Türk devleti, ırkçı ve emperyalist eksenli barış süreçlerini yürüttüğü için siyaset bilimciler nazarında ayrıca dünyanın en kötü barış müzakerecisi sıfatıyla anılmıştır.
Bana göre, barış ve müzakere süreci; tarafların formel ve informel düzlemde yakınlaşmalarını sağlayan empati, yüzleşme, güven ve karşılıklı sergilenen jestlerin derinleştirdiği ilişki ve tarafların bu derin ilişkilerden cesaret alarak bir antlaşma dosyası ve bu antlaşma dosyasının altına attıkları karşılıklı imzalar ve son olarak tarafların masadan memnun kalarak el sıkma eylemidir.
Siyaset bilimcilere göre, aralarında köklü çatışmalar yaşayan devletler-milletler-dinler arasında istikrarlı ve mazbut bir müzakere ve barış sürecinin işlemesi için; liberal, transaksiyonel, konsosyonel ve benzeri sosyo- psikolojik görüş ve alışkanlıklara sahip geniş bir zihinsel habitatın olması şarttır.
Bu anlamda ünlü Alman düşünür ve filozof Immanuel Kant “haklı savaş kavramı” yerine, kalıcı barış kavramını geliştirdi. Kant “Ebedi Barış Üzerine” adlı eserinde yeryüzünde devletlerin ve milletlerin kalıcı bir barış gerçekleştirmeleri için şu dört önemli esasa işaret etmiştir:
1- İçinde yeni bir savaş nedenini saklayan hiçbir anlaşma “barış anlaşması” olarak kabul edilemez.
2- İster büyük olsun ister küçük olsun, hiçbir vatan-millet-devlet ne işgal ne miras ne alışveriş ne de hibe yoluyla asla başka bir devletin ve milletin siyasal egemenliğine girmemelidir.
3- Hiçbir devlet zor kullanarak başka bir devletin esas teşkilatına veya hükümet şekline karışmamalıdır.
4- Savaş sırasında hiçbir devlet, düşman ülkede katiller, zehirleyiciler kullanmak, kapitülasyonlara aykırı hareket etmek, düşman devletin uyruklarını kendi devletine karşı ihanete kışkırtmak gibi barış yapıldığında devletlerin birbirlerine güven duymalarını imkansız kılacak yollara başvurulmamalıdır. (1)
İkinci Dünya Savaşından sonra kurulan Birleşmiş Milletler Teşkilatı, Kant’ın bu fikirlerini referans alarak devletler, milletler ve dinler arasındaki siyasal egemenlik meselesini barış müzakereleri yoluyla sonuçlandırmaya çalışmıştır.
Bu zaviyeden hareketle tarafların, barış ve müzakere sürecinin tetiklenmesine, olgunlaşmasına, rasyonel ve diplomatik ilişkilerin karşılıklı olarak jestleşmesine, her iki toplumun birbirlerine yakınlaşmasına, empati kurmasına, güven duymasına ve birbirleriyle kalıcı dostluğu geliştirme sürecini yakalama yöntemi mi daha çok barış sürecine hizmet eder; yoksa belirli bir takım jeopolitik ve jeostratejik koşulların kendisini dayatmasını beklemek ve buna göre tarafların birbirleriyle karşılıklı olarak empati, güven ve dostluk kurmaları mı daha çok barış müzakerelerine hizmet eder?
Bu soruya geniş bir habitattan bakan ve akademik çalışmalarla bu soruya cevap bulmaya çalışan dünyaca ünlü siyaset bilimci Charles A. Kupchan’ın “Düşmanlar Nasıl Dost Olur?” ve Vicenç Fisas’ın “Dünyada Barış Süreçleri” adlı eserleridir.
