Güney Kürdistan hareketinin 1975 yenilgisi ardından Mele Mustafa Barzani, dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter’a 9 Şubat 1977’de bir mektup gönderir. Söz konusu mektup, Güney Kürt hareketinin ağır hezimete uğramasında ABD ve İran’ın Kürtleri nasıl yarı yolda ve yüzüstü bıraktığını ifade eder.
Sitem ve hayal kırıklığı cümleleriyle dolu bu tarihi belge, Kürtlerin sadece 25 Eylül Güney Kürdistan bağımsızlık referandumu sonrası Kerkük ve Afrin’in işgaliyle toplumsal travma yaşamadıklarını gösteriyor. 43 yıl önce de benzer toplumsal bir travmanın Kürtler tarafından yaşandığını ortaya koyuyor.
Elbette dün ile bugün arasında tarihsel ve politik benzerlikler olmakla beraber, önemli ölçüde farklılıklar da mevcuttur. Kürtlerin bölgesel ve küresel boyutta elde ettikleri ulusal ve demokratik kazanımlar göz önüne alındığında, gelinen nokta şüphesiz ileridir. Barzani’nin uzun mektubundan aşağıda aktardığım iki kısa paragraf, uluslararası toplumun Kürdistan’a ilişkin nizam ve statüko siyasetinin öz ama kısa özetidir.
Mele Mustafa Barzani mektubunda, ABD Başkanlık seçimini kazanan Jimmy Carter’i tebrik ettikten sonra, tarihsel süreç içinde Kürdistan’ın parçalanma ve paylaşım süreci ile Kürtlerin direnişlerini anlatır. 1971 otonomi anlaşması ardından Bağdat’ın anlaşmanın şartlarını yerine getirmediğini vurgular. Saddam Hüseyin ile çatışmaktan başka kendilerine bir seçenek bırakılmadığı için savaşmak zorunda kaldıklarını açıklar.
Sovyetler Birliği’nin Bağdat’ı Kürtlere karşı desteklediğini, Kürtlerin de İran ve ABD tarafından 5 Mart 1975’e kadar desteklendiğini belirtir. İran ve Irak arasında yapılan küresel ve bölgesel güçlerin de destek verdiği Cezayir Anlaşması’yla yarı yolda yüzüstü bırakılan Kürt halkının büyük bir felaket yaşadığını, 250 bin Kürt mültecinin Bağdat’ın saldırılarından kurtulmak için İran’a zorunlu göç etmek zorunda kaldığını ve durumlarının kötü olduğunu ifade eder.
Günümüz açısından mektubun uluslararası toplumun Kürt ve Kürdistan sorununa yaklaşımıyla ilgili dikkat çeken bölümü ise şöyledir:
“Size inanmasaydım halkımı felaketten kurtarabilirdim!”
“Sayın Başkan,
Eğer Amerika’nın verdiği söze tam olarak inanmasaydım, halkımı bugün içine düştüğü felaketten kurtarabilirdim. Bu, Baas’ın politikasını tam olarak desteklemek ve onunla güçleri birleştirmek yoluyla yapılabilirdi. Ama bu tutum Amerika’nın ilkelerine ters düşer, Irak’ın komşularına da zarar verirdi. Ancak üst dereceli Amerikan yetkililerinin teminatı üzerine bu alternatife iltifat etmedim, onun yerine, ABD ve İran’la iş birliğini tercih ettim. Böylece biz kendi hedefimiz, özerkliği ve Irak halkının hedefi, demokrasiyi gerçekleştirmiş olacaktık ki, bu da tüm bölgenin çıkarına olacaktı.
Sizin de seçim kampanyanızda birçok kereler belirttiğiniz gibi, sizden önceki Amerikan yönetiminin dost ve müttefik uluslara karşı izlediği politika hem bu uluslara hem de Amerika’ya zarar verici cinstendi. Bu politika, dostlarının Amerika’ya güvenlerini yitirmelerine, bunun sonucu olarak Amerika’nın etkisinin azalmasına neden oldu. Böylece Amerika’nın saygınlığı dünya ölçüsünde sorgulanmaya başlandı.[1]”
Barzani, ABD’nin yeni yönetiminden Kürt sorununa ilişkin siyasetini tekrardan gözden geçirmesini ve daha önceden verdikleri taahhütlere uymalarını istedi. Jimmy Carter, söz konusu mektuba cevap vermedi. Yaklaşık bir ay sonra 3 Mart 1977’de Barzani, kısa bir hatırlatma mektubu daha Carter’e gönderdi. Bu mektup da ne kendisi ne de Beyaz Saray tarafından cevaplanmadı.
ABD, Kürtlere karşı sağır ve dilsiz
Güney Kürtleri ABD ile ilişki kurup destek sağlamaya çalışırken, 1979’da İran'da İslam Devrimi gerçekleşti. Şah sürgüne giderken, Humeyni de sürgün hayatı sürdüğü Paris’ten Tahran'a döndü. Böylece ABD, bölgede önemli bir müttefikini kaybetmiş oldu. İran’ın toprağım dediği Şattülarap’ı Kürt direnişine desteği kesmek koşuluyla 1975 Cezayir Anlaşması’yla İran’a veren Irak, beş yıl aradan sonra Şattülarap’ı geri almak için 1980’de İran’a savaş açtı.
