Siyaset bilimine göre, eğer bir millet üzerinde yaşadığı toprakların sınırları içinde, başka bir milletin onlara hüküm etmesine izin verirse; o vakit, o millet siyasal egemenliğini yüzde yüz kaybetmiş demektir.
1-Eğer Kürt milleti diğer Müslüman milletler gibi, kendi umranlarına ve asabiyelerine uygun bir teoloji geleneğini inşa etmiş olsaydı; kesinlikle bugün hilafet, saltanat, velayet ve ümmetçi Müslümanlığın tesiri ve egemenliği altında olmayacaktı. Ya da kendi ilahiyatını direkt Kuran’dan ve bilimsel araştırmalardan besleyerek inşa etmiş olsaydı, bu inşa ettiği ilahiyatla amel etseydi; kesinlikle Kürdistan meselesinde daha bağımsız hareket etme fırsatını yakalayacaktı.
2-Kürdistan ulusal hareketleri ve Kürt aydınları, Kürdistan’ın siyasal egemenlik meselesini siyaset bilimi ve siyaset sosyoloji kulvarına taşıyıp, bu sahada kayda değer hiçbir çalışmaya ve kayda değer hiçbir esere imza atmamış olmasıdır. Eğer bir dizi siyaset bilimi ve siyaset sosyoloji çalışmaları yürütülseydi ve bu çalışmalar Kürt milletinin gönül ve zihin dünyasına sunulsaydı, Kürt milletinin siyasal egemenlik bilinci kesinlikle çok daha güçlü ve etkin bir konumda olurdu.
Bu iki esas üzerinde yürütülecek, siyaset bilim ve siyaset sosyoloji çalışmaları, Kürdistan milletinin uyuyan egemenlik bilincini silkelemede ve onu harekete geçirmede katalizör rolünü oynayacağını bilmemiz gerekiyor.
Siyaset bilimi, milletlerin teritoryal ve siyasal egemenlik umranlarını, devletin kamu yönetim kademelerini ve devletler arasındaki kurumsal ilişkileri incelerken; siyaset sosyolojisi ise milletlerin kemiyet, keyfiyet umranlarını, milletlerin iktidarla olan grup ilişkilerini ve siyasi mahfillerin, milletlerin hangi katmanlarından güç aldığının, gizli ve açık nedenlerini inceler.
Tarihte siyasal egemenlik meselesi ilk olarak kilise ve kral arasında yaşanmıştır. XX. yüzyılın yetiştirdiği en büyük siyaset bilimcilerinden biri olan Carl Schmitt, “Devlet dinsel iktidara, kilise de siyasal iktidara sahip olma gayreti içndedir.” sözleri bu anlamda oldukça değerlidir. Ayrıca Carl Schmitt, “Siyasal İlahiyat” adlı eserinde siyasal egemenliğin alamet-i farikasına şu altın vuruşu yapmadan geçmez: “Egemen, olağanüstü hale karar verendir.” (1)
Tam da bu noktada 1648’de yapılan Vestfalya Anlaşması Kürdistan milleti için oldukça önemlidir. Pekala Vestfalya Anlaşması’nın önemi nedir: Avrupa kıtasında ilk defa bir prens ya da bir kral, kendi siyasal sınırları ve toprakları üzerinde yaşayan insanların mezhebini tayin etme hakkını elde etmesi demektir.
Bu anlamda Fransız siyaset bilimci Budin, “Devletin Altı Kitabı” adlı eserinde, kral ve kilise arasındaki yaşanan siyasal egemenlik manivelasına derin çözümlemeler sunmuştur. Ona göre siyasal egemenlik meselesi, bir milletin kendi teritoryal sınırları içinde “daimi ve mutlak kudreti” demektir. (2)
Vestfalya Antlaşması’nın bir sonraki durağı ise Viyana Kongresidir. Viyana Kongresi, Napolyon savaşlarından sonra Avrupalı milletlerin bozulan teritoryal sınırlarını ve Avrupalı milletlerin kaybedilen siyasal egemenliklerini yeniden düzenlemek için; 1815 yılında İngiltere, Rusya ve Avusturya’nın öncülüğünde Viyana’da aldıkları uluslararası siyasi kararlardır.
