Öjen kavramını dinler kendi inanç sistemlerine göre yorumlarken, rasyonel ve pozitivist bilimler de kendi felsefik dünya görüşlerine uygun tanımlar yapmışlardır. Bu anlamda kimilerine göre, öjenizim canlı bitkileri ve insan ırkını düzeltme bilimidir.
Öjen kavramını dinler kendi inanç sistemlerine göre yorumlarken, rasyonel ve pozitivist bilimler de kendi felsefik dünya görüşlerine uygun tanımlar yapmışlardır. Bu anlamda kimilerine göre, öjenizim canlı bitkileri ve insan ırkını düzeltme bilimidir.Kimilerine göre olumsuz canlı bitki karekterlerini pasif ya da aktif yöntem-lerle yok etmeye dayalı bilimsel ırkçılıktır. Kimilerine göre Öjenizim insan ırkların islahı ve yeniden inşası demektir. Kimilerine göre öjenizim toplumdaki sağlıksız, özürlü ve aptal insanları; toplumdaki sağlıklı, akıllı, zeki ve yetenekli insanlardan ayırmak ve bu insanların sayılarını hızla çoğalmak; veya milletlerin ihtiyaç duyduğu “iyi fertleri” ve iyi genleri” “bilimsel yöntemlerle” üretebilecek otoriter bir sistemi inşa etmektir. Kimine göre güçlü bireyin güçsüz bireyi yok etme mantığına dayanır.
Biyolojik yöntemlerle insan toplumlarını mükemmelleştirme düşüncesinin uzun bir geçmişi vardır. Öjenik kavramının ve uygulanmasının ortaya konulması eski Helenizim filozoflarından Eflattun’a kadar uzanır. Tarihte İlk olarak doğumların devlet tarafından kontrol edilme fikrini ve bu fikrin ve uygulamaya konulmasında başat rol oynayan ilk filozof Eflatun’dur. Eski Yunanlılardan Spartalıların yeni doğan çocuklarını, sağlıklı ve sağlıksız diye iki ayırdıkları ve sağlıklı olanların yaşamına izin verildiği ve sağlıksız olanlarıda öldürdükleri bilinmektedir.
Helen filozoflarından sonra unutulmaya yüz tutan öjenizim felsefesinin ilk sinyallerini Darwin’in “Evrim Teorisi”yle tekrar felsefecilerin gündemine girmeyi başarmıştır. Bu anlamda bana göre, biyolojik materyalizim hem sosyal Darwinizmin ve hemde öjenist felsefenin temelini oluşturur.
Darwin’in bilim dünyasının önüne koyduğu “Evrim Teorisi”yle canlı varlıkların “Doğal Seleksiyon” adını verdiği bir mekanizmayla “güçlü canlıların güçsüz canlıları yaşamın sahnesinden” sildiğini, bu yolla daha güçlü canlıların ortaya çıkardığını ve bu yöntemle canlıların evrimleşmesine neden olduğunu ileriye sürerek öjenizmin ilk sinyallerini şöyle veriyordu: “Biz, uygar insanlar, eliminasyonu durdurmak için elimizden geleni yapıyoruz; ahmaklar, sakatlar ve hastalar için hastahaneler inşa ediyoruz; sefillere yardım için kanun çıkarıyoruz. Neticede uygar toplumların geri fertleri sürekli çoğalıyor... İnsan dışında kimse, zayıf hayvanların çoğalmasına izin verecek kadar cahil ve beceriksiz olamaz.”( 1)
Öjenizmin tarihi kökleri helen felsefecilerine dayansa bile, onu ilk olarak bilimsel bir teoriye kavuşturan Sir Francis Galton’dur. Galton, evrim teorisinin kurucusu olan Charles Darwin’in kuzenidir. Galton aynı zamanda hava-durumu haritalarının temelini atan, parmak-izi kontrolüyle kimlik belirleme cihazını ilk geliştiren kişidir. Galton, “Hereditary Genius” adlı eserinde öjenizmi şöyle tarif ediyor: “Öjenizm (Eugenics), sağlıklı ve sağlıksız fertlerin karışık hâlde olduğu bir canlı soyunu iyileştirme bilimidir. İnsan sözkonusu olduğunda, öjenizm, en iyi ırklara, daha az iyi olanlar üzerinde hâkim olma şansı veren bütün tesirlerle meşgul olur.” (2)
Galton, geliştirdiği öjenizim felsefesiyle bir toplumun ırkî niteliğini suni yollarla iyileştirmeyi hedefliyordu. Irkların, “İyi” ve “Kötü” anatomik niteliklerini primordiyal, biyoloji, antropoloji, demografi, istatistik, psikoloji vb. bilimlerin sonuç verilerini referans alıyordu. Irkların hiyareşik bir karektere sahip olduğunu söyleyen Galton,“entelektüel” ve “aristokrat” bir sınıfı yaratmak için yetenekli ve zeki olan fertleri birbirleriyle evlendirmek, yeteneksiz ve aptal fertlerin toplum içindeki sayılarını azaltmak veya durdurmak için kısırlaştırmalarını öneriyordu.
