. Xelîl Ağa, çabukça sinirlenen bir karaktere sahiptir. Mahkeme heyetinin bu ikazlarının birinde, heyete Kürtçe küfür eder. Hâkim, sanığın ne söylediğini tercümana çevirmesini söyleyince, avukatı Şerafettin Kaya söze girer ve “Sayın Hâkim, müvekkilim tahliyesini istiyor” der.(2)
Xelîl Ağa ve İsmail Beşikçi
İsmail Beşikçi ile 28 Aralık 2012’de Xelîl Ağa üzerine bir söyleşi yapmıştım. Söz konusu söyleşi arşivimde duruyordu ve şu ana kadar hiçbir yerde yayınlanmadı.
Söyleşiyi yapmama neden olan konu, İsmail Beşikçi ile Xelîl Ağa’nın cezaevinde birlikte çekilmiş aşağıdaki fotoğrafın tarihçesini İsmail Hoca’dan sormamla başladı. Bu söyleşi vesilesiyle İsmail Beşikçi Hoca’nın Xelîl Ağa hakkında düşünce ve anekdotlarını da paylaşmış oluyorum.
İsmail Beşikçi ve Xelîl Ağa, Diyarbakır Askeri Tutukevi’nde aynı koğuşta kalırlar ve yakın dost olurlar. Beşikçi’nin Diyarbakır Sıkıyönetim Askeri Mahkemesinde yargılandığı davada cezası 8 Mart 1973’te kesinleşir. Cezası kesinleşen İsmail Hoca, askeri tutukevinden Diyarbakır Saraykapı’daki sivil cezaevine sevk edilecektir. Bu arada Xelîl Ağa’nın da “çete reisi” olmaktan yargılandığı davada cezası onanmıştır. İsmail Hoca ve Xelîl Ağa birlikte Saraykapı’daki cezaevine sevk edilirler ve farklı koğuşlara yerleştirilirler. Koğuş kapıları açık olduğu için her zaman birlikte olma imkanları vardır.
Bu meyanda Osmanlı döneminde kervansaray olan Saraykapı’daki sivil cezaevi, Kürt ulusal direnişi açısından önemli tarihi bir mekândır. Şeyh Said ve arkadaşları idam edilinceye kadar bu cezaevinde tutulmuşlardır.
İsmail Beşikçi ve Xelîl Ağa’nın Saraykapı’daki cezaevine getirilmelerinden birkaç gün sonra, cezaevinde ilgi çekici bir durum yaşanır. Cezaevinde toplumsal suçlardan gelen çok sayıda genç çocuk vardır. Bunlar yan kesicilik, adam yaralama, cinayet, hırsızlık ve benzeri suçlardan Hani’den, Bismil’den, Lice’den gelen çocuklardır.
İsmail Beşikçi ve Xelîl Ağa koğuşa geldiğinde siyasi bir davadan tutuklu ve hükümlü, sıkıyönetimden gelen kişiler olarak isimleri duyulur. Beşikçi’nin ilgisini çeken, toplumsal suçlardan gelen bu çocukların, Xelîl Ağa ile karşılaşınca “Bu adam Türkçe bile bilmiyor, Türkçe bilmeyen adam nasıl siyasi olur? Buna neden siyasi diyorsunuz?” benzer belirlemelerle Xelîl Ağa’nın küçümsenmesidir.
Birkaç gün sonra Lice’den ikinci kalabalık bir gurup daha getirilir. Devlet güçleri tarafından 14 Ocak 1994'te şoförüyle birlikte kaçırılıp katledilen, cesetleri ertesi gün Sapanca yakınlarında bulunan Kürt iş insanı Behçet Cantürk de o grubun arasındadır. İsmail Hoca, Behçet Cantürk’ü ilk defa orada görür ve tanışırlar. İsmail Hoca, hafızasında yanılma payı bırakarak, Behçet Cantürk’ün o zaman CHP Diyarbakır Gençlik Kolları Başkanı olduğunu ve bir cinayetten dolayı amcaları, yeğenleriyle birlikte 13-15 kişi olarak getirildiklerini anımsıyor.