Kupchan’a göre uzlaşma ve barış, köklü çatışmalar yaşayan taraflar arasında yapılan gerekli görüşmelerdir. Tarafların arasında yaşanan bu köklü çatışmaların ilk adımını birinci eşik olarak isimlendirir. Birinci eşiğin başlatılmasından ta olgunlaşma aşamasına kadar uzanan son eşiğe kadar süreç insani, dini, ahlaki ve vicdani ideallerle müzakere edilme yerine; daha çok realist, makyevalist ve pragmadist parametreleri takip ettiğine vurgu yapar.
Mamafih Kupchan gibi siyaset bilimciler, istikrarlı barış süreci boyunca “tarafların aynı zamanda uzlaşmakta olduklarını öncelikle kabul etmektedirler. Bu süreç zorlamayla ya da tehditler nedeniyle gelişmemeli, belirli koşullar altında gittikçe olgunlaşan karşılıklı toplumsal dostluk, güven ve empatiden kaynaklanmalıdır.”
Bar-Tall ve Anthony Smith’in deyimiyle taraflar arasında “köklü (protracted) ya da çatışma (ethnoscape)” yaşanmış ise; tarafların barış müzakeresinin yörüngesine girdikleri andan itibaren radikal biçimde bilişsel, ideolojik, duygusal değişime uğramalarının şart olduğunu söyler. “Öyle ki, taraflar çatışmanın amaçlarına, kendilerine ve karşısındakilere, geçmişe ve de geleceğe dair tutum ve kanaatlerini pozitif yönde değiştirmelidirler.”(2)
Vicenç Fisas ise “Dünyada Barış Süreçleri” adlı eserinin giriş bölümünde, taraflar diyaloğun gözeneklerini, kanallarını ve yollarını tıkayan tüm şiddet ve nefret metaforlarından uzak durmalarını tavsiye eder:
“Taraflar diyalog ve mutabakat yoluyla fiziksel şiddete son verebilecek paktlar ya da anlaşmaların önünü açmak ve bu anlaşmaların yerine getirilmesiyle aynı şekilde anlaşmazlığın ortaya çıkmasına neden olmuş yapısal şiddetin üstesinden gelmeyi sağlayacak yeni bir ilerleme ve gelişim evresini başlatmak adına, belirli bir zaman diliminde, şiddetin ve silahlı anlaşmazlıkların hüküm sürdüğü önceki duruma son verecek anlaşmalar yapmak için müşterek bir çaba içerisinde olan, zarar görmüş tüm aktörlerin dâhil olduğu zamana yayılmış bir evre ya da aşamalar dizisi olduğunun altını çizmek istiyorum.”
Fisas; barış sürecini başlatmak, geliştirmek ve onu optimal düzeye taşımanın çok çetrefelli ve meşekkatli olasılıklarla ve engellerle, zorlu ve cesur bir yüzleşme olarak tanımlar. Fisas, barış müzakerecilerini ilk olarak asi ve zorlu bir dağa tırmanan dağcılara benzetir. Barış müzakerecileri rölyef haritalarını kullanmadan yüzlerce zorlu engeli arkalarında bırakarak, bu zorlu tırmanışı rehberleriyle birlikte zirveye ulaştırmalarını sağlayacak en önemli unsurun, her iki halkın yüksek düzeyde moral ve destek süspansiyonuna olan desteğidir diyerek; bunsuz yapılan bir tırmanışı, başaşağı uçurumdan yuvarlanma eylemi olarak değerlendirir.
Bu anlamda PKK lideri Abdullah Öcalan ve Kürt siyasetçilerin işgalci Türk devletiyle gerçekleştirdiği barış sürecini milyonlarca Kürdistanlı en yüksek düzeyde sahiplenmiş ve destek sunmuşken; Türk toplumu ise barış süreci boyunca, işgalci generallerin ve sömürgeci valilerin ırkçı patolojik reflekslerini desteklemiştir...
