Kürtlerin Türklerle arasındaki siyasi ve hukuki mesafeyi, köle ve efendi (dost-düşman) ilişkisi biçiminde görmek veya okumak istemeyenlerimiz olabilir. Ancak bu her iki milletin siyasi ilişkileri asla hiç bir dönem iki sevgili nişanlı çift gibi, ya da bu sevgili çiftin yazgıları, mutlu bir evlilikle son bulmamıştır.
Alman milletinin fikir babalarından ve dünyanın sayılı siyaset bilimcilerinden biri olan Carl Schmitt, \"kara ve deniz\" kavramları üzerinde yaptığı çözümlemenin Kürdistan davasının işgalci devletlerin kapanından kurtulmasına, Kürdistan ülkesinin bölünmüşlüğünü büyük bir milli birlik haline getirmede, bu milli birliği siyasal ve teritoryal egemenliğe dönüştürmeye ve Kürdistan’ın düşmanlarına entellektüel düzeyde meydan okumamıza ilham kaynağı olacağını düşünüyorum.
Carl Schmitt\'in \"kara ve deniz\" kavramlarına yüklediği siyasal egemenlik nosyonu, Nietzsche ve Spengler\'in pesimist (kötümser felsefesine) benzemekten ziyade; daha çok Martin Heidegger \'in \"hiçlik” ve “varlık\" felsefesiyle büyük benzerlik arz ettiğini söyleyebiliriz.
Martin Heidegger \"fark\" yada Carl Schmitt\'in \"dost-düşman\" deyince her ikiside aynı şeyi görür ve gösterirler. Ayrıca Schmitt’in “kara ve deniz” çözümlemesi , Ahd-i Atik’de geçen Leviathan ve Hobbes’in siyasal hükümdarlık üzerine yazdığı Leviathan adlı eserin post-modern versiyonudur. Ahd-i Atik’de geçen Leviathan adlı deniz canavarı, su üzerinde egemenliğini sağladığı gibi, kısa süre içinde karada yaşayan varlıkların boğazına dolanarak, egemenliğini hem deniz ve hem de kara üzerinde sağlamıştır.
Schmitt; Ahd-i Atik ve Hobbes’in Leviathan eserinden ilham alarak, Hristiyan Avrupa kıtasının Akdeniz’den büyük okyanuslara ve okyanusun hükümdarı olan balinanın peşine takılma serüvenini, siyasi ve hukuki kavramlarla izah etmeye çalışır. Schmitt, bununla okyanuslar üzerinde hakimiyet sağlamanın romantik bir başkaldırı hareketinden ziyade “karacının” bir kıtadan diğer bir kıtaya “huruç harekatı”na “siyasi, tarihi ve felsefi zemin bulma”yı hedefler.
Schmitt daha sonra Tarih ve Siyaset Üzerine İki Deneme adlı eserinde, “kara ve deniz” kavramlarını Herman Melville’nin Moby Dick adlı romanından somut pasajlar sunarak, “kara ve deniz” üzerinde siyasal egemenliği somutlaştırmaya gayret eder. Romanda Reguod adlı balina avcı gemisinin balinaları avlamak için hangi yöntemleri kullandığını, buna karşılık balinaların kendilerini bu tehlikeye karşı nasıl koruyup savunduklarını, “dost ve düşman” ekseninde, sonunda balina avcı gemisinin okyanusta nasıl battığını anlatır.
Moby Dick’i okuyucu ilk başlarda okyanusta yaşanmış bir macera romanı olarak görebilir. Oysa ki, okuyucu hem Herman Melville’nin Moby Dick romanını ve hem de Schmitt’in “kara ve deniz” çözümlemesini okudukça, üzerinde düşündükçe bu her iki eserin insanın entellektüel repertuvarı üzerinde nasıl derin mesajlar vermek istediğini anlar.