Her şeyden önce Galton’un öjenizmi, politik ve sosyal bir projedir. Galton, \"en seçkin ırkların, ulusal dehaların korunması ve çoğaltılması”gerektiğini ileriye sürüyordu ve bu bağlamda İngilizlerin ”Saf-Kan” olmalarını yeterli bulmuyordu. İngiliz kraliyet ailesini, devletin üst kademelerine, zeki ve yetenekli fertlerin yerleştirilmesini istiyordu. Bu anlamda Galton’un öjenist felsefesinden en fazla etkilenen ve en fazla taraftar toplayan İngiltere’deki üniversiteler, kraliyet ailesi, doktorlar, öğrenciler ve orta sınıf olmuştur.
Ojenistlere göre bir ağacın nesli nasıl koruma altına alınıyorsa, insan ırkınında korunma altına alınmasını gerekiyordu. Onlara göre, en üstün ırk beyaz ırktır. siyah insanların beyin hücrelerinin belirli aşamalardan sonra iyi çalışmadığını, doğulu İnsan tipinin ise, dinsel ve irfani konularla ilgilendiği için, rasyonel ve yaratıcı olmadığını ve bundan dolayı en üstün ırkın beyaz ırk olduğunu ileri sürer. İkincisi, Öjenistlerin büyük çoğunluğu, eğitim ve çevre şartların bir bireyin ruh ve zihin dünyasında küçük bir takım tesirler meydana getirsede, ancak bireyin yeteneklerinin büyük bir bölümünün doğuştan kaynaklı olduğunu söyler.
Öjenizim, ideal ve başarılı bir toplumu inşa etmek için, zeki ve yetenikli insanları evliliğe teşfik etmek ve bu evlilik kanalıyla doğan çocukların, eğitim ve öğretimleriyle en yüksek düzeyde ilgilenme sonucunda topluma en güzel, en güçlü , en yetenekli, en sağlıklı, en zeki ve en başarılı fertleri kazandırmanın “ilk bakışta mâkul ve meşru” gösteriyordu. Bu anlamda, “pozitif” ve “negatif” öjenizm arasında çok ince bir smetrik ayarın olduğunu bilmemiz gerekiyor. “Pozitif öjenizim”: “İyi fertler”in, “iyi ırklar”ın ve “iyi genler”in seçilmesini hedeflediğinde, kaçınılmaz olarak “Negatif Öjenizm” “kötü fertler”, “kötü ırklar” ve “kötü genler” simetriğini doğuracağınıda bilmiyor değildi.
Galton bu temelde insan ırkını beyaz, siyah ve sarı olarak, “kabiliyetli” ve “az kabiliyet” olarak ikiye ayırıyordu. Tamda bu noktada Nobel Tıp Ödüllü Fransız Charles Richet de şunu söylüyordu: “Üstün insan ırklarının aşağı ırklarla karışmasına izin vermemeliyiz. Bir zenciyi bir beyazla nasıl eşit kabul edebiliriz, anlamıyorum! Yeryüzünde ırklar arasında gerçek aristokrasiyi oluşturacağız; Afrika ve Asya’nın içimize soktuğu çirkin etnik unsurlarla karışmamış beyazların, yani saf ırkın aristokrasisini” inşa edeceklerini söylüyordu.