Siyaset bilimine göre, eğer bir millet üzerinde yaşadığı toprakların sınırları içinde, başka bir milletin onlara hüküm etmesine izin verirse; o vakit, o millet siyasal egemenliğini yüzde yüz kaybetmiş demektir. Eğer özgür bir millet ise, üzerinde yaşadığı toprakların egemenliğine ne başka bir milleti ne o milletin dinini ne de o milletin siyasi ideolojisini, kendi siyasal ve teritoryal egemenliğine ortak eder ve ne de hiçbir milletin ve devletin onun egemenlik sahasında egemenlik kurmasına izin verir.
Dolayısıyla şu gerçeğin altını rahatlıkla çizmek mümkündür: İnsanlık tarihinin hiçbir döneminde; hiçbir devletin, hiçbir milletin tarihinde, hiçbir ideolojinin ajandasında, hiçbir rasyonel düşüncenin atölyesinde, hiçbir pozitivist bilimin laboratuvarında, hiçbir dinin kutsal kitabında ve hiçbir dini mezhebin fıkıh usulünde; ülkesi işgal, ontolojik varlığı inkar, fizyolojik varlığına tecavüz edilmiş ve siyasal egemenliği elinden alınmış hiçbir milletin kendi işgalcileriyle ve katilleriyle kardeş olduğuna kimse şahit olmamıştır.
Daha önceki çalışmalarımızda milletlerin siyasal egemenlik haklarını, milletlerin birbirleriyle olan kardeşlik-müslümanlık ahlakını ve hukuklarını ana hatlarıyla belirtmiştik. Ancak şu kadarını hatırlatmakta fayda var: Elbette ki yalınayaklı Kürt milleti, milletler ailesiyle sevgi, kardeşlik ve adalet ikliminde yaşamaktan taraftır. Kürtler, müslüman milletler ailesi içinde tek siyasal egemenliği olmayan millettir. Dolayısıyla Kürdistan davası için dört parçada acı bedeller ödeyen yalınayaklı yurtsever Kürt milleti, Şengal ve Kobané’nin işgali ve katliamından sonra müslüman milletlerin derin sessizliğini görünce; hilafet, saltanat, velayet ve ümmet kardeşliğinin beş para etmez uyduruk bir şey olduğunu bir kez daha görmüştür.
Dolayısıyla yeryüzünün bu yalınayaklı milleti, her millet gibi milli birliğini sağlamak istiyor, işgalci devletlerin generallerini ve sömürgeci valilerini topraklarında görmek istemiyor. İşgalci devletlerin generalleri ve sömürgeci valilerin yerine, evlatlarını kendi topraklarının generalleri ve yöneticileri görmek istiyor. Yani Kürtler, kendi topraklarının hükümdarı olmak istiyor. İkincisi, medeni ve demokratik özgür milletler ailesi gibi; bilim, adalet, zenginlik ve demokrasinin araçlarıyla insanlık ailesine hizmet etmek istiyor.
Bu minvalde, milletlerin siyasal egemenlik tarihi boyunca halkların kardeşliği, inançların, kültürlerin bir arada hoşgörü içinde yaşamalarına en yüksek düzeyde imkan sunan ve onlara ev sahipliğini yapan hiç şüphesiz batı Avrupa ülkeleri olmuştur. Tam bu noktada batı Avrupa ülkelerinin siyaset sosyolojisi, siyaset bilimciler için bir laboratuvar merkezidir.
Bugün batı Avrupa ülkeleri, bütün milletler ve ırklar ailesinin milyonlarca mensubunu siyasal egemenliği altında, onlara her türlü anayasal ve demokratik hakları sunmuştur. Bugün Fransa’da farklı milletlerden beş milyondan fazla müslüman yaşarken, bir Fransızın sahip olduğu tüm haklara bir Cezayirlininde sahip olduğunu görmek mümkündür. Ancak Fransa devleti, Fransa’da yaşayan hiçbir Cezayirliyi kendi siyasal egemenliğine ortak etmemiştir. Almanya’da üç milyona yakın Türk yaşıyor. Bir Almanın sahip olduğu, anayasal ve demokratik hakların aynısına bir Türkte aynı derece sahiptir. Ancak Almanlar, Fransızlar gibi kendi siyasal egemenliklerine Almanya’da yaşayan Türkleri veya başka milletleri ortak etmeyi düşünmemiştir. Hakeza İngiltere’de üç milyon müslüman yaşıyor. Bir İngilizin sahip olduğu anayasal ve demokratik hakların aynısına bir milyona aşkın Pakistanlıda sahiptir. Ancak İngilizlerde tıpkı Fransızlar ve Almanlar gibi, ülkelerinde yaşayan Pakistanlıları kendi siyasal egemenliklerine ortak etmeyi kabul etmemiştir.