Carl Schmitt, Herman Melville’nin romanını şöyle özetler: “Melville’de bu denizcilerden bir tanesi, Avustralya kaşifi Kaptan Cook’un kitabıyla tanıştığını söyler. Bu Cook, bir balina avcısının gemi yevmiye defterine yazmayacağı şeyler hakkında kitaplar yazar. Kim, diye sorar Michelet, okyanusu insanlara ifşa etti? Kim okyanusun bölge ve yollarını keşfetti? Tek kelimeyle kim yerküreyi keşfetti? Balina ile balina balığı avcısı! Ve bütün bunları da Colomb’dan ve büyük patırtı kopartarak buldukları şeyler Kuzey’den, Britanya’dan ve Bask ülkesinden balıkçı kavimlerin de bulduklarından ibaret olan meşhur altın arayıcılarından bağımsız olarak. Michelet bunları söylüyor ve devam ediyor: Bu balina balığı avcıları, beşeri cesaretin en yüksek temsilcileridir. Balina balığı olmasaydı ve avcılar her daim sadece sahile tutunup kalacaktılar. Balina onları okyanuslara çekti ve sahilden bağımsızlaştırdı. Balina vasıtasıyla deniz akıntıları keşfedildi ve Kuzey’deki geçit bulundu ve balına balığı bize yol gösterdi.” (1)
Carl Schmitt son olarak, denizin siyasi ve hukuki karekterini “Deniz Haydutları ( piraten) ile Korsanlar (korsaren)”ın belirledini söyler. Ancak her iki kavramın farklı anlamlar taşıdığını şu sözleriyle izah eder: “Çünkü korsan, deniz haydutuna tezat bir hukukî ünvan, hükümetinin verdiği salàhiyete, Kralın şeklî bir korsanlık beratına sahiptir ve ülkesinin sancağıyla yol alabilir. Deniz haydutu ise bunun aksine hukukî salàhiyeti olmadan yol alır. Ona uyan ancak siyah deniz haydutu bayrağıdır.” (2)
O vakit deniz devletinde, “haydutlar ve korsanlar” kavramı, kara devletinde ise “legal ve illegal” kavramların siyasi egemenliğe tekabül ettiğini söyleyebiliriz.
Carl Schmitt’in “dost ve düşman”, “kara ve deniz” epistemiği düzleminde Kürdistan davası münazara edildiğinde onun huy bahçesinde marifet, düşmanlarının huy bahçesinde hilenin yetiştiğini görmemiz mümkündür. Bu anlamda Kürdistan’ın siyasal egemenliği söz konusu olduğunda İslamcı-solcu-laik Türk-Arap-Fars unsurlar; Kürt siyasetini ve Kürdistan’ın ideallerini; emperyalizm, siyonizm, batı, milliyetçilik, halkların kardeşliği, ümmet, şeriat, sosyalizm ve benzeri kavramlarla tekfir ederek, Kürdistan davasını ve Kürt siyasetini apolitizasyon yörüngesinden çıkarıp depolitizasyon yörüngesine yerleştirmek istiyor.
Oysa ki, hakikatte İslamcı-solcu-laik Türk-Arap-Fars unsurları ABD, Avrupa ve İsrail faktörlerine tam manasıyla bağlı ve hayrandırlar. Onların asıl amacı; Kürtlerin ve Kürdistan davasının ABD, Avrupa ve İsrail devletleriyle, dostluk ve diplomasi ilişkilerinin önünü kesmek ve Kürtlerin 218 millet gibi devlet sahibi olmasını engellemektir. İkincisi; kim emperyalist değil ki? Her modern insan bir emperyalist olmakla birlikte her modern devletinde emperyalist olduğunu söyleyebiliriz.