1990’lı yılların başına gelindiğinde, Nobel Tıp Ödülünü alan Macfarlane Burnet genetik, modern tıp yöntemiyle “üstün kastları çoğaltacak, aşağı kastları izole edecek” Darwin’in geliştirilmiş “seleksiyon yöntemini” teklif edecekti. Hakeza Nöbel Tıp Ödüllü Alexis Carrel “Meçhul İnsan” adlı kitabında uygar milletlerin “ırsî bir biyolojik hiyareşisiyi” kurmasını isterken ve uygar milletlerin “faydasız ve zararlı varlıkları” korumalarına anlam veremediğini söylüyordu.
DNA molekülünün yapısını ortaya koyan, “Biyoloji Nobel Ödülü”lünü alan Franscis Crick’in şu görüşleri insanı daha çok ürkütüyordu: “Hiçbir yeni-doğan çocuk, genetik donanımı üzerinde yapılacak belli testleri geçmeden insan kabul edilemez ve bu testlerde başarılı olamazsa hayat hakkını kaybeder.” Hakeza “Nobel Kimya ve Barış Ödülleri” sahibi Linus Pauling de, her doğan çocuğun alnına, “genotipini gösteren bir sembol kazınmasını” önerirken, 5 Nobel Fizik Ödüllü W. Shockley ise, “IQ’su zayıf fertlerin kısırlaştırılmasını,“genetik defolu” bireylerin çoğalması yasaklamayı ve neslini sürdürmek isteyenlerin bir genetik testten geçmesini” savunuyordu. (3)
Öjenisler her ne kadar ırk genlerini referans alarak bilimsel görüşlerini “beyaz üstün ırk tezi” üzerinde inşa etselerde, bilim dünyasının önemli bir bölümü buna karşı çıkıyordu: Bu bağlamda 1972 yılında Amerikalı bilim adamı Richard Lewontin, ırk genlerini referans alan ve bu yöntemle ırk tespitinde bulunan öjenistlerin yanıldığını düşünüyordu. Bu manasebetle öjenistleri zor durumda bırakacak bir dizi bilimsel çalışmalar gerçekleştirdi. Lewontin, farklı milletlerde kan proteinlerini analiz etmiş ve “insanlararası çeşitliliğin en az % 90’ının ırklar içinde sadece % 10’unun ırklar arasında olduğunu” ortaya serecekti.
Richard Lewontin’un bu, bilimsel çalışmasını 1997’de genetik bilimci Prof. Guido Barbujani tarafından teyit edilecekti. Hekeza 2003 yılında genetik bilimci Prof. Anthony Edwards, “ABD’de 3636 kişi üzerinde yaptığı DNA analizleriyle beyaz, siyahî, Doğu Asyalı ve Hispanik şeklinde kabaca dört grup” ortaya çıkarıyordu.
Genetik bilimcilerin yaptığı bu son çalışmalar hiç bir ırkın genetik-ontolojik karekterine bakarak, zekâ ve kabiliyetçe ne beyazların ve nede diğer ırkları kesin alt gruplara ayırmanın mümkün olmadığı söyleyecekti. Sakat olarak dünyaya gelen ve daha sonra tekerlekli sandalyeye mahkum olan Stephen Hawking, Einstein’dan bu yana dünyaya gelen en zeki teorik fizikçi olarak kabul edilmektedir. Eğer modern dünyamızda ırkçı öjenistlerin kuralları uygulanmış olsaydı, özürlü olduğundan dolayı Stephen Hawking, bebeklik dönemlerinde elimine edilecek ve bilim dünyasının fizik dehası olarak kabul ettiği ve insanlık ailesinin iftihar ettiği bu değerli bilim adamı aramızda olmayacaktı.
Nazi Almanyasına gelindiğinde Adolf Hitler, negatif öjenizmin militanı olarak karşımıza çıkmaktadır. Almanlar ve Amerikalılar ırkçı öjenizmi benimserken, İngilizler “ırkçı öjenizm” değil “sınıf öjenizmini” uygulayarak ; Yahudilerden, Afrikalılardan ve diğer göçmenlerden korunmak istemiştir. Burda karşımıza iki tür öjenizim çıkmaktadır: “Pozitif Öjenizim” ve “Negatif Öjenizim” “Negatif öjenizim” yok edicidir: Adolf Hitler gaz odalarıyla Yahudi ve Çingeneleri soykırımdan geçirirken, Osmanlı-Türk devleti, Ermeni ve Kürtleri soykırımdan geçirecekti.
