Suriye iç savaşı ikinci yılına girerken, 11 Ağustos 2012'de Türkiye ile ABD arasında Suriye'de ortak işbirliğini organize etmek amacıyla "Operasyonel Mekanizma" adında bir anlaşma imzalandı. Dönemin ABD ve Türkiye Dışişleri Bakanları Hillary Clinton ve Ahmet Davutoğlu arasında deklare edilen anlaşma, daha çok Türkiye’nin talebi üzerine yapıldı.
“Operasyonel Mekanizma” anlaşmasının genel çerçevesi, Esad öncesi ve sonrası Suriye’de yapılacakları içeriyordu. Anlaşmanın ana hatları şöyle idi:
-Suriye'ye acil müdahale planları.
-Suriye muhalefetine verilecek lojistik desteğe ilişkin eşgüdüm.
-Suriye'deki olası kimyasal silahların etkisiz hale getirilmesi.
-Suriye'nin İran ve Hizbullah bağlantısının kesilmesi.
-Suriye'de yaşanan kaosta, PKK ve El Kaide’nin savaş bölgesinde örgütlenmelerinin önüne geçilmesi.
Türkiye, söz konusu anlaşmaya sınırın Suriye tarafında tampon ve uçuşa yasak bölge kurulmasını da eklemek istedi. ABD, Türkiye’nin tampon bölge önerisine sıcak bakmadı. Gerekçesi, Türkiye'nin tampon bölge yaklaşımını insani yardımdan öte bugün İdlip, Azez ve Afrin’de olduğu gibi, radikal cihatçı rejim muhalifleri için operasyonel bir üs olarak öngörmesi idi. Ayrıca tampon bölgenin Beşar Esad’ın muhalefete söz verdiği olası siyasi ‘reform’ adımlarına engel olabileceği idi. Türkiye’nin anlaşmaya eklemek istediği ABD ve AB ülkelerinin, Libya'da olduğu gibi Suriye'ye askeri bir müdahalede bulunma talebi de kabul görmedi.
Anlaşmanın imzalandığı 2012 Ağustos'ta Türkiye’ye gelen Suriyeli sığınmacı sayısı 80 bin civarına yaklaşmış, AKP iktidarı cihatçı gruplara gizliden destek vermeye başlamıştı. Batı Kürdistan'da (Rojava Kürdistanı) yerleşim birimleri ise hala Esad rejiminin kontrolündeydi.
Anlaşmadan iki ay sonra Ekim 2012’de, ABD ve Türkiye'nin hazırladığı olası harekât planları çerçevesinde 20 kişilik bir Amerikan askeri heyeti alan incelemesi için Türkiye’ye geldi. Suriye’ye en yakın NATO üssü olan Diyarbakır’daki 2’nci Hava Kuvvet Komutanlığı’nın merkezi üs olarak kullanılacağı belirtildi.
Washington ve Ankara anlaşmanın tüm maddeleri yerine, kendi Suriye siyasetlerine uygun maddelerini hayata geçirmek için adımlar attılar. Örneğin Türkiye, işbirliğinin ‘Suriye'nin İran ve Hizbullah bağlantısının kesilmesi ve El Kaide ile mücadele’ maddelerine ilişkin hiçbir adım atmadı. ABD ise PKK çizgisinde olan PYD ve YPG güçlerini Türkiye’nin tersine Suriye muhalefeti içinde gördü ve 2014 Kobani direnişiyle bu güçle yerel askeri ortaklığa gitti.
Böylece Suriye siyasetine ilişkin ABD ile Türkiye arasındaki makas yavaş yavaş açılmaya başladı. ‘Operasyonel Mekanizma’ anlaşması 2015'e gelindiğinde sessiz sedasız çöktü.
Bu kez dönemin ABD Ankara Büyükelçisi John Bass ve Türk Dışişleri Bakanlık Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu tarafından 19 Şubat 2015'de ‘Eğit-donat’ anlaşması imzalandı. Anlaşma, Şam rejimi ve IŞİD’e karşı mücadele edecek ‘ılımlı muhaliflerin’ silahlandırılmasını kapsıyordu. ABD’nin askeri malzeme desteği ile Türk ve Amerikan özel kuvvetleri tarafından ‘ılımlı muhaliflerin’ Kırşehir'de gruplar halinde ve üçer aylık sürelerle eğitmesi kararlaştırıldı.
Çok değil kısa bir süre içinde bu anlaşma da çöktü. Çünkü eğitilip donatılanlar IŞİD ve El Nusra benzeri cihatçı gruplara iltihak ettiler ya da ellerindeki askeri malzemeleri onlara sattılar. Ayrıca ciddi anlamda bir milis gücü de oluşamadı. ABD ile Türkiye arasındaki önemli bir diğer görüş ayrılığı ise Washington, mücadelede önceliğin IŞİD'e verilmesini isterken, Ankara'nın hedefinde Esad güçleri vardı. Öte yandan Rusya, savaş uçağının Türkiye tarafından Kasım 2015’de düşürülmesi ardından, Ankara’nın El-Kaide ve IŞİD’e verdiği desteği belgelerle Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde gündeme getirdi.
Türkiye ile ABD arasında Suriye konusunda protokole bağlanan ve daha sonra çöken sadece bu iki anlaşma olmadı. Menbiç'te yerel yönetim ve güvenlik yapılarının oluşturulmasına yönelik Haziran 2018'de imzalanan Menbiç anlaşması da ABD tarafından sürüncemede bırakılarak işlevsiz hale getirildi.
Her üç anlaşmanın dumura uğramasının, daha doğrusu uğratılmasının temel nedeni, sadece Türkiye'nin kendi Kürt sorunundan kaynaklanan, Kürtlerin kazanımlarını ortadan kaldırmaya yönelik ABD'nin karşı tavrı olmadı. Bunun yanında Suriye ve bölge siyasetine ilişkin ABD'nin kendi yol haritası da belirleyici rol oynadı.
ABD, 'düşmanların kardeşliği' için çabalıyor
Türkiye ile ABD arasında ‘Barış Koridoru’ adı altında 7 Ağustos’ta yeni bir ‘anlaşma’ daha imzalandı. ‘Anlaşmanın’ detayları taraflarca hala kamuoyu ile paylaşmış değil. Dışarıya sızan bilgiler ile Türkiye Milli Savuma Bakanı Hulusi Akar ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu'nun açıklamaları, ‘anlaşmanın’ tümü üzerinde hemfikir olunmadığı yönünde. Bu açıdan varılan mutabakata, anlaşmadan ziyade uzlaşı demek daha doğru olur.
Türkiye, Batı Kürdistan bölgesini tamamen ele geçirip işgal etmek, demografik yapısını değiştirmek ve YPG'yi imha etmek istiyor. Buna herkesin onay vermesini, kendisinden başka bir gücün de bu işe karışmaması için diretiyor. ABD ise, Türkiye’yi bir şekilde YPG ve bölgeden uzak tutmak, Kürtlerin kazanımlarının korunması ve sorunu ‘düşmanların kardeşliği’ ile diyalogla çözmek istiyor.
Kesin olmayan bilgilere göre, Türkiye yerleşim birimleri hariç sadece sınırın 5 km içinde ABD askerleriyle birlikte devriye gezebilecek. Geri kalan 10. km sadece ABD, 15. km ise ABD ve YPG olacak. Bunun anlamı bölgenin, kazanımların ve YPG’nin Türkiye’den korunması demek. ABD ve Türkiye birbirinden tamamen farklı yaklaşım ve hedeflere sahip olunca, uzlaşının geleceği de doğal olarak sorgulanıyor. Bu açıdan söz konusu son uzlaşının akıbeti ve süresi, Kürtlerin lehine daha önceki her üç işbirliğine benzeme ihtimalini güçlendiriyor.
ABD’nin YPG’yi koruma nedenleri
Vekil grupları saymazsak, Suriye’de Suriye ordusunun dışında Amerika, Rusya, Türkiye, İran ve havadan da İsrail'in askeri güçleri bulunuyor. Bu açıdan Suriye sorunu sadece bir iç ihtilaf sorunu değil, aynı zamanda uluslararası arenada söz konusu devletlerin çıkarlarının birbiriyle hem çatıştığı hem de çakıştığı komplike bir alana dönüşmüş durumda.
Amerikalı yetkililer kendileri açısından Suriye'de dört ana hedefin önem arz ettiğini açık bir biçimde ifade ediyorlar. Birincisi, IŞİD'in tümüyle yenilgiye uğratılması ve canlanmasını sağlayacak silahlı ve ideolojik zeminin ortadan kaldırılması. İkincisi; Hedefinde Esad’dan kurtulmak olmayan, sadece yaşanan türden korkuları üretmeyen Birleşmiş Milletler'in (BM) 2254 sayılı kararıyla uyumlu bir Şam rejimi. Üçüncüsü; İran ve ona bağlı grupların Suriye’den gitmesi ve İsrail’in güvenliğinin garantiye alınması. Dördüncüsü; Ortadoğu’da Rusya’nın artan askeri ve siyasi gücünün frenlenmesi.
Trump ile Suriye'de zikzaklar çizen ABD, açıkladığı hedeflere ulaşmak için -tereddütler baki kalmakla birlikte- sahada kendisine meşruiyet ve destek sağlayacak yerel bir güce ihtiyacı vardı. Bu yerel güç ise, IŞİD’e karşı gösterdiği direniş performansıyla YPG-PYD oldu. YPG-PYD’nin ise, Kürdistan'da elde ettiği kazanımları müdafaa ve yaşatmak için kendisini Türkiye, ÖSO, IŞİD, El Nusra ve Şam rejimine karşı koruyacak kuvvetli ve kudretli bir güce ihtiyacı vardı. Bu güç de ABD oldu.
ABD’nin söz konusu hedeflere ulaşmada Suriye için ayırdığı bütçe yıllık 2 milyar dolar olarak açıklandı. Sekiz yıllık savaşta şu ana kadar 10 askerini kaybeden ABD'nin yıllık savunma bütçesi ise 700 milyar dolar. ABD'nin yukarıda sıralanan amaçlara ulaşması için Suriye'ye ayırdığı bütçe, diğer operasyon bölgelerindeki faaliyetleri ile karşılaştırıldığında maliyet açısından oldukça düşük ve kazançlı.
ABD’nin YPG ilişkisi 2014'de Demokratların iktidarında Obama ile başladı, Cumhuriyetçi Trump iktidarı ile sürüyor. ABD, YPG ile ilişkisinin sadece IŞİD karşı mücadeleyle sınırlı olduğunu söylese de, bunu Türkiye’nin tepkilerini azaltmaya yönelik okumak gerekir. Başta ABD olmak üzere uluslararası toplumun diğer bileşenleri, YPG-PYD’yi inşa edilecek yeni birleşik Suriye’nin siyasi dokusu içinde resmiyet kazandırmayı hedefliyorlar.
Yani sistem dışı grup kategorisinden çıkararak, Irak’ta 1990’dan 2003’e kadar Kürdistan Demokrat Partisi (KDP), Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) ve diğer muhalif Arap grupları için uygulanan stratejiyi tatbik ediyorlar. Bunun anlamı da Suriye’de Kürtlerin statülerinin tanınması ve kalıcı hale getirilmesidir. Fakat Suriye ile ilgili uluslararası platformlarda YPG-PYD’nin temsiline yönelik Türkiye’nin diplomatik ambargosu, ABD, Rusya ve koalisyon güçleri tarafından hala kırılmış değil. Suriye'de siyasi çözümün aldığı mesafeyi göstermesi açısından bu bir barometre olmakla birlikte, daha kat edilecek mesafenin olduğunu gösteriyor.
Ankara, 2016-18 döneminde Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı operasyonları ile Suriye’ye iki kez askeri müdahale gerçekleştirdi. Şu an Suriye topraklarının yüzde 2’si Türkiye'nin işgali altında bulunuyor. Bu İsrail'in Golan Tepeleri’ni işgal ettiğinden dört kat daha fazla ve 6 bin kilometrelik bir alana tekabül ediyor.
Erdoğan ve iktidarının yüksek sesle dilendirmediği ama gönlünden geçen, Rusya Kırım'ı, İsrail ise Golan Tepeleri'ni işgal ve ilhak etti. ABD, İsrail'in Golan Tepeleri'nin ilhakını tanıdı. Kırım'ın ilhakı artık kanıksanmaya başlandı. Türkiye’nin Rojava Kürdistanı işgali de uluslararası toplum tarafından benzer tepkilerle karşılanır, Afrin örneğinde olduğu gibi süreç içinde kanıksanır hesabını yapıyor. Buna Güney Kürdistan’da artan askeri varlığı ve tampon bölge arzusu ile Kıbrıs'ta ‘Maraş'ı yerleşime açabiliriz’ beyanlarını da eklemek gerekir.
Türkiye'nin olası Rojava Kürdistanı'nı işgali Kürt sorununun uluslararası boyutunu daha da arttıracağı gibi, Ankara’nın tek başına altında kalkacağı bir durum değil. Bu yüzden AKP ile ittifak halinde olan Avrasyacı ulusalcı kesim ve CHP, ne yapılacaksa Şam ile yapılmasının en iyi çözüm olduğuna Erdoğan'ı ikna etmeye çalışıyorlar.
Ezcümle Türkiye tek başına veya Şam ile Kürtlerin kazanımlarını ortadan kaldırmaya çalışabilir. Önemli olanın başta ABD olmak üzere uluslararası koalisyonun siyasi, diplomatik, ekonomik ve askeri caydırıcı kuvvet ve kudretini Kürtlerin lehine ne kadar kullanıp kullanmayacaklarıdır. Bunu kısa bir dönem içinde göreceğiz.
Öte yandan bu zorlu süreçte Batı Kürdistanlı siyasi güçler, aracılara gerek kalmadan, aralarındaki sorunları diyalog, sağduyu ve kardeşlik hukuku ile çözmelidir. Tarihi fırsatlar, ulusal demokratik kazanımlar ve bu kazanımların korunması her zaman grup çıkarlarının üstündedir. Kürt halkı ve dostlarının talebi taraflardan budur.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.