Türk siyasi egemenliğinin, kendisinden başka her medeniyete ve her millete bakış açısının, oksidentalist ve emperyalist olduğu gerçeğini, onun tarihi zihin kodlarında okumamız mümkündür. Hristiyan ve Roma ordularının generali Montecuccoli; 16. yüzyılın sonlarında, defalarca Türk ordusuyla ve yöneticileriyle girdiği çatışma ve siyasi diyaloglarda,Türk devlet geleneğinin nasıl bir siyasi yönetim ve savaş ahlakına sahip olduğunu şu sözleriyle tarihe tanıklık ettirmiştir: \"Düşman casuslarına dâima ters hedef verirler. Her seferindeki hileleri de, bir öncekinden farklıdır. Nitekim herkesi Venedik seferi yapacaklarına inandırıp birden Transilvanya\'da görünen Türk ordusu, şaşkınlık doğurmuştur. Malta\'ya gideceklerini yayıp Girit\'e sefer etmeleri de böyledir.\" (3)
İkinci örnek; Bizans İmparatoru Nikephor Phokas “Deniz hakimiyeti benden sorulur.” sözlerinden beş yüz yıl sonra ise Türk Sultanı Konstantinopolis’de Venedikler’e şu beyanda bulunuyordu: “ Bu ana kadar denizle nikahlıydınız, bundan böyle denizlerin nikahı bana aittir”. (4)
Bu anlamda, Kürtlerin Türklerle arasındaki siyasi ve hukuki mesafeyi, köle ve efendi (dost-düşman) ilişkisi biçiminde görmek veya okumak istemeyenlerimiz olabilir. Ancak bu her iki milletin siyasi ilişkileri asla hiç bir dönem iki sevgili nişanlı çift gibi, ya da bu sevgili çiftin yazgıları, mutlu bir evlilikle son bulmamıştır.
Çünkü Türk devlet geleneği, emperyalist ve ırkçıdır. Emperyalist ihtiraslardan ve ırkçı konfigürasyonlardan beslenmiştir. İşte Türk devletinin bu emperyalist ve ırkçı karekterini kozalaştıran konfigürasyonlar; sol, Türk-islam ve seküler-laik unsurlardır.
Bu anlamda Tanrı\'nın hiçbir kitabı Türk egemenliğini islah edememiştir. Hiçbir peygamberin, erdem ve ahlak mesajı onu Kürdistan davası konusunda etkileyememiştir ve hiçbir filozofun fikirleri Türk egemenliğinin, akli ve vicdani melekelerini Kürdistan hakikatine karşı harekete geçirememiştir.
Tam bu noktada İbn Arabî Allah’ı evrenle, Spinoza evreni Allah ile açıklarken; biz ise Allah\'ı milletlerin ontolojik yasaları ve Kürdistan\'ın hürriyetiyle izah etmeye çalışıyoruz. Ancak İslamcı egemenler, bundan son derece rahatsız oluyor ve bizleri İslam ümmetini bölmekle ve kavmiyetçilik yapmakla suçluyorlar. Oysa ki hiçbir Kürt; hiçbir milletten, hiçbir dilden, hiçbir renkten ve hiçbir kültürden üstün olduğunu asla iddia etmemiştir. Aksine bunu iddia edenler; Türk, Arap ve Fars egemenlerdir. Türk egemenler; \'\'Bir Türk dünyaya bedeldir.\'\' demişler. Arap egemenler; \'\'El izzetü lil-Ereb.\'\' demişler. Fars egemenler; \'\'Cihan ez berayê faris mevcut est.” demişler.
Kürtler mazlum, yalınayaklı millettir. Kürtler, müslüman dünyasından hiçbir hayır görmedi. Çünkü, Kürtleri katledenler ve topraklarını gaspedenler ne Hristiyan ne de Yahudilerdi; Kürtleri öz vatanlarında katledenler ve topraklarına el koyanlar Müslümanlardı. Oysa ki her dinin, her düşüncenin ve her felsefenin ontolojiye ve hayata tanıklık eden bir dili, bir gözü ve birde ruhu vardı. Tam da bu mahfilde; Araplar İslam\'ın dilini, Farslar onun gözünü, Türkler ise onun ruhunu felçetti.