Ze\'ev Maoz, siyasal egemenlik gücünü elinde tutan tarafın sömürgesi olduğu millete karşı hissettiği bu ırkçı psikolojiyi üstünlük, kin, nefret olarak tanımlarken; aynı oranda kendi siyasal egemenlik kimliğinden gurur duymalarına vesile olduğunu söyler. Bu etno-santrik tavır aynı zamanda siyasal egemenliği elinde bulunduran tarafın kendisini haklı; topraklarını işgal ve siyasal egemenliğini elinde bulundurduğu milleti ise suçlu görmesini sağladığına işaret eder.
Itzkowitz ise siyasal egemenliği elinde bulunduran tarafın her iki toplumun geçmişte yaşamış oldukları acı travmaların bugünkü jenerasyonları etkilemeye devam ettiğini belirtmektedir. Böylelikle taraflar birbirlerini ötekileştirmeye devam etmekte, daha da ötesinde karşılıklı kıyımlar sırasında kendini hissettirdiği üzere karşı tarafı (işgale uğrayan) kişisizleştirmeye (deindividuation) hatta insansızlaştırmaya (dehumanization) yönelttiğine işaret eder.
Tam bu noktada Türk devletinin Kürt milleti ve Kürt davası üzerindeki segregasyonist, şovenist ve emperyalist politikaları Türk toplumunun insani, vicdani ve rasyonel melekeleri üzerinde sterotip bir ahlakın veya bir dünya görüşünün içselleştirilmesine vesile olduğu gerçeğini gözler önüne sermiştir.
Vicenç Fisas, siyasal egemenliği elinden alınmış milletlerin siyasetçilerine, barış müzakere modellerini Afrika, Asya, Avrupa, Latin Amerika, Kafkasya, Ortadoğu’nun karmaşık kozmopolitik hinterlandı üzerinden, referanslarını bir araya toplayarak tartışmanın ana habitatı üzerinde şu beş modeli önerir: “Yeniden entegrasyon, siyasal egemenliğin paylaşımı, mübadele, güven artırıcı önlemler ve özerk-federasyon yönetim.” (3) Ayrıca şu iki ayna şemayı tarafların görüşlerine sunar:
Konumuzla alakalı en iyi örneklerden biri: Türk-Ermeni uzlaşma komisyonudur. Türk ve Ermeni uzlaşma komisyonu 2005 yılında, ABD’de çalışmalarına başlamış ve Cenevre’de devam ettirilen komisyon çalışmaları basına tanıtılmış ve gene kapalı bir biçimde yürütülen bu komisyon çalışmaları siyaset uzmanlarıyla paylaşılmış; fakat Türk tarafı 1915 jenosidin komisyonun gündemine getirilmemesini ısrarla savunmuştur. Türk devleti sadece Ermeni vatandaşlarına vize kolaylığından başka hiçbir ödün vermemiş, tarafların komisyon çalışmaları hem ABD hem de Avrupa’daki Ermeniler tarafından ilgiyle izlenilirken; Türk kamuoyu Kürt meselesinde olduğu gibi Türk devleti gibi hiçbir ödün vermeyerek Türk devlet geleneğinin politik ahlakıyla hareket etmiştir.
Bu anlamda Türk devletinin ve Türk milletinin bir milyondan fazla Ermeni katliamını vicdani ve ahlaki bir hakikat olarak kabul edip özür dilememiş olması, Türk devletinin ne kadar kibirli ve emperyalist bir devlet geleneğine sahip olduğu gerçeğini, tekrar muhakeme ve murakabe etme ameliyemizi sağlamıştır.
Bar-Tal ve Bennink gibi düşünen siyaset bilimciler, taraflar arasında gerçekleşecek olan ilişkilerde tarafların birbirlerine karşı olan tavırlarında, duygularında ve düşüncelerinde bir takım olumlu değişimlerin gerçekleşmesi gerektiğini dile getirirler. Bu anlamda Türk devletinin Kıbrıs ve Ermeni meselesinde yürüttüğü barış ve müzakereler yıllarca sürmüş ve taraflar hiçbir sonuç almadan masadan ayrılmıştır. Türk devletinin ajandası, Kıbrıs ve Ermeni meselesinde hiçbir olumlu değişim ve hiçbir jest unsuruna rastlamadığı gerçeği, siyaset bilimciler tarafından dillendirmektedir.