Bu manada, Kürt milleti Avrupadaki müslüman milletler gibi Arap-Türk-Fars unsurların egemenliğinde yaşamadığını unutmamak lazım. Eğer Kürtler başka milletlerin topraklarında yaşamış olsaydı ya da Kürtlerin kendi toprakları üzerinde siyasal egemenlikleri olmuş olsaydı tıpkı bir Belçika devleti gibi, dünyadaki bütün milletlerin, inançların ve kültürlerin kardeşçe ve demokratikçe yaşamasını, Kürdistan topraklarında savunmak mümkün olacaktı. Bu anlamda Belçika devleti; dünyadaki bütün milletlerin, inançların ve kültürlerin bir arada kardeşçe ve demokratikçe yaşamasına ev sahipliği yaptığını unutmamak lazım. Belçika’nın 2012 resmi istatistik rakamlarına göre, Belçika nüfusunun 11 milyonundan 3 milyonu 177 farklı halklardan meydana gelir. İkincisi, bu halkların sahip oldukları inançlar, kültürler anayasal güvence altına alınmıştır. Dolayısıyla artık şu gerçeği söylemek mümkündür: Albert Einstein\'ın dediği gibi, Tanrı milletlerin ontolojik varlıklarını bir kanun üzerine tayin ederken \"zar atarak kumar oynamamıştır.” Ancak yeryüzünde Tanrı adına “zar atan” serseri İslamcılar, Tanrı’nın ”Summun-sağır, bukmun-dilsiz, umyun-kör” sözlerini kavramayacak kadar akıl yoksunudurlar. Dolayısıyla sembolik anlamda Tanrı’nın yeryüzündeki cehennemi, İslam ülkeleri ve Tanrı’nın yeryüzündeki cennetini ise Avrupa Hıristiyan ülkeleridir diyebiliriz.
Kürtlerin beş bin yıldır ruhlarını ve ontolojik varlıklarını yaşattıkları bu toprakların egemenliğini, İslam kardeşliğine ve İslam Ümmetine kaptırmıştır. Onları kendi kadim toprakları üzerinde yalınayaklı ve yetim bırakanlar hiç şüphesiz hilafet, saltanat, velayet ve ümmetçi din kardeşleri olmuştur. Bu anlamda toplamda 22 tane bedevi Arap devleti vardır. Bu devletlerin sayısı Arap milletinin siyasal egemenliğini karşılamaya yetmezmiş gibi, Kürt milleti içinde bir grup marjinal İslamcı-solcu gruplar Filistin\'in devlet olmasını ısrarla savunuyor. Pekala bu marjinal Kürt gruplar, bedevilere 23. devleti isterken, kendi milletine neden tek bir tane devlet istemiyor? Bu durum oldukça düşündürücü ve ürkütücüdür!
Bu bağlamda, Kürt milletinin siyasal egemenlik bilincini ontolojik olarak en güzel anlatan Budist kaynaklarda geçen sevgili Buda’nın hayat hikayesidir. Buda, aristokrat bir ailenin çocuğudur. Adem’in cennete isyan ettiği gibi, o da kendi şatafatlı ve debdebeli yaşamına isyan eder. Babası onu büyük bir aristokrat ve prens olmaya hazırlar. Bu vesileyle ona kış köşkü, sonbahar köşkü, bahar köşkü ve yaz köşkünü yaptırır. Böylece Buda’nın, her türlü eğlenceyi ve zevki tatmasını sağlayacak ve onu bu köşklere tutsak edecekti. Günün birinde onu tutsak olduğu bu köşkten dışarıya çıkmasını sağlayacak bir rüya gördü:
Buda, rüyasında kölesiyle birlikte Ganj nehrinin kıyısında yürüyüşe çıkarlar. Belirli bir mesafe yürüdükten sonra, pejmürde bir şekilde yürüyen yaşlı bir adamı görürler. Buda, kölesine şöyle sorar: Neden bu insanın yüzü buruşmuş, güçsüz ve yorgun? Kölesi şöyle karşılık verir: Efendim, bu gördüğünüz adamın hali, insanın yaşlılık halidir. Buda: Yaşlılıkta nedir, diye sordu? Köle, yaşlılığın tanımını ve nedenlerini uzun uzadıya anlattı. Buda kölesinin söylediklerini dikkatle dinledikten sonra, bu kez şöyle sordu: Pekala bende yaşlanacak mıyım? Köle: Evet, sende yaşlanacaksın, dedi.