IŞİD kafirleri kameralar önünde insanları canlı canlı yakarken, esir Kürt savaşçıların kafasını bedeninden ayırırken, Kürt kadınlarını pazarlarda cariye olarak satarken ve onlara köle bir hayatı dayatırken; iki milyara yakın müslüman dünyası IŞİD kafirlerine karşı hiçbir tepki vermemiştir. Ancak IŞİD teröristlerine tepki vermeyen bu iki milyar müslüman dünyası, İsrail ve ABD devletlerine, emperyalizm ve siyonizm adına milyonlar düzeyinde tepki verdiğine herkes tanık olmuştur.
Aynı şekilde işgalci Türk-Arap-Fars unsurları, Kürdistan\'ı yakıp- yıkıp ve vahşice katlederken; bu devletlerin halkları beş bin düzeyinde bile sokaklara çıkıp, devletlerini telin ettiklerine rastlanmamıştır. Ancak işgalci devletlerin milletleri, Kürtlerin siyasal egemenliği ve özgürlüğü için savaşan gerilla ve peşmerge güçlerini milyonlar düzeyinde protesto ettiğini hiçbir gerçek inkar edemez. Müslüman dünyasının bu ruhsuzluk halini bir kaç bilimsel örnekle somutlaştırmak istiyorum:
1991 yılında Pınar Yayınlarından çıkan \"Güneş Batmayan Ülke Britanya\" adlı bir kitap okumuştum. Kitabın yazarı İngiltere\'nin 1930-1947 yılları arasında Arabistan ve Filistin meselesinde oynadığı siyasi role dikkat çekiyordu. Kitapta dikkatimi çeken en çok şu bölüm olmuştu: Kitabın yazarı Kral Fahd\'a şu soruyu yöneltiyor: \"Bir gün ülkenizdeki petrol kuyuları tükenirse o vakit ne yapacaksınız?\" sorusuna şu karşılığı verir: \"Eğer kutsal topraklarımızda bir gün petrol tükenirse, Allah bu kez bize Uhud dağında altın verecektir!”
İkincisi; felsefe, rasyonalizm ve pozitivizm bilimleri size şunu sorar: Mademki İslam dini hak, adalet, kurtuluş, hürriyet diniyse ve sizlerde bu dini temsil etme iddiasındaysanız; neden şeriatla yönetilen devletler ve İslam toplumları açlıktan, sefaletten ve cehaletten kalburu dışarıya çıkmış ve aç kediler gibi duvarlara tırmanıyor ve birbirlerini en vahşi yöntemlerle boğazlıyor?
Üçüncüsü; iki milyara yakın nüfusa sahip olan bu yalınayaklı mustazaflar sınıfına, bin dört yüz yıldan bu yana; bir asır değil, çeyrek asır değil, on yıl değil, bir yıl değil bir ay değil, tek bir gün olsun; hak, adalet, hürriyet, ahlak, vicdan, zenginlik, demokrasi, bilim, teknoliji, sanat ve benzeri maddi ve manevi değerlerin iklimini neden yaşatmadı?
Dördüncüsü; ister batıyı benimseyen ister batıyı kafir (ötekisi) gören, her meslekten, her sosyal sınıftan, her mezhepten, her etnik sınıftan, her siyasi İslami düşünceden ya da doğal afet ve savaşlardan dolayı ülkelerini terk etmek zorunda kalan yüz milyonlarca müslüman neden daha mutlu, daha özgür, daha zengin olmak için Mekke, Medine, Sudan, Dubai, Katar, Tahran, Ankara, Bağdat, Kahire, Şam, İslamabad, Casablanca’ya değilde; neden Tokko, Sidney, Ottowa, Washington, Madrid, Roma, Berlin, Brüksel, Viyana, Paris, Oslo, Zürih’e cennete gider gibi gidiyor?