Xelîl Ağa havalandırmaya çıktığında Behçet Cantürk, onun halını hatırını sorar, çay ikram eder, saygıda kusur etmez. Kendisiyle Kürtçe konuşur. Cantürk’ün, Xelîl Ağa’ya saygısı, toplumsal suçlardan gelenler tarafından hayretle karşılanır. Bu gençler, “Behçet Abi ne buluyor bu adamda? Türkçe bile bilmeyen bu adamın değeri nedir ki!” diye serzenişte bulunurlar. Oysa İsmail Beşikçi’ye göre Behçet Cantürk’ün, Xelîl Ağa’ya davranışı gayet normaldir.
Bu anekdot, sömürgeci devletin, sömürge ulus üzerindeki kültürel ve asimilasyoncu tahribatını göstermesi açısından dikkate değer bir örnektir.
Beşikçi ve Xelîl Ağa, Saraykapı’daki sivil cezaevinde yaklaşık beş ay kadar kaldıktan sonra, birlikte Adana Cezaevi’ne sevk edilirler. Aylardan Eylül’dür. Askerler yolculuk esnasında radyo dinlerken, Şili’de askeri darbe olduğu, Allende’nin darbe sırasında öldürüldüğünü öğrenirler. Beşikçi, “İşte böyle bir günde Adana’ya sevk edildik” der.
Xelîl Ağa, yemeden içmeden zevk alan bir kişidir. Seyahat esnasında; sıklıkla “İsmail Hoca, dondurma yiyelim, yemek yiyelim” der. İsmail Hoca da “Xelîl Ağa bir an evvel cezaevine gidelim” diye cevap verir. İsmail Hoca’nın bir an önce cezaevine gitme ısrarına karşın, Xelîl Ağa şöyle bir cevap verir: “Hoca, biz cezaevine gidiyoruz misafirliğe gitmiyoruz ki, bize yemek bile vermezler.” Bu cevaptan sonra her mola verildiğinde sevki yapan askerlerin de ılımlı tavırlarıyla, yemek, dondurma yer ve çay içerler.
Urfa’da ana yol üzerindeki bir mola yerinde oyun oynayan çocuklar İsmail Hoca ile Xelîl Ağa’yı elleri kelepçeli görünce hayret ve endişe içerisinde “Bu adamlar kimdir? Biri baba, diğeri oğul ne suç işlemişler?” diye gülüşürler. Xelîl Ağa da çocuklara Kürtçe, “Baba oğul tavuk çaldık, bundan dolayı bizi tutukladılar” diyerek birlikte gülerler.
Cezaevine Adana sıcağının bunaltıcı bir gününde ulaşırlar. Cezaevine geldiklerinde her ikisi de tecrit koğuşuna alınır. Hapishanedeki tutuklu ve hükümlüler, tecrit koğuşuna gelenleri öğrenirler. Xelîl Ağa’nın cezaevinde akrabaları ve hemşerileri vardır. Onun geldiğini öğrendiklerinde, kendi koğuşlarına almak isterler. Çok ısrar edince Xelîl Ağa onların bulunduğu koğuşa gider. İsmail Hoca ise siyasilerin bulunduğu koğuşa gider.
Siyasi koğuşta şair Can Yücel, Sosyal Yayınlarının sahibi Süleyman Ege ve İsmail Hoca’nın benzetmesiyle Castro’nun Küba’ya denizden yaptığı çıkarma gibi, Hatay Samandağ’a çıkarma yapıp yakalanan sol çevreden on üç genç koğuştadır. Bu gençler, aralarında çıkan çelişkiden dolayı 7 + 6 olarak bölünmüşlerdir.
O tarihlerde cezaevi koğuşları arasında gidip gelme bir sorun teşkil etmez. Cezaevi yönetimi bu duruma müsamaha gösterir. Bu nedenle Xelîl Ağa da sık sık İsmail Hoca’nın koğuşuna gelir.