Buda, eve döndüğünde sabaha kadar uyuyamadı. İkinci gün tekrar kölesiyle yürüyüşe çıktılar. Bu kez hastalığa yakalanmış ve pejmurde bir şekilde yerde uzanan bir adamla karşılaştılar. Buda, kölesine: Bu adam neden böyle perişan bir halde görünüyor? Köle:Bu adamı mecalsiz hale getiren yakalandığı hastalıktır. Buda: Hastalıkta nedir? Kölesi şöyle karşılık verdi: Hangi insan olursa olsun, hastalıktan kaçamaz ve hastalık mutlaka bir gün onu esir alır. Buda: Peki bende hastalanacak mıyım? Köle: Evet, sende hastalanacaksın, dedi.
Yürüyüşün üçüncü gününde, yerde hareketsiz uzanan bir insan cesediyle karşılaşırlar. Buda: Bu adam neden hareket edemiyor? Köle: Çünkü bu adam ölü! Buda: Ölü kimdir ve nedir? Köle: Ölüm öyle bir halki, her hayatın durduğu ve her hayatın sona erdiği durumun adıdır. Buda: Benim hayatımda duracak mı, bende ölecek miyim? Köle: Evet, ölüm yaşadığın köşkün duvarlarını aşarak sana ulaşacak ve hayatına son verecek, dedi.
Buda evine döndü, yatağına uzandı, Muhammed Peygamber gibi önce terledi, ardından titreme nöbetine girdi, ruhu daraldı, nefes alamıyordu ve hızlı adamlarla köşkü terk etmek zorunda kaldı.
Dışarıdaki hayat, yaşadığı dört mevsimlik köşk hayatına benzemiyordu. Buda, özgürlük bunalımındaydı. Çünkü hakikati arıyordu, kurtuluşu arıyordu. Uzun bir süre sarhoşlarla, meyhanecilerle, yankesicilerle dost oldu, hatta fahişenin birine aşık oldu ve uğradığı her kurtuluş adresi ona bıkkınlık verdi.
Buda, kurtuluşu bulduğunu sanmıştı; ama İbrahim Peygamber gibi yanılmıştı. Buda’nın ızdıraptan kurtuluş yolculuğu Ganj nehrinin kenarında biter: Nehrin ortasında adamın birini sandalın içinde meditasyon yaparken görür ve adamın yaptığı ritüeller onun dikkatinden kaçmaz. Adamı saatlerce izler. Adam ritüellerini bitirince sandalıyla kıyıya yanaşır. Buda büyük bir heyecanla adamın yanına usulca yaklaşır ve şöyle sorar: Sen kimsin? Adam:Ben dervişim. (Brehmen) Buda: Bu muazzam enerjiyi ve muazzam mutluluğu nerden alıyorsun? Derviş: Akıl ve hikmetten alıyorum. Çünkü akıl ve hikmeti öğrenen herkes bunu yaşayabilir. Eskiden ızdırap çekiyordum şimdi ise ihtiyaçsızlığa ulaştım (nirvana-mutekamiliyet-egemenlik). Çünkü cehalet, esaret, zillet ve bütün zaaflar ve yenilgiler muhtaç olmaktan kaynaklanıyor.