Bu anlamda, Avrupa\'da yaşayan göçmenler içinde en yüksek düzeyde yaşamlarını idame eden ve Avrupa devletlerin resmi kurumlarında en yüksek kademelerde görev alan milletlerin başında Türkler gelmektedir. Buna rağmen yaşadıkları bu demokratik devletleri asla sevmezler, onlara kafir demekten imtina etmezler ve Türk devletine her fırsatta bağlılıklarını ifade ederler. Yaklaşık yetmiş yıldır Avrupa\'da yaşayan 3 milyonda fazla Türk nüfusu, zerre miskal kadar demokrasiden ve uygarlıktan nasibini almadıklarını gözlemlerim sonucunda tesbit ettim.
Dolayısıyla milletlerin siyasi düşünce tarihinde; hiçbir halk başka bir halk için ne ölmüş ne de hicret etmiştir. Avrupalı halklar deniz yoluyla önce Avrupalı ve Hristiyan olmayan ülkeleri işgal ettiler. Carl Schmitt‘in işaret ettiği gibi, ayak bastıkları her ülkeyi “sahipsiz mallar” gibi yağmaladılar. Avrupalı milletler 19. yüzyıla geldiklerinde Hristiyanlık misyonu gereği “Avrupa Hristiyan Halklar Birliği” kavramını türettiler. İkincisi, Hristiyan milletlerinden oluşan bu birlik kendi arasında “devletler arası hukuku” oluşturdu ve bununla Avrupa medeniyetini diğer kıtalara yaymayı hedefledi. Dolayısıyla onlara göre “medenileşmemiş bir halk”, “Avrupalı Hristiyan Milletler Birliği” ve bu kardeşlerin milletlerarası hukukun bir üyesi olmazdı. Oryantalizim tam bu dönemlerde altın çağını yaşamıştır. (5)
Schmitt; “Hristiyan Avrupalı Halklar Birliği”nin tabii ki “barışçı kuzular sürüsü” olmadığını, aralarında sık sık büyük savaşların olduğunu ve bundan dolayı “dünya milletler tarihinin toprak alımlarının” tarihi olduğunu söyler. Bu anlamda müslüman milletlerin tarihinin, Avrupa milletlerin tarihinden çok daha kanlı ve vahşi geçtiğini “İslam’ın Siyasal Krizi” adlı eserimizde anahatlarıyla belirtiğimiz için tekrar etmek doğru olmaz. Ancak şu kadarını söyleyebiliriz: Eğer Kürt milleti, Türk-Arap-Fars milletinin siyasal egemenliğine son verip; topraklarını işgal, ontolojik varlığını inkar ve nazik civan bedenlerini çarmıha germiş ise ve bu işlediği korkunç suçlardan dolayı onlara, kardeşlik ve barış elinizi uzatıyorsa , bunun kadar değerli ve anlamlı hiçbir eylem türü olduğunu düşünmüyorum.
Bu anlamda Kürdistan davasının ve Kürt milletinin Türk-Arap-Fars ve diğer müslüman halkları sevmediği ve onlarla kardeş olmak istemediği anlamını çıkarmak son derece yanlış bir yargı olur. Milletler arasında sulh ve kardeşliğin altın vuruşunu belirleyen hak, hukuk ve adalet karinesidir. Halklar arasında hak, hukuk ve adalet karinesi devletler düzeyinde görüşülür ve uluslararası sözleşmelere bağlandıktan sonra hayata geçirilir. Bu anlamda Kürt milleti diğer müslüman milletlerin kendisinin bağımsızlığı ve özgürlüğü için şu iki sorunun çözülmesine yardımcı olmasını istemektedir: Birincisi, işgalci devletlerin topraklarından çekip gitmesini. İkincisi, kardeş saydığı müslüman halklar gibi kendi öz topraklarında hükümdar olmak istemesi.