Günlerden bir gün, Güney Kürdistan’da Mele Mustafa Barzani yönetiminin Irak güçleriyle silahlı çatışmalarına ilişkin okuduğu bir haberi İsmail Hoca, koğuşa gelen Xelîl Ağa’ya anlatır. Hürriyet gazetesindeki çıkan bu habere göre, Saddam’ın orduları Zaxo’yu işgal etmişlerdir. Xelîl Ağa, “Böyle bir şey mümkün değildir” der. Habere şiddetle itiraz eder. İsmail Hoca merak eder ve “Niye mümkün değil?” diye sorar. Xelîl Aga “Zaxo’yu almaları için Geliyê Şîn’i geçmeleri gerekir. Bu mümkün değil. Çünkü orada Îsa Sûwar var” cevabını verir.
Sonradan İsmail Hoca’ya gelen bilgilere göre, Saddam’ın askerlerinin Suriye üzerinden Türkiye’ye geldikleri ve Cizre tarafından da Zaxo’ya girdikleri yönündedir. Yani her üç devlet böyle bir harekât için mutabakata varmıştır.
Bu durumu İsmail Hoca, Xelîl Aga’ya anlatır. Xelîl Ağa “Böyle olabilir. Ben oraları karış karış bilirim” der. Daha sonra Saddam güçleri kısa sürede Zaxo’yu boşaltmak zorunda kalırlar.
İsmail Hoca, Xelîl Ağa’nın temiz giyinmeye meraklı olduğunu, hiç şalvar giydiğini görmediğini, hep ceket pantolon giyip ve her gün tıraş olduğunu bu arada ekliyor.
Can Yücel ve Xelîl Ağa
Yine Beşikçi’nin anlatımlarına göre; şair Can Yücel, Xelîl Ağa’ya büyük saygı gösterir. Xelîl Ağa koğuşa geldiğinde uzun uzun sohbet ederler. Adıyamanlı genç bir siyasi tutuklu onlara tercümanlık yapar. Xelîl Ağa, Can Yücel’le yaptığı bir sohbette çocuklarını sorar:
“Çocuklar okudu mu, adam oldular mı?” O da “Bir kızım ressam, biri şurada, diğer bir oğlum burada okuyor” diye cevaplar verir. Xelîl Ağa da “Maşallah, Maşallah” diye onaylar.
Xelîl Ağa; “Peki sana ne kadar ceza verdiler?” diye sorunca Can Yücel, bir davadan on beş ay, diğer davadan on ay, bir diğer davadan on yedi ay diye cevaplar verir. Xelîl Ağa da “Maşallah, Maşallah” demeye devam eder.
Can Yücel, Xelîl Ağa için bir şiir bile yazar. Şiirin ismi “Maaşallah…”dır.
“Maaşallah...
Halo Dayı’nın türkçesi yok,
Kızıldereli Hüseyin’in tercümanlığıyla konuşuyoruz:
Kaç yaşındasın Can? Diye soruyor.
Kırk yedi, deyince ben,
Mââşââllâh! diyor bi, “â”ları çatlata çatlata.
Ve sorular izliyor birbirini:
Evli misin, Can?
Evet.
Mââşââllâh!
Kaç çocuğun var?
Üç.Mââşââllâhh!
Kaç yaşındalar?
Erkeği on beş, kızlar on üçle on iki.Mââşââllâhh!
Mesleğin ne?Şair, mütercim.Mââşââllâhh!
Ne kazanıyorsun ayda?
İki bin beş yüz – üç bin.
Mââşââllâhh!
Kaç sene ceza verdiler sana?
Onbeş.
Mââşââ... diye başlamışken yine,
Halo Dayı yarıda kesiyor Allah’ı,
Ve kısa bir sessizlikten sonra,
o güleç ihtiyarla birlikte,
Bayram topları gibi patlatıyoruz kahkahayı."
Can Yücel / Bir Siyasinin Şiirleri
1974 affıyla hem İsmail Beşikçi hem de Xelîl Ağa serbest bırakılırlar. İsmail Hoca, 1974’den sonra Diyarbakır’dan, Siirt’ten, Mardin’den gelenlerden; özellikle cezaevinde birlikte kaldıkları ortak arkadaşlarından, örneğin Sabri Vesek’ten Ankara’ya geldiğinde Xelîl Ağa’yı sorar. Onlar da bildiklerini anlatırlar.