Adolf Hitlerin, zihin ve ruh atlasındaki siyasal fikirlerin kozasını hiç şüphesiz inşa eden ve ona siyasal yol haritasını belirleyen, modern Avrupa ve modern dünyanın en zeki filozofları olmuştur. Bu anlamda Yvonne Sherratt’ın “Hitler’in Filozofları” adlı eseri çalışmamız acısından oldukça değerlidir. Sherratte kitabın birinci bölümünde Adolf Hitler’i etkileyen, öjenist filozofları ve kitabın ikinci bölümünde ise ona muhalif olan filozofları konu edinmektedir. Yvonne Sherratt’ın dediği gibi; Hitler’in süpermanları yanlız Martin Heidegger, Friedrich Schiller, Carl Schmitt, Baumler, Goebbels gibi filozoflar değil.
Modern dünyanın bir numaralı diktatörü ve ırkçışı olarak ün salan Adolf Hitler “Kavgam” adlı kitabında, Friedrich Nietzsche ve Darwin’den büyük bir hayranlıkla bahs eder ve asıl gücünü ve ilhamını bu iki büyük filozoftan aldığı bilinmektedir. Ayrıca, Alman felsefesinde Yahudi düşmanlığını yapan gruplardan istifade eder ve öjenist projesini meşru kılmak için bahs konusu ettiğimiz bu filozofların ırk, güç ve savaşa dair fikirlerinden ustaca yararlanmıştır. (4)
Felsefe ve bilim dünyasına muhteşem zekalarıyla, düşünceleriyle ve analizleriyle iz bırakan ve izleri hiç bir zaman silinmeyecek bu meşhur filozofların Adolf Hitlerle, dolaylı veya dolaysız yollarla sundukları destek, kurdukları ilişki ve Adolf Hitler’e sundukları düşünsel ilhamlar insan hafsalasını derin bir tefeküre kanalize ediyor.
İslam’ın bu konudaki düşüncelerini merak edenlerin sayısı az değildir. Bu vesileyle İslam’ın bu konuyla ilgili görüşlerine baş vurmakta fayda vardır. Kutsal dini metinler, insan ırkların yaşadığı coğrafya, iklim ve yaşam koşulları ile dine inanma ritüelleri arasında sıkı bir bağ kurmuştur. Bu anlamda Kuran, çölde yaşayan bedevi Arapların, Tevhid, ontoloji ve vahiy hakikatine karşı “kör” , “sağır” ve “dilsiz” inkarcılar olduğuna dair bir dizi ayetlerle vurguda bulunur: “Çöl Arapları, kâfirlikte ve münafıklıkta daha aşırı; Allah\'ın peygamberine indirdiği hükümlerin sınırlarını bilmemeye daha yatkın kimselerdir.” (5)
Vahiy ve akıl eksenli okumalar yapan çoğu İslam düşünürü, bedevi Arapların soyaçekim, mizaç, ikllim ve benzeri özellikleri gereği eğitilmeye, medenileştirilmeye ve disiplin edilmeye uygun olmadıklarını söyler. Bu manada Avrupa ülkelerinde çeyrek asırdan fazla bir süredir yaşayan ve her türlü ekonomik, eğitim, sağlık ve vatandaşlık haklarına sahip olan faslılar üzerinde dikkatlice yaptığım sekiz yıllık sosyolojik gözlemlerim, Faslıların büyük çoğunluğun modern yaşama entegre olamadıklarını ve yaşamın her alanında problemli olduklarını müşahade ettim.
İklim şartları, insan yaşamı ve milletlerin siyasi umranları üzerinde ne derecede etkili olduğu konusunda ise Aristoles, İbn-i Haldun ve Montesquieu’in görüşleri birbirleriyle bu anlamda paralellik arz ettiğini söyleyebiliriz. İbn-i Haldun, iklimin insan ırkları üzerinde başar rol oynadığı söyler. İbn-i Haldun, Yeryüzünü küre şeklinde tanımlar. Dünyanın daha önce sularla kuşatılmış olduğunu, daha sonra suların çekilmesiyle birlikte büyük kara parçaların ortaya çıktığını ve insanın yaşamını bu kara parçaları üzerinde sürdürmesine imkan sunduğuna dikkat çeker. Ona göre coğrafyacılar dünyayı bir çizgiyle (Ekvator’u) ikiye bölmüştüler. Bu bölümlenmeden sonra Ekvator’un kuzeyine daha çok kara parcası düşürken, Ekvator’un güneyine ise daha çok deniz kalmıştı.