İkincisi ve en önemlisi 1 Mart 2013 gününden bu yana, PKK ve Türk devleti arasında başlayan barış süreci görüşmelerinde Türk tarafının Kürdistan davasına karşı beslediği ırkçı ve işgalci duygularından, düşüncelerinden ve reflekslerinden tıpkı Ermeni meselesinde olduğu gibi, hiçbir değişiklik göstermeyerek ve ödün vermeyerek, ne derecede kolonyalist ve emperyalist bir devlet geleneğine sahip olduğunun mesajını vermiş oluyor.
Türk devleti, ırkçı ve emperyalist eksenli barış süreçlerini yürüttüğü için siyaset bilimciler nazarında ayrıca dünyanın en kötü barış müzakerecisi sıfatıyla anılmıştır. Bu anlamda Almanya’nın barış ve müzakere ajandası örnek niteliktedir. Alman Şansölyesi Willy Brandt’ın, 1970 yılında Polonya’ya yaptığı resmi ziyareti sırasında Varşova’daki eski Yahudi gettosunun önünde Almanya’nın Polonya’daki Yahudi jenositinden dolayı özür dilemiş; Nazi mirasını reddetmiş, katliamı gerçekleştiren sorumluları afişe etmiş, tazminatlarını ödeme sorumluluğunu üstlenmiş ve Polonya devletine, Polonya milletine ve Yahudi milletine dost olduklarını sözleriyle değil, uygulamalarıyla ikna etmeyi başarmıştır.
İkinci bir örnek ise 1990 yılında Almanya’yı ziyaret eden Çekoslovakya Cumhurbaşkanı Vaclav Havel hadisesidir. Vaclav Havel ülkesinin dünya savaşı sonrasında güney Almanlara yaptığı kötü muameleden dolayı özür dileyerek iki devlet ve iki millet arasında, barış ve dostlukta örnek olmuştur.
Son olarak Machiavelli’nin şu sözlerini Türk ve Kürt taraflar için hatırlatmakta fayda görüyorum: “Bir devleti ele geçiren kimse, uygulaması gereken bütün zararları yakından incelemeli ve onları günlük tekrarlamamak için tek hamlede halletmelidir ve dolayısıyla insanları huzursuz etmeden onlara tekrar güven verebilir ve onlara faydalar sağlayarak onları kazanabilir. Ürkeklik ya da kötü tavsiye nedeniyle aksi şekilde davranırsa, her zaman bıçak elinde dolaşmak zorunda kalacaktır; ne tebaasına güvenebilir, ne de tebaası kendilerine sürekli ve artarda yapılan yanlışlardan dolayı onunla bütünleşebilir. Zira zararlar bir defada verilmelidir ki daha az tadılıp daha az gücendirsinler; faydalar azar azar verilmelidir ki tatları uzun süre ağızda kalsın.”(4)
twitter.com/KADIRAMAC
Kaynak Eserler:
1-Immanuel Kant, Ebedi Barış Üstüne Felsefi Bir Deneme, Say Yayınları.
2- Nazif Mandacı, Egemen Devletler Arasında İstikrarlı Barış ve Uzlaşma Süreci, Ege Akademik Bakış, Cilt: 12 • Sayı: 3 • Temmuz 2012, Sayfa 420-22-23-24
3-Vicenç Fisas, Dünyada Barış Süreçleri, Agora Kitaplığı, Sayfa 14-18
4- Niccolo Machiavelli, Hükümdar, Şule Yayınları, Sayfa 47 Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.