Bu anlamda Kürt milletinin siyasal egemenliği olmuş olsaydı, esaret ve zillete muhtaç olmayacaktı. Buda yaşlılık nedir bilmiyordu, hastalık nedir bilmiyordu, ölüm nedir bilmiyordu ve bunların hiç birini yaşamamıştı. Evet Kürt milleti de Buda gibi ontolojik feleğini yaşamamıştır. Bağımsızlığını yaşayan bir millet olmadığı için bağımsızlığın ne demek olduğunu bilmiyor. Siyasal egemenliğini yaşayan bir millet olmadığı için, yönetme sanatını ve vatan aşkının ne demek olduğunu bilmiyor. Şimdi Kürt milletinin ontolojik varlığıda böyledir, bu varlık kendi doğal varlığını yaşamak istiyor; ama işgalci unsurlar ve onların İslamcı ve solcu cenahları, siyasal ve teritoryal egemenliği Kürt milleti için büyük bir kötülük ve büyük bir felaket olarak gördüklerini propaganda ediyor. Kürtler, siyasal egemenliğin doyumunu yaşamadılar ki; klasik anarşist grupların bahsettiği o devletin ızdırabından onları kurtuluş menziline davet edelim.
Tasavvufçuların dediği gibi, insan her doyumdan sonra ızdırap duyar. İnsan bu ızdıraptan (esaret) kurtulmak için kendine kurtuluş arar. Tıpkı Adem’in cennetteki duyumdan sonra, çektiği ızdırap ve bu ızdıraptan kurtulmak için cennetin egemenliğine isyan edişi gibi... Fuzuli, Adem’in bu isyan eylemine “Erenler Bahçesi” adlı eserinde şöyle karşılık verir. “Ey Adem, cennetin doyumunu tattın şimdi de biraz dünyanın cehennem ızdırabını tat.” (3) Dolayısıyla, her tat ve her doyumdan sonra ızdırap başlar ve bu sürekli böyle devam eder. Siyaset bilimcilerin, sosyal bilimcilerin dediği gibi, toplumların ve devletlerin ontolojik umranlarıda böyledir. Sonuçta, devlet ve siyasal egemenlik unsuru “bir çok karmaşık olayların” ve bir çok “toplumsal iş bölümünün” doğal sonucu olarak vardırlar ve inorganik değildirler; organiktirler.
Son olarak şunu belirtmek istiyorum: Kölelikte ne aşk vardır ne sevgi vardır ne estetik vardır ne de erotik vardır! Kölelerin karakterleri alçaktır, boyunları büküktür, yüzleri karadır, gönülleri katmerden bir zincir gibidir! Emperyalist Türk devlet geleneğini ve vahşi Ortadoğu coğrafyasını demokratikleştirmek kölelerin işi değildir. Kölelerin misyonu; kendilerini, milletlerini ve ülkelerini özgür kılmaktır.
Bu saatten sonra Türk-Arap-Fars unsurların Kürt milleti üzerinde uyguladığı bu emperyalist ve ırkçı politikalarından onları ne 124 bin peygamberin ilahi öğretisinin ne dünyanın en iyi ahlak öğretmenlerinin ve ne de dünyanın en iyi filozoflarının vazgeçirebileceğini düşünüyorum.
İkincisi, bilim ve düşünce dünyasının önde gelen isimleri; egemen Arap devletlerin ve terörist İslamcı unsurların, umranını ve asabiyesini hiçbir dinin, hiçbir ideolojinin, hiçbir felsefenin, hiçbir ekonomik gücün, hiçbir teknolojinin onları demokratikleştirdiğinin alâmet-i fârikasına rastlamadığına işaret ederler. Mamafih Kuran’da, Arap asabiyesinin ve umranının medeni olmadığını, bedevi olduğunu ısrarla söyler.(4)
Not: Kadrişınas okuyucular, “Siyasal İslam’ın Krizi.”, “Kürdistan’da Din ve Siyaset Sosyolojisi” adlı iki kitap çalışmamız Weşanxaneye Do-Do Yayınları tarafında, 15 Mayıs/2015 Tarihinde Diyarbakır Kitap Fuarında Okuyucularla buluşacak.
[email protected] twitter.com/KADIRAMAC
1-Siyasal İlahiyat, Carl Schmitt, Dost Kitapevi, Sayfa 16
2-Klasik Siyasi Felsefi Metinleri, Blandine Kriegel, İletişim Yayınları, Sayfa 32
3-Erenler Bahçesi, Fuzuli, Milli Eğitim Yayınları, Sayfa 53
4-Kuran Meali, Ali Bulaç, Tövbe 97, Hucurat 14 Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.