Ona göre Ekvator’un kuzeyi insan yaşamına en uygun yer olduğu için insan nüfusunun büyük çoğunluğunu burda barınacaktı. İnsanın yaşamını rahat bir şekilde mamur etmesine imkan ve olanak sağlayan Ekvator’un kuzey coğrafyası, güneyden kuzeye yedi iklim bölgesine ayrıldığını tesbit ediyordu.
Ona göre insan yaşamına en elverişli iklimin, bu yedi iklim coğrafyasının orta kısımlarına denk düşen dörtdüncü iklim kuşağıydı. Dördüncü iklim basamağında uzaklaştıkça, yaşamın hem zorlaştığını ve hemde olanaksız hale geldiğinden bahs eder. İkincisi, dördüncü basamakta yer alan iklimin bir basamak gerisi olan üçüncü basamağın ve dördüncü basamağın bir üst basamağı olan beşinci basamağın ikinci yaşamaya en elverişli iklim kuşağı olduğunu belirtir.
İbn-i Haldun’un geliştirdiği bu iklim teorisine göre iklimin insan genleri, mizaci ve insanın inşa edeceği medeniyet üzerinde doğrudan etkisinin olduğunu ayrıca belirtiyordu. Haldun, dördüncü iklimde (Mezopotomya-Yunan) yaşayan insanların, “huy” ve “vücud”ları gibi zekalarınında gelişkin olduğunu söyler. Bu sebepten ötürü dördüncü iklimde peygamberlik, devlet, siyaset, hukuk, mimari, tarım, ticaret, sanat, ilim ve şehirçiliğin geliştiğini belirtir. Üçüncü ve ikinci iklim (Suda, Cezayır, Mısır,Fas) yaşayan insanların “tembel” ve “kaygısız” olduklarını söylerken, büyük İslam filozofu el-Kindî’nin, Sudanlıların beyinlerinin “gelişmediğini” ve bu nedenle de “akıllı” olmadıklarını aktarır. (6)
Montesquieu ise kendi iklim terorisini “Kanunların Ruhu” adlı eserinde ayrıntılarıyla anlatır. Ona göre kanunlar bütün olayların ontolojik yörüngesinde meydana gelen zorunlu bağlardır. Montesquieu, bu nedenle Allah’ın bütün fenemonlerin, tabiat-iklim, hayvanların ve insanların tabi olacağı bir felek-sünnetullah ve kanun vaaz ettiğini söyler. Ona göre Allah’ın, evreni ve yaşamı var etmek için dayandığı kanunlar ile yaratığı bu düzenin devamını sağlamak için dayandığı kanunların birbirlerinin aynısı olduğunu söyler.
Montesquieu, “kanunların ruhu”ndan hareketle İbni Haldun’un bahs konusu ettiği dördüncü iklimin dışında kalan, “Afrika ve Asya” da yaşayanların vücud yapılarının zorluklara dayanıklı olmadığını, bu sebepten dolayı dışarıdan gelen güçlü bir saldırıya karşısında zayıf ve güçsüz düşerek varlıklarını bir başkalarının belirlediği şekilde yaşamlarını sürdürdüklerini deyinir. Montesquieu bu konudaki somut görüşlerini daha çok Hindistan üzerinde örnekler vererek açıklar. Ona göre, Hintliler hem “cesur” değildi, hemde “kirli” ve “tembel”.
Bu zaviyeden hareketle Türk devlet geleneğinin ırkçılık ajandasına kısa bir yolculuk yapmakta fayda vardır. Türk devlet geleneğinin resmi antagonizması ırk, din ve tarihsel mitlerin meteforlarıyla vücud bulmuştur. Belirtiğimiz bu üç amil aynı zamanda Kemalizmin Amantü’sünda kaldıraç görevini icra edecekti.
