Türkiye, Suriye iç savaşının başladığı 2011’den itibaren uluslararası topluma karşı mülteci kartını sürekli ve ustaca kullandı. 29 Nisan 2011’de Hatay Yayladağı'nın karşısında yer alan Harapcöz ve çevresinden yaklaşık 250 kişilik ilk “mülteci” grubu Türkiye sınırından içeri girdi. Ellerinde Türk bayrakları, “Türkler gibi yaşamak istiyoruz”, “Demokrasi istiyoruz”, “Erdoğan bize sahip çıksın” sloganlarıyla tel örgüleri aşarak sınırından içeri giren grubu, Türk medyası dramatik bir şekilde görsel ve yazılı basında işledi.
Oysa “mülteci” kafilesinin geldiği bu bölgede herhangi bir çatışma yoktu. Türk istihbaratının iç ve dış kamuoyuna yönelik kurguladığı bir algı operasyonu idi. Çatışma bölgesinden gelen ilk mülteci kafilesi ise, 3-6 Haziran 2011 tarihleri arasında Türkiye sınırına 40 km uzaklıktaki İdilip ili Cisr eş-Şuxûr nahiyesine Esad’a bağlı ordu birliklerin girmesiyle kaçan 2500 civarında mülteciden oluşuyordu.
Suriye siyasi sınırından geçen mülteci sayısı iki ay içinde 9 bin civarına ulaşınca, Türkiye güvenli ve uçuşa yasak bölge önerisini uluslararası toplum nezdinde tartışmaya açtı. Gerekçesini ise, Esad rejiminin saldırılarından kaçan mültecileri Suriye siyasi sınırları içinde karşılayıp, insani yardımda bulunmak diye izah etti.
Henüz Türkiye'nin Suriye ile olan diplomatik ve siyasi diyalogu kesilmiş değildi. Dönemin Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim ve Beşar Esad’ın Özel Harekât Amiri Hasan Türkmani ile güvenli bölge konusunu istişare edeceğini açıkladı. Kuşkusuz bu girişim, Suriye’nin egemenliğine yönelik bir adımdı ve Şam bunu ret etti. Böylece Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) “komşularıyla sıfır sorun” dış siyasetindeki ilk ve önemli kırılmalardan biri Suriye'de patlak verdi.
AKP'nin “Yeni Osmanlıcılık” diye değerlendirilen, başta Müslüman Kardeşler olmak üzere, devlet ve sistem dışı Sünni mezhepçi radikal gruplara hamilik ve onları nüfuzu altına alma siyaseti, Suriye sahasında uygulamaya konuldu. Sonuçta Türkiye, Beşar Esad rejimine karşı Müslüman Kardeşler liderliğindeki Suriye muhalefetine açıktan siyasi ve askeri destek sunmaya başladı. Böylece Ankara ve Şam arasında ilişkiler tamamıyla koptu.
Uluslararası toplum ise, Türkiye’nin güvenli bölge önerisine sıcak bakmadı. Bunun gerekçesi, Türkiye'nin güvenli bölge yaklaşımının insani yardımdan öte, rejim muhalifleri için operasyonel bir üs olarak öngörmesi ve Beşar Esad’ın muhalefete söz verdiği olası siyasi “reform” adımlarına engel olacağı idi.
IŞİD’in 2014’de ortaya çıkması ardından Suriye, Irak ve Kürdistan’da toprak ele geçirmesiyle uluslararası ve bölge aktörlerinin siyasi ve askeri öncelik hedefleri de değişti. Bölgede ve Avrupa'da korkulu bir efsane haline gelen IŞİD, uluslararası ve bölgesel düzlemde birinci hedef haline geldi. IŞİD efsanesi Suriye'de ilk bozgununu Ocak 2015’de Kobani’de aldı. Uluslararası toplum ve Peşmerge’nin askeri lojistik desteğiyle gerçekleşen IŞİD bozgunu, aynı zamanda Rojava Kürdistanı’nın makûs talihinin değişimine de yol açtı.
