Yüz yılın en önemli islam düşünürlerinden biri olan Muhammed El-Behiy, İslam Peygamberi Hz.Muhammed’in vefatından bir kaç dakika sonra Müslüman kabile aristokratları, İslam Peygamberini nereye defin edeceklerini ve bu yeni İslami Cemaatin başına kimin geçeceği konusunda ilk ihtilaflarını sert ve hararetli tartışmaların ardından çözüme kavuşturduklarını söyler. Daha sonra İslam toplumun başına geçen bu Müslüman kabille şefleri, İslam’ın silahıyla silahlanarak, ilk olarak Hz.Muhammed’in, kendi kızı Hz. Fatıma’ya miras olarak bıraktığı Fedek arazisine el koyacak ve en son olarak Hz. Muhammed’in 72 aile ferdini Kerbela’da katl etmekten imtina etmeyecekti. (1)
İslam Peygamberin evini, İslam’ın silahıyla kuşatma altına alanların ardılları bugünkü siyasal İslamcı unsurlardır. Bütün Risalet Peygamberlerin ihanetçileri belliyken; İslam Peygamberine ihanet eden, eski ve yeni ihanet çeteleri neden ısrarla Müslüman toplumlardan gizli tutulmaktadır? Siyasal İslam, bin dört yüz yıldır insanlık ailesine kan ve cehaletten başka hiç bir şeyi armağan etmediği bir gerçektir. Bu dakikadan sonra Kürdistan halkına, Müslüman halklara ve insanlık ailesine bela ve musibet’ten başka verebileceği hiç bir alamet-i farikası yoktur.
Bu zaviyede hareketle, Kürdistan’ı işgal altında tutan, Kürt halkının dilini yasaklayan ve Tanrının bu sevgili kullarını çarmıha geren bu fırkanın temsilcilerine, elimizden aldıkları siyasal egemenliğimizi ve elimizden aldıkları topraklarımızı Medine toplumsal anayasasını hatırlatarak tekrar bize geri iyade etmeye davet ediyoruz.
Öcalan’ın önerdiği İslam ve Demokrasi konferansını değerli ve anlamlı bulduğumu belirtmek istiyorum. Ayrıca, bu konferans etrafında yaklaşık bir aydır anahatlarıyla tartışılan Medine toplumsal sözleşmesine kısaca değinmek istiyorum. Daha sonra bu konuyla ilgili düşüncelerimi 23-24 tarihleri arasında Almanya’da yapılacak, “İslam ve Demokrasi” konferansında ayrıntılı bir şekilde ifade etmeye çalışacam.
Sevgili dostum irfan burulday’ın dediği gibi, her ne kadar bu toplumsal sözleşmenin gerçek muhatapları, “Filistin’li müslümanlar ve İsrail’li yahudiler” olsa dahi, “Medine Vesikası” tartışma konusu edildiği için, Kürdistan ülkesini İşgal eden ve Kürt halkının siyasal egemenliğini elinden alan işgalçi Müslüman devletlere ve bu İşgalçi devletlere kayıtsız kalan Müslüman Ümmetin milletlerine, bu İslami sözleşmenin şartlarına göre amel etmeleri hususunda İslami, Kürdistani ve bilimsel görüşlerimizi beyan etme fırsatını verdiğini unutmamamız lazım.
Bilindiği üzere İslam Peygamberi Hz. Muhammed, Mekke’de 13 yıl boyunca çok zorlu ve meşekatli bir tebliğ ve irşat dönemini geçirdi. Muhammed Gadban’ın dediği gibi, Mekke site devletinin aristokratları Hz.Muhammed’in İslam’i faaliyet yürüğü tüm içtimai ve iktisadi kavşakları kontrol altına alarak; Hz.Muhammed’in Mekkeyi terk etmesini sağlayacaktı. Bu vesileyle Hz. Muhammed Medine Şehrine hicret etmek zorunda kalacaktı.