Bu noktada entelektüel hafızamızın üzerinde biriken tozları almamıza yardımcı olacak Etienne Copeaux’in, “Türk Tarih Tezinde Türk –İslam Sentezine “adlı eseri oldukça değerlidir. Eser, Türk toplumun ortak belleğine sinmiş bir çok ırkçı kavramın ve alışkanlıkların yeniden güncelleyip Türk toplumunun kendini yeniden sorgulamasına fırsat sunuyor.
Copeaux’, 1800’lü yılların sonlarına doğru Türklerin kendi geçmişlerini ve üstün ırk olma iddiasının keşif yolculuğuna Polonya asıllı göçmen Constantin Berzeck’le başladığını ve şahsın daha sonradan adı (Mustafa Celaleddin) olarak anıldığını söyler. Yazar daha sonra Mustafa Celaleddin’in, Leon Cahun, wilhelm Thomsen, V.V. Barthold gibi oryantalistlerin desteğini de arkasına alarak; “Güneş dil teorisi”ni ve “Türk tarih tezi”nin, alt ve üst enstrümanlarını hazırladığını ve bu temel eksende Türkçü jenerasyonun İlham kaynağı olduğuna vurgu yapar. (7)
Mustafa Celaleddin’in başlatığı Türk ırkçılık teorisini Yusuf Akçura, Necip Asim, Zeki Velidov, Ziya Gökalp, Mustafa Kemal Atatürk, Fuat Köprülü, Mehmet Akif Ersoy ve Necip Fazıl Kısakürek gibi isimler Türk ırkçılığın gelişmesinde başat rol oynadı. Türk ırkçılığı bu ismler kanalıyla, Türk toplumunun tüm katmanlarını bir ahtapot gibi kuşatma altına alacaktı.
1936 yılında “Güneş Dil Teorisi”,“Türk Tarih Tezi” ve 1960 yıllarda İbrahim Kafesoğlu’nun başlatığı “Türk –İslam Sentezi “ Fetullah Gülen’in oryantalist “Abant Toplantıları”yla perçinleşerek “Brakisefal” fantastizmi Türk toplumunun bilinç gözeneklerine ve bilinç askılarına enjekte edilecekti.
İkincisi, Türk devleti Bilge Han, Mete Han, Atilla, Tuğrul, Alpaslan, Yavuz, Fatih, Atatürk’ün ırk üstünlüğüne dayalı fikirlerini ilkokul, ortaokul, lise, üniversitelerde ders konusu ve camilerde vaaz konusu yapmaktan imtina etmeyecekti. Aynı şekilde Kürtlere karşı Pantürkizim, Panturanizim, Kemalizim ve Ehlisünnet retoriği ve anakronizim enstrümanlarını kullanarak ırkçı bir siyaset yürütmeyi marifet sanıyordu.
Öyleki,Türk devleti,ırkçılıkta sınır tanımıyordu ve Kürtlerin “Şeytan’ın zürriyeti” olduğunu idia edecekti. Türk devletinin, Kürt halkını Şeytanla özdeş gösterme envanterisi bir hayli kabarıktır. Türk devleti, 1925 yılında Kürt halkının ulusal direnişiyle karşılaşınca; \" Hayvan Kürt\", \"Dağlı Kürt\", \"Kuyruklu Kürt\", \"Eşkiya Kürt\", \"Çapulcu Kürt\", “mağaralı Kürt\", \"Pis Kürt\" ve benzeri aşağlayıcı nitelemelerle Kürtlerin insan soyundan değilde; hayvan soyundan geldiği algısı yaratılacaktı.
Bu vesileyle, 1935 yılında bu \"kuyruklu varlıkların\" imhasi için, Türk meclisi özel \"Dersim Kanunu\" çıkaracaktı. Dersim Kanununun çıkmasında ve uygulamasında; 57 CHP\'li Profesör, otuzun üzerinde “Ordu Profesörü” ve meşhur “Elli Valiler”, Kürtlerin ontolojilerini ve fizyolojilerini \"Kuyruklu Hayvan\"a benzetiyordu. Bu \"Kuyruklu yaratıkların\", \"Yüce Türk Devletine\" ve \"Nezih Türk Milletine\" zarar verdiğini düşünen Türk Devleti ve onun öjenist Profesörleri; Dersim, Ağrı, Zilan ve benzeri Kürt coğrafyasında soykırımlar gerçekleştirecekti.