Xelîl Ağa hakkında İsmail Hoca’ya ulaşan en son bilgi şudur: 1984’ün Ağustos’unda PKK’ın Eruh-Şemdinli baskını sırasında, Xelîl Ağa Eruh’taki evinde hasta ve yataktadır. Dışarıda büyük bir kargaşanın, gürültünün olduğunu fark eder. Eve gelen giden ziyaretçilerden, dışarıdaki gürültü ve kargaşanın nedenini sorar. Evdekiler “Bizim çocuklar Eruh’u bastılar” diye cevap verirler. Baskın sırasında camiden okunan bildirileri, Eruh dışında Şemdinli’ye de baskın yapıldığını anlatırlar.
Anlatılanlar karşısında Xelîl Ağa: “Artık gözüm arkada açık gitmeyeceğim” diyerek eylemden dolayı mutluluğunu ifade eder. Xelîl Ağa, Eruh baskınından bir veya iki gün sonra da hayata gözlerini kapatır.
Fikret Otyam’ın Halil Çifçi’yi ihbarı, dava dosyasının kapanmasıyla noktalanmaz. 1975-76’da Rızgari dergisi, Otyam’ın ihbarcılığı ve ideolojik yaklaşımı ile Cumhuriyet yazarı İlhan Selçuk’un “Barzani ve Türkeş” başlıklı yazısını Türk sosyal şovenizminin teşhiri perspektifinden kamuoyuna tartışmaya açar.
Ruşen Arslan hatıratlarında, Uğur Mumcu’nun, Rızgari Dergisi “sahibi” sıfatıyla kendisini aradığını ve Fikret Otyam ile görüşmesini istediğini anlatır. Arslan, Fikir Kulüpleri Federasyonu Başkanlığı da yapmış olan Zülküf Şahin ile birlikte, Fikret Otyam ile çalıştığı Cumhuriyet Gazetesi Ankara Bürosu’nda görüşürler. Fikret Otyam ağlar ve günah çıkarır. “Kürtlerin dostu olduğunu, yazılanların haksız olduğunu” söyler.
Ruşen Arslan ise Otyam’a “Sen gazetecisin, senin görevin haber yapmaktır. Valiye veya İçişleri Bakanı’na vatandaşı ihbar etmek değildir. Peki, sana söylenenleri Hail Çiftçi’ye sorarak doğruluğunu araştırman gerekmez miydi? diye sorar.(3)
Ahmed Arif de Fikret Otyam ile olan dostluğunu bitirir ve ölene kadar kendisiyle konuşmaz.
Fikret Otyam, o dönem bu öz eleştiriyi yapıp günah çıkarsa bile, daha sonra özellikle Aydınlık gazetesinde Kürt ulusal hareketine karşı hasmane yazılarıyla tavrını sürdürür.
Fikret Otyam, Xelîl Ağa’yı ihbar etmiştir. Can Yücel ise Xelîl Ağa’ya saygıda kusur etmeyen ve onun hakkında şiir yazan biridir.
Türk aydınının niteliğini belirleyen üç mihenk taş vardır. Bunlar; Kürt sorunu, Ermeni Soykırımı ve Kıbrıs meselesidir. Bu üç meselenin birinde tökezleyen veya yalpalayanlar Fikret Otyam gibi eğilip bükülüp savrulurlar. Hayatta olmasalar bile, yaptıkları kötülükler peşlerini bırakmaz, her zaman onları takip eder. İsimleri gündeme geldiğinde, işledikleri suçlarla anılırlar. Diğerleri de Can Yücel gibi bu imtihandan geçen, dünya döndükçe saygıyla anılmaya devam edenler grubudur. Bu grubun çoğalması dileğiyle…
Twitter: @cetin_ceko
Kaynaklar:
(1) Rızgari, Sayı: 1, Mart 1976, s. 34-40
(2) Şerafettin Kaya, Hayatımdan Kesitler, Rûpel Yayınları, 2016, Cilt 1, s.172-201
(3) Ruşen Arslan, Cim Karnında Nokta-Anılar, Doz Yayınevi 2006, s. 285-286, 306-314
(4) Toplu fotoğraf, Adana Cezaevi, 1973
(5) İsmail Beşikçi ve Xelîl Ağa fotoğrafı, Adana Cezaevi, 1973
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.