Çünkü felsefi ve siyasal anlamda Kürtlerin mekan sorunu vardır. Mekandan kastımız “kara ve deniz” üzerinde belirli sınır ve ölçülerde uluslararası sözleşmelerle taksimat alan bir milletin, siyasal ve teritoryal egemenliği demektir. Carl Schmitt, bu mekansal durumu şöyle tarif eder: “Her temel düzen bir mekan düzenidir.” (6)
İkincisi; Kürtlerin, ümmet ve enternasyonal fantazilerini Afrikalı milletlerin sosyolojik fantazilerine benzetmek mümkündür. Belçika ve Hollanda\'da birçok kere Afrikalı erkek ve kadınların, en zengin ve en nezih semtlerde evcil köpekleriyle birlikte yürüyüş yaptıklarını gözlemledim. İkincisi, evlerine hafta sonları davet ettiği arkadaşlarının Afrikalı milletlerden değil; Belçika-Fransız ve Hollanda-Fılaman milletinden seçmeleri; benim Avrupa\'daki göçmenler üzerindeki monografik çalışmalarıma farklı bir boyut kazandırmıştır.
Bu anlamda Kürt aydınına büyük görev düşmektedir. Kürt aydını, emperyalist ve siyonist kavramlarına duygusal ve ideolojik tepki verme yerine, emperyalist ve siyonistin epistemiğini iyi kavrama çabası içinde olması daha anlamlı karşılanacaktır. Benim ilk yurtdışı tecrübem İran olmuştu. İran\'ı gezdiğimde kendimi çok cahil hissetmiştim. İkinci yurtdışı tecrübemi Romanya\'da yaşadım. Bu kez Çavuşesko\'nun ihtişamlı tarihi sarayını hayranlık içinde izlerken; çok daha cahil biri olduğumu fark ettim. Sonra üçüncü yurtdışı tecrübem filozofların şehri olan Atina\'ydı. Orayı dört gün boyunca gezdim ve kendime şöyle seslendim: “Vay be! Kahrolsun cehaletim!”
Bu anlamda Pbilon Yahudi ulusunun, ruh ve gönül dünyasını inşa eden ilk Yahudi mutasavvıftır! Pbilon\'un, ruhani ve irfani fikirleri sayesinde Yahudi milleti, varlığını korudu ve bugünlere kadar taşıdı. Ahmede Xané\'yi Kürdistan davasının Pbilon’u olarak görebiliriz.
Toparlayacak olursak, Kürdistan milletinin üç tane sorunu vardır:
1-Kürdistan milletinin toprak sorunu.
2-Kürdistan milletinin siyasal egemenlik sorunu
3-Kürdistan ülkesinin uluslararası bir mesele olması.
Belirtiğimiz bu üç esastan hareketle, Kürdistan tasavvurları ve tahayyülleri problemli olan bazı kardeşlerimiz şöyle diyor: “Burindi, Liberya, Kongo, Eritre, Afganistan benzeri bir devletimiz olacaksa hiç olmasın daha iyi.” Millet olarak hep birlikte doğruyu bulmak için bizde bu kardeşlerimizle fikirlerimizi şöyle paylaşmak istiyoruz: Keşke bir devletimiz olsaydı da ve biz millet olarak onu bilim, demokrasi, adalet, teknik, sanat ve ekonomik kalkınma hamlesiyle ayağa kaldırsaydık ve onu dünyanın en örnek devletlerinden biri yapsaydık. Acaba bunu gerçekleştirmemiz mi daha doğru yoksa işgalci ve tecavüzcü Türk-Arap-Fars devletlerini demokratikleştirmemiz mi daha bilimsel ve rasyonel?
Kaynak:
Carl Schmitt, Tarih Ve Siyaset Üzerine İki Deneme, Paradigma Yayınları, Sayfa 73 Carl Schmitt, age, 83 Sızıntı Dergisi, Ağustos 2009, Yıl:31, Sayı:367 Carl Schmitt, age, 63 Carl Schmitt, age, 114 Carl Schmitt, age, 113
[email protected] https://twitter.com/KADIRAMAC
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.