Kürt halkının, ontolojik ve fizyolojik varlığını hayvanlarla özdeş tutan ırkçı Türk devleti, evrimci ve öjenistçi hızını tutamayarak, Kürtlerin bu kez ontolojik ve fizyolojik varlığını Şeytan’dan neşet ettiği savını Prof. Haluk Çay\'la ispatlamaya çalışacaktı. Prof. Haluk Çay, Kürtlerin adını Şeytanla ilk kez yan yana kullanan kişidir. Prof.
Dr. Haluk Çay\'ın yazdığı, Türk devletinin desteklediği ve Türk ilahiyatinin meşru görüp yayınladığı \"Her Yönüyle Kürt Sorunu\" adlı kitabında, Kürt halkının “Şeytanın evlatları” olduğunu şu sözleriyle beyan ediyordu: \"Hz. Süleyman, şeytan tarafından kutsal yüzüğü dereye atılarak tahttan indirildiği ve iktidarsız yaşadığı 40 günlük bir süre içinde, balıkçıların Hz. Süleyman\'a sunduğu bir balığın içinden kutsal yüzük çıkınca, meleklerin de gayreti ile Hz. Süleyman tekrar tahta çıkar. Ne var ki Hz. Süleyman\'ın haremindeki cariyeler bu arada boş durmamışlar, şeytanla cinsel ilişki kurup hamile kalmışlardır. Bunu farkeden Hz. Süleyman cariyelerini dağlara bırakarak cezalandırmış. Çocuklar doğmuş, birbirleriyle evlenip üremişler ve şeytan soyu Kürtler böyle peydahlanmış.\" (8)
Son olarak, Kürtler işgalçi devletlere karşı söylenmesi gereken en güzel sözlerini söylemişti. İkincisi, hiç bir Kürt lideri, hiç bir kürt partisi, hiç bir Kürt fikir adamı Kürtlerin hiç bir ırktan, hiç bir dilden, hiç bir renkten ve hiç bir kültürden üstün ve ayrıcalıklı olduğunu idia etmiyordu. Kürtler kendi öz vatanlarında her millet gibi, bağımsız ve hür yaşamak istiyordu. Ancak, ırkçı ve işgalçi devletler Kürtlerin bu barışsever, ahlakçı, humanist ve demokrat girişimlerine şaşırp kalıyordu ve aralarında şu konuşmaların geçtiğini şimdiden his ediyor gibiyim: “Kürt milleti hiç bir sömürgemiz kadar, siyasi egemenliğimize karşı, itaatkar, humanist ve demokrat ahlaklı davranmamıştır! Kürtlerin hala bizi sömürgeleri değilde, İslam kardeşleri olarak görmeleri bizim için büyük bir şans ve bugüna kadar bu şans, hiç bir sömürgeci devlete nasip olmamıştır.” Bugüne gelindiğinde, Hun ve Cengiz\'in silahı değişmiş, elbisesi değişmiş, yiyeceği değişmiş, ancak barbar, göçebe ve ırkçı karekteri ve özelliğinin hiç değişmemiş olduğunu bilimsel olarak ortaya koyduğumuzu düşünüyorum.
Yararlanan Kaynaklar
1- Darvinizim, Dr. Ömer Said Gönüllü /Eylül Sızıntı Dergisi 2003
2- Fınger Prınts, 1. Thuillier, P., 1988 - Science et société. Fayard, Paris.
3- Alexis Carrel, İnsan Denen Meçhul, Hayat Yayıncılık. Öjenizim, Dr. Ömer Said Gönüllü, Ekim Sızıntı Dergisi, 2006
4- Yvonne Sherratt’ın “Hitler’in Filozofları”, Say Yayınları. Adolf Hitler, Kavgam, Emre Yayınları
5- Ali Bulaç, Kuran Meali, Tövbe Süresi: 97
6- İbn-i Haldun, Mukaddime, Dergah Yayınları
7- Montesquieu, Kanunların Ruhu, Seç Yayınları
8- Etienne Copeaux’in,“Türk Tarih Tezinde Türk –İslam Sentezine, İletişim Yayınları
9- Prof. Dr. Haluk Çay, Her Yönüyle Kürt Sorunu, Yayınevi: İlgi Kültür sanat Yayınları
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.