İslam Peygamberi Hz. Muhammed, Medine’ye hicret ettikten sonra hicretin ilk yılında Medine’nin demografik yapısını öğrenmek için nüfus sayımını yaptırır. Nüfus sayımı sonucunda Medine’de 10 bin kişinin yaşadığı, bunlardan 1.500’ünün Müslüman, 4.000’nin Yahudi ve 4.500’ünün Müşrik Araplardan muteşekül olduğunu tespit eder. İkincisi ve en önemlisi Hz. Muhammed Medine’nin şehir ve kasaba sınırlarını belirledi ve belirlediği her sınır noktasına işaret levhalarını yerleştirerek, Medine site devletinin teritolyal sınırlarını ve siyasal egemenliğini Medine vesikasının 39 maddesinde deklere etmiş olacaktı. Dolayısıyla Medine Sözleşmesi, farklı inanç grupların ve farklı etnokimliklerin ortak siyasal egemenliğine ve ortak toprak egemenliğine dayalı anayasal bir sözleşmedir diyebiliriz.(2)
Chicago Üniversitesi, Ortadoğu ve İslam Çalışmaları Profesörü Fred Donner, Muhammed And The Believers (Muhammed ve ona inananlar) adlı kitabında İslam Peygamberi HZ.Muhammed’in yanlız Müslüman toplumun lideri olmadığını, içlerinde Yahudilerin, Hiristiyanların ve Müslümanların oluşturduğu düşünce ve inanç hareketinin lideri olduğunu söyler. Fred Donner; Medine devletinin anayasasını belirleyen bu inanç ve düşünce hareketinin mensupları farklı dinlerin muntesipleri olsalar da bu her üç dinin taraftarları tevhid, ahiret, vahiy, ahlak ve adalet gibi ortak ilahi öğretilerin kavşağında buluştuklarını ve HZ.Muhammed’in önderliğinde 500 kişilik bir heyetle düşüncelerini ve inançlarını özgürce yaşayabilecekleri Medine sözleşmesinin altına imzalarını altıklarını söyler. Donner, HZ.Muhammed’in bu tek tanrı inancına dayalı üç dinin muntesiplerini bir araya getirip ortak yaşamanın alt ve üst koşullarını hazırladığı için, bu her üç dinin ekümenlik lideri olduğunu söyleyecek ve Mednine Vesikası üzerine en iyi altın vuruşu yapanlardan biri olacaktı.
Bu anlamda Hamidullah 1215 yılında İngiltere kralının kendi tebasına tanıdığı hak ve özgürlükler sözleşmesini ifade eden Magna Carta’nın ilk anayasal sözleşmesi olduğuna itiraz etmesinin sebebini Medine Vesikası’nın Magna Carta’dan önce gerçekleşmiş olmasını ve Medine Vesikasının maddelerinde yer alan, her dinin ve her milletin kendi siyasal egemenliğini tayın etme hürriyetine sahip ilk toplumsal anayasa olduğu gerçeğini hatırlatmış olmasıdır.
Medine’de gerçekleşen bu topsal sözleşmeye katılan inanç ve düşünce blokları heterojen oldukları için siyasal egemenlik meselesinde ortak ve eşit olduklarını söyleyebiliriz. Çünkü tek bir inancın, tek bir düşüncenin, tek bir dilin, tek bir rengin ve tek bir sesin siyasal egemenliğine dayalı toplumsal ve siyasal bir sözleşme olmadığını Medine sözleşmesinin 20’ci maddesinde görüyoruz. 20’ci madde, Müslüman ve Yahudi kabilelerin isimleri tek-tek zikr edilmektedir. Dolayısıyla Medine Sözleşmesinin 20’ci maddesinde, Medine devletinin kurucu unsurları isimleriyle ve imzalarıyla temsil ettikleri inanç ve düşünce gruplarını eşit düzeyde temsil etme ve eşit düzeyde hak almada musavi tutacaktı. \'Yahudilerin dinleri kendilerine, mü\'minlerin dinleri kendilerinedir. Buna gerek mevlâları ve gerekse kendileri dahildirler.\' diyen 25. Madde\' ise kafirun ve Mumtehine ve Bakara Süresi’nin 85’ci Ayetine tekabül ettiği gerçeğidir.
Kısaca Medine Vesikasının maddelerinden çıkardığım sonuç şudur: Hem müslüman kabiler hem de Yahudi kabileler, özellikle kendilerini etno-kimlik ve dini kimlik üzerinde tanımlayıp, bu etnik ve dini taleplerine uygun anayasal bir düzenleme ve bu anayasal düzenleme konfigürasyonlarına paralel olan her inanç ve etnik grubun siyasal egemenliğine yapılan güçlü vurgular dikkatlerden kaçmadığı gerçeğidir. Hz. Muhammed’ın ölümünden sonra sanırsam böylesi bir toplumsal sözleşmeyi ilk tasavvur ve tahayül eden Farabi, Maverdi, Şehristani, İbn Rüşd ve İbn Haldun gibi İslam düsünürleri ve sosyologları olmuştur. İkincisi, Hegel toplumsal sözleşmeler (devlet) tanrının yeryüzündeki yürüyüşü olarak, Gazali ise; Toplumsal sözleşmelerin (devlet) tanrının yeryüzündeki gölgesi olduğunu söylerken, yerküre ölçeğinde yaşayan farklı dillerin, milletlerin, dinlerin, inançların ve düşüncelerin adalet ve hak prensibine dayalı siyasal bir egemenliğe vurgu yapıldığını düşünüyorum.
[email protected] Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.