Kürtlerin direnişinden ve “Düştü düşecek” denilen Kobani’nin IŞİD'e teslim olmamasından Erdoğan ve iktidarı aşırı rahatsızlık duydu. Böylece Türkiye'nin Suriye'deki öncelikleri de değişmeye başladı. Esad rejiminin devrilmesi birinci hedef olmaktan çıkarak, Kürtlerin kazanımlarını durdurma, yeni birleşik Suriye’de statü sahibi olmalarını engelleme, Ankara’nın Suriye ajandasında birinci sırayı aldı.
Dönemin Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun, IŞİD’i “öfkeli bir grup genç” olarak değerlendirmesi, Türkiye’nin IŞİD’e el altından verdiği lojistik destek, uluslararası toplumda Türkiye’ye karşı kuşku ve eleştirilere vesile oldu. Eylül 2014’de Suudi Arabistan’ın başkenti Cidde’de IŞİD'e karşı mücadele planı kapsamında ABD ile birlikte hareket eden 10 Arap ülkesinin kaleme aldığı bildiriyi Türkiye imzalamadı. Bu süre zarfında IŞİD, Türkiye ile sınır komşusu oldu.
Güvenli bölge pazarlığında askeri üsler
Türkiye, jeopolitik konumunu kullanarak, IŞİD ve benzeri radikal İslamcı grupları bir yandan Esad rejimi, diğer yandan Kürtlere karşı gizlice desteklemeyi sürdürdü. Aynı zamanda ABD ve koalisyon güçlerinin IŞİD’e yönelik operasyonlarda İncirlik ve Diyarbakır Hava Üssünü kullanmalarını pazarlık konusu yapmaya başladı.
Türkiye'nin pazarlık şartlardan biri, İncirlik ve Diyarbakır hava üslerinin YPG güçlerinin korunmasında kullanılmaması, diğeri Suriye sınırı içinde 10 km derinliğinde uçuşa yasak güvenli bölgenin kabul edilmeseydi.
Temmuz 2015’te ABD ve Türkiye, İncirlik Hava Üssü’nün IŞİD’e karşı operasyonlarda kullanılması konusunda anlaşmaya vardılar. Fakat Türk tarafı ABD’nin Suriye ve Irak'ta kontrol ettiği hava sahasını aynı zamanda Kürt güçlerine karşı saldırılarda da kullanmaya başlaması, Washington’da rahatsızlık yarattı. Türkiye'nin talebiyle NATO, 2013’te Antep ve Maraş’a konuşlandırdığı Patriot Hava Savunma Sistemi’ni Suriye savaşının doruğa vurduğu iki yıl aradan sonra Türkiye'den çekme kararı aldı.
İncirlik konusunda Türkiye ile ABD ve Almanya arasında diplomatik gerginlik ve güven bunalımı uzun bir süre daha devam etti. ABD, IŞİD’e karşı saldırı ve keşif uçuşlarını Körfez ülkelerindeki üslerinden yapmaya başladı. Almanya ise, Ekim 2017’de İncirlik Üssündeki askerlerini ve Tornada keşif uçaklarını Ürdün'deki Muvaffak Salti Hava Üssü'ne taşıdı.
Türkiye, güvenli bölge tezine daha da sıkı sarılmaya başladı. Amaç YPG güçlerinin kontrol ettiği bölgelerin toprak birliğini parçalayıp, Kürtlerin kazanımlarını engellemek ve olası barış masasında ellerini zayıflatmak idi. 3 milyondan fazla Suriyeli mültecinin Türkiye’de bulunması, mültecilerin Avrupa’ya göçleri ve Avrupa başkentlerinde önlenemeyen IŞİD saldırıları, başta Almanya ve Fransa olmak üzere birçok batılı devleti Türkiye’ye karşısında uzlaşmacı bir tavra sürükledi. 2016’da Almanya Başbakanı Angela Merkel, Türkiye’nin güvenli bölge teklifini desteklediğini açıkladı.
Güvenli bölgeden kim ne anlıyor?
Uluslararası toplumun en uzun süreli güvenli ve uçuşa yasak bölge deneyimi, 1991 Birinci Körfez Savaşı döneminde Güney Kürdistan ve Basra’da Şii Arapları Saddam’dan korumak için Irak'ta hayata geçirildi. Söz konusu koruma Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin oybirliği ile alındı. Güvenli bölge Irak’ta işledi. Çünkü korunacak gücün karşısında tek ve ortak tehlike Saddam idi.
Suriye’de ise Kürtlerin, Türkiye, ÖSO, IŞİD, El Nusra ve Şam rejimi güçlerine karşı korunmaları gerekiyor. Bu ise oldukça karmaşık ilişki, denge ve koruma ağını ortaya çıkarıyor. BM Güvenlik Konseyi’nin 1991’de olduğu gibi bu konuda hemfikir olması ise mümkün gözükmüyor. Birinci Körfez Savaşı’nda Rusya ve Çin bu karara destek olurken, Suriye konusunda böyle bir uzlaşıya varmaları asla muhtemel değil.
ABD Başkanı Donald Trump Suriye’den çekilme kararını açıklarken, Rojava Kürdistanı’nın Türkiye siyasi sınırı boyunca 32 km derinliğinde 465 km uzunluğunda güvenli bir bölge oluşturacaklarını açıkladı. Güvenli bölge ile hem yerel müttefikleri DSG güçlerinin, hem de Türkiye’nin güvenliğinin sağlanacağını izah etmeye çalıştı.
Türkiye, ABD’nin Suriye’den çekilmesiyle birlikte bu alanların ve olası güvenli bölgenin kendi kontrolünde olmasını istiyor. Bunu en başında YPG ve Şam rejimi, ardından koalisyon güçleri ve açık ifade etmese de Rusya kabul etmiyor. Çünkü Türkiye’nin güvenli bölgeden anladığı YPG güçlerinin imhası. Türkiye’nin bu yaklaşımına karşı, özellikle koalisyon güçlerinden başta ABD, Fransa ve Almanya olmak üzere birçok ülke, YPG’nin korunacağına dair taahhütlerde bulundular.
Aslından Türkiye ile Rojava Kürdistanı arasında “Güvenli bölge” diye adlandırılmasa da, geçtiğimiz Kasım ayında ABD’nin sınır bölgesinde kurduğu 12 gözlem noktası bu amaca hizmet ediyor. IŞİD”e karşı Doğal Kararlılık Operasyonu Sözcüsü Albay Sean Ryan, gözlem noktalarının kuruluş sebebini; “İlave şeffaflık ve Türkiye’nin IŞİD unsurlarından korunmasını daha iyi hale getirecek” diye açıklamıştı.
Açıklamada geçen “ilave şeffaflık” vurgusuyla kast edilen, gerçekten YPG güçlerinin “sınırın” Türkiye tarafına yönelik saldırı, taciz veya “terör” eylemlerinde bulundukları iddiasının ABD tarafından denetlenmesidir. Ayrıca Türkiye’nin, NATO bünyesinde müttefiklerine YPG güçlerinin gerçekleştirmediği eylem ve saldırıları gerçekleştirmiş gibi gösteren istihbarat raporları verdiği bilgisi basına sızdı. Türkiye’nin ısrarla gözlem noktalarının inşasına itirazlarından biri de önemli ölçüde bu gerçekliğin ortaya çıkmasını istememesidir.
Öte yandan YPG temsilcilerinin defalarca açıkladıkları gibi, meşru müdafaa dışında kendilerinin Türkiye’ye yönelik bir asker eylem ve faaliyetleri söz konusu değil. Tersine Türkiye ile uzlaşının yollarını aramaktadırlar. Türkiye'nin YPG’ye yönelik ithamlarında gizlenen gerçek kendi Kürt sorunundan kaynaklandığı, bu yüzden Kürtlerin kazanımlarını ortadan kaldırmak istediği uluslararası ve bölgesel düzeyde bilinen bir hakikat. Türkiye'nin “Kürtlerin hamisi” olduğu söylemini sıklıkla tekrarlaması, sadece bu hakikati gizleme çabasıdır. Daha da önemlisi uluslararası toplum tarafından artık bu söylemin bir alıcısının olmayışıdır.
Tampon, güvenli bölge; düşman birlikleri, grupları ya da milletleri birbirinden ayırmak için oluşturulmuş genellikle askerden arındırılmış bölgelerdir. Kıbrıs örneğinde olduğu gibi, Kıbrıs devletiyle Kıbrıs Türk kesimi arasında BM Barış Gücü mevcuttur. 45 yıldır Türkiye’nin buna bir itirazı olmamıştır. Rojava Kürdistanı’nda ise, Türkiye hem sorunun tarafı hem de “sükûnet ve nizamı” sağlayacak güç olarak kendisini görmektedir. Türkiye’nin bu yaklaşımı ne Suriyeli yerel ne de uluslararası toplum tarafından kabul görmemektedir. Rojava Kürtlerinin başından beri savunduğu uluslararası toplumun kontrolünde olan güvenli bölge tezi, bu açıdan adil, gerçekçi ve sonuç odaklı bir çözümdür.
Bu arada ABD-Meksika sınırına duvar örmek için 5,7 milyar dolar için ortalığı birbirine katan ve haftalarca hükümeti kapalı tutan Başkan Trump, muhtemel güvenli bölgenin maliyeti ve bu bütçeyi kimin karşılayacağı üzerine bir belirlemede bulunmadı. ABD Kongre Araştırma Dairesi'ne göre, 1991-2003 arasında ABD hükümeti Irak'ta güvenli ve uçuşa yasak bölgeleri korumak için yılda yaklaşık 700 milyon dolar harcadı. Ortadoğu’daki savaşları “Sonu gelmeyen anlamsız savaşlar” olarak değerlendiren ve ABD bütçesini zarara soktuğunu savunan Trump, işin mali yönünü şuan gündeme getirmese de bu önemli bir sorun olarak ortada durmaktadır.
Kürtler açısından güvenli bölgeye ilişkin bir senaryoda Roj Peşmergeleri’nin Rojava Kürdistanı’na geçişleri ve olası güvenli bölgede sorumluluk üstlenmeleridir. Bunun gerçekleşmesi kuşkusuz Kürtlerin elinin güçlenmesi ve kazanımlarının daha iyi korunmasına katkı sağlar. Bu açıdan YPG, PYD, TEVDEM ve ENKS’nin atmaları gereken acil ve zorunlu adımlar vardır.
YPG-PYD, ENKS güçlerine yönelik anti demokratik yaptırımlardan vazgeçmeli, Roj Peşmergeleri’nin Kürdistan’a dönüşlerine engel olmamalıdır. ENKS ise, Kürtlerin statü kazanımlarına karşı hasmane tavrının teşhiri ve uluslararası arenada yalnız bırakılması açısından Türkiye’nin nüfuzunda olan Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu’ndan (SMDGUK) ayrılmalıdır. Kürdistanlı güçler sorunlarını sağduyu, diyalog ve siyasi uzlaşı ile çözmelidirler. Kürt halkı ve dostlarının taraflardan isteği ve özlemi budur.
Kürtlerin kazanımlarına yönelik Türkiye’nin kendi Kürt sorunundan kaynaklanan fobisi askeri, siyasi, diplomatik, ekonomik yaptırım ve abluka olarak her alanda Kürtlerin karşısına çıkıyor. Uluslararası toplum bunu görüyor ve biliyor. Muhtemel güvenli bölgenin kontrol ve işlevinin kimde olacağı bu açıdan önem taşıyor.
Şimdi sınav sırası uluslararası toplumda. Kürtleri ve kazanımlarını korumak için uluslararası toplum verdiği taahhütleri yerine getirecek mi, yoksa kuzuyu kurda emanet ederek Kürtleri yine cellatlarıyla baş başa mı bırakacak? Hep birlikte göreceğiz!
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.