ABD, sekiz yıl süren (1980-88) Irak-İran savaşında Saddam Hüseyin'i destekledi. Oysa Irak, soğuk savaş döneminde Sovyetler Birliği’nin müttefiki, ABD’nin bölgedeki yakın bağlaşığı İsrail için tehdit ve anti demokratik dikta bir rejimdi.
1990 Körfez Savaşı’na kadar ABD, Kürtlere karşı sağır ve dilsiz pozisyonunu sürdürdü. Güney Kürdistan siyasi hareketinin önde gelen isimlerinden Doktor Mahmud Osman anılarında bu tarihi kesite ilişkin şunları ifade eder:
“1980 yılında Kürt hareketinin temsilcisi olarak Washington’a gittim. Kimseyi göremedim. O zaman Amerika’nın Saddam’la arası iyiydi. Çünkü ABD, tehdit olarak gördüğü Humeyni’ye karşı savaşta Saddam’ı destekliyordu.
ABD’ye 1988 yılında yeniden gittim. Bu defa, 1988’de kurulan Kürdistani Cephe’nin temsilcisiydim. 1987-1988’de Saddam Hüseyin’in kimyasal saldırılarına maruz kalmıştık. Washington’da Dışişleri Bakanlığı’nda Irak veya İnsan Hakları Masası’yla konuşmaya çalıştık. Amacımız, ABD’nin Kürtler için olmazsa da uluslararası hukuku ihlal ederek kendi vatandaşlarına karşı kimyasal silah kullanan Saddam Hüseyin’in zulmüne dikkat çekmekti.
Jonathan Randolph, Jim Hoagland, William Safire ve David Ottoway’ın çok yardımını gördük. Dışişleri Bakanlığı’yla temasa geçerek bizimle görüşmelerini sağlamaya çalıştılar…
Ancak o dönemde, ABD Dışişleri Bakanı George Schultz’un Amerikan görevlilerine Irak muhalefeti ile görüşmesini yasaklayan bir emri vardı. Üç ay Amerika’da bir yetkiliyle görüşmek için didindim ancak kimse kabul etmedi.[2]”
Saddam’ın 2 Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgali ile ABD’nin Irak siyaseti de değişti. Dönemin ABD Başkanı George Bush, Saddam rejimini yıkmak için Irak halklarını ayaklanmaya çağırdı. Kürtlerin makûs talihi de böylece değişmeye başladı.
Unutmamak gerekir ki, ABD ve koalisyon güçlerinin bölgeye geliş nedeni baskı altındaki Kürtler ve Şiiler için değil, bölgede mevcut statükoyu alt üst, enerji kaynaklarının güvenliğini tehdit, Kuveyt’i işgal eden Saddam’dan Körfez’i kurtarmak ve İran’ın yayılmacı İslam devrimi siyasetine karşı baraj oluşturmaktı. Kürtlerin ulusal ve demokratik hakları için haklı mücadeleleri ve diğer muhalif güçlere nazaran örgütlülükleri onları önemli bir aktör olarak bu süreçte öne çıkardı ve şuan ki mevcut kazanımları elde etmelerini sağladı.
Gelinen noktada çöken Irak siyasetinde başta ABD olmak üzere uluslararası toplumun övünebilecekleri ve savunabilecekleri tek alan, seküler Kürdistan’ın Irak içinde elde ettiği federe statü kaldı. Ortadoğu, özellikle de Arap coğrafyasına yabancı olan “federasyon, konfederasyon ve bağımsızlık” kavramları Güney Kürdistan vasıtasıyla tanınmaya ve tartışılmaya başlandı. Suriye’de ABD’nin Irak’a benzer zikzak siyaseti devam ederken, Kürt ve Kürdistan sorununun diğer parçalarda çözümünde Güney Kürdistan önemli bir deneyim ve emsal olmayı sürdürüyor. Bunu küçümsememek gerekir.
Kürdistan’ı ve Kürtleri parçalayanlar emperyalist güçler, paylaşanlar da bölgesel güçler oldular. Küresel güçler, Kürtlerin lehine politikalar üretmeye çalışsalar bile, paylaşanlar yani bölgesel güçler gasp ettiklerini kolay kolay teslim etmek istemiyorlar. Bir paradoks gibi gözükse de, bugün Kürtlerin ulusal demokratik haklarına kavuşmasında bölgesel güçlere karşı küresel güçlerin desteğine ihtiyaç vardır. Bu desteğin nasıl kalıcı olacağına 1975 yenilgisi, 25 Eylül bağımsızlık referandumu, Kerkük ile Afrin’in işgalinde ortaya çıkan yerel ve küresel, karmaşık ve değişken iş birliklerini unutmadan dirençli politikalar ve ittifaklar geliştirmek gerekiyor.
Mele Mustafa Barzani’nin 41 yıl önce sansürsüz yazdığı tarihi mektup, Yahudi toplumunun “Geçmişi hatırlamak kurtuluşun sırrıdır!” sözü bağlamında, geleceğe ilişkin sağlam adımlar atma ve dersler çıkarmada bu açıdan önemli bir pusuladır.
[1] Mustafa Barzani’nin Jimmy Carter’e mektubunun tümü; Erbil Tuşalp, Zehir Yüklü Bulutlar, Halepçe’den Hakkâri’ye, Bilgi Yayınevi, 2. Baskı, 1990 S: 44-55.
[2] Aktarım, Tuncay Özkan, CIA Kürtleri, Kürt Devletinin Gizli Tarihi, Alfa Yayımları, 11.Basık, 2004